Dr. Berna Bridge

Dr. Berna Bridge

Köşe Yazısı

Lozan: Ülkemizin onur anıtı

Lozan göl kıyısında ama hayli yokuşlu, şirin bir kent. Leman Gölünün karşı tarafı Alpler, Mon Blanc, Avrupa’nın en yüksek dağı. Karşı yaka, gölün güney kısmı Fransa, kuzey tarafındaki Lozan, Cenevre ve Montrö ise İsviçre. Burada da Fransızca konuşuluyor. İnsan kendini Fransa’da zannediyor. Bernli bir İsviçreli, “Buralar İsviçre’nin sömürgesiydi” diyor. Tren kentin, tepenin tam ortasındaki gara geliyor. Gardan yokuş aşağı on beş dakika yürüdüğünüzde konferansın yapıldığı Ouchy Şatosuna, göl kıyısına iniyorsunuz. Hemen yanında Lozan Anlaşmasının yapıldığı ihtişamlı Beau Rivage oteli var, yine göl kıyısında.

Gardan beş dakika yokuş yukarı yürüdüğünüzde ise Lozan Palas oteline geliyorsunuz. Burası da büyük, ihtişamlı, beş yıldızlı bir otel. Türk heyeti bu otelde kalmış. Tepede olduğu için muhteşem bir göl manzarası var. Yakınında da Adalet Sarayı ve çok hoş bir park. Buradan yokuş yukarı on beş dakika daha yürürseniz şimdi müze olan, kapanış töreninin yapıldığı Rumine Sarayı ve davetiyelerinin sergilendiği hemen karşısındaki Lozan Tarih Müzesine gidiyorsunuz.

Anlaşmanın imzalandığı 100. yılda anımsanması gereken yerler olarak adım adım Türk heyetimizi buralarda izledim. Onlar gibi düşünmeye, onların yaşadıklarını yaşamaya çalıştım. Varoluşumuzda, özgürlüğümüzde, onurumuzda bu denli etkisi olan bu kenti tamamen bu açıdan içime sindirmeye çalıştım. Heyetin kaldığı Lozan Palas’ta özel anlar yaşadık, bazı toplantıların yapıldığı salonu bize gezdiren Sufizm ve Mevlana’yla ilgilenen otel görevlisinden ayrıntılı bilgi aldık…

Yazının Devamı

Lozan Antlaşması’nın 100. yılında

Lozan Antlaşması’nın 100. yılı nedeniyle gittiğim Lozan kentinde adım adım Türk heyetini izledim, adeta o destansı günleri onlarla tekrar yaşadım. İngiliz heyetinin başındaki Lord Curzon 1859 doğumlu yani Lozan Konferansı’nda 63 yaşında. 2 yıl sonra, 1925’te de ölüyor zaten. Cepheden gelip 38 yaşında, 11 Kasım 1922’de Lozan’a ulaşan, bir hafta ertelemeyle 20 Kasım’da babası yaşındaki diplomatlarla anlaşma masasına oturan İnönü, konferansın birinci safhasını anlatıyor:

- Ben yemekte ne giyilecek bilmiyordum. Çünkü o güne kadar yalnızca çizme giymiştim. Otele girince akşam yemeğinde nasıl giyinmem gerektiğini sordum. Yaşamım boyu sabahları ilk iş ayağıma çizmelerimi geçirirdim. Lozan’a yalnızca bu deneyimle gittim. İlk iki gün geçer geçmez tamamen başka şartlar altında çalışmam gerektiğini fark ettim. Savaş alanından çıkıp gitmiştim, bu iş birden gözümde büyüdü. Hemen konferans heyetimizi çevremde topladım. Arkadaşlar, büyük bir görevle buradayız. Ben buna hazırlanan bir deneyimde değilim ama iki üç gün içinde anladım ki bir savaştan çıkıp şimdi diğerine girmişim. Hepimizi burada çok büyük dikkat bekliyor, gece gündüz çalışacağız. Böyle bir çalışma azmi ve disiplini içinde olmalıyız… Oteldeki konferansın orada yapıldığını açıklayan levha - Diplomatlarda orada öğrendiğim bir özelliği fark ettim. Diplomatların da askerler ve kumandanlar kadar memleketi korumakta, savunmakta görevi var, ekonomi ve sosyal unsurları çok iyi bilmeleri gerek. Böylece tüm protokol meseleleri benim için ikinci dereceye düştü. Diplomasi mesleğinin önemini burada öğrendim. Her zaman şu soruyla karşılaştım: Antlaşma beklediğimiz sonuçları verdi mi? İstediklerimizle elde ettiklerimiz nasıl karşılaştırılır? Öncelikle konferansların anlamını açıklayım. Kısaca masada pazarlıktır. Uzlaşma esastır. İnsan hiçbir zaman tam umduğunu bulamaz. Alınabilecek ve alınamayacak şeyleri ve ısrarları teşhis etmek, muhatabına doğru ifade etmek, hangi meseleleri ciddi tuttuğunu, hangilerinin vasıta, gösteriş olduğunu anlamak ve anlatmak gerekir. Bunu anlayan kişi için bu toplantılar oyuncak haline girer. Konu, asıl noktayı anlamaktır. Bu da deneyim ister. Deneyimi olmayanın çok dikkat etmesi gerekir ve hiçbir şeyin önemsiz görünmemesi şarttır. - Lozan’da birinci komisyonlar ve tali komisyonlar vardı. Her mesele tali komisyona gelip orada hazırlanırdı, bu komisyonlardakiler çok değerli insanlardır. Sonra büyük komisyonlara gelir. İngiltere’nin İstanbul işgalinde başta olan, komiser adı taşıyan kişi oradaydı, ikinci murahhastı ve Lord Curzon, baş murahhastı. İtalya, Fransa, Japonya’dan da seçme insanlar vardı. ABD yalnızca gözlemciydi. Her konferansta alınan sonuçlarda eksikler vardır. Herkes konferanstan sonra kazanım ve kayıpları düşünür. Olgun insanlar günün olanaklarını göz önünde bulundurur. Konferans davetiyeleri. Beyaz olan açılış davetiyesi, sarı olan kapanış davetiyesi. Sergilendiği yer Lozan Tarih Müzesi - Trakya’yı silahla işgal etmemiştik ama memleketimize Meriç’e kadar olan bölgeyi dâhil etmeyi bu konferansla başardık, kabul ettirdik. İzmir’e girdikten sonra Mudanya’da mütareke yaparken Yunanlıların o bölgeden çekilmesini zaten istemiştik ve onlar çekilmişti. Konferans Ouchy Şatosu’nda gerçekleşti. Konferansta konuşma tarzımız takdir edildi. Bizde Osmanlı’nın söz oyunları yoktu, sadeydik, fikirlerimizi açıkça ortaya koyduk. Konferansta karşı tarafın amacı Sevr’i baz alıp, hızla Türkiye’yi yeni bir ekonomik darboğaza sokmaktı.4 Şubat 1922’e kadar olan dönemde Doğu Trakya sınırları, askeri tutsakların değişimi, 12 ada, Irak sınırı gibi konularda anlaştık ancak İstanbul’un boşaltılması, Boğazlar, Osmanlı borçları, kapitülasyonlar, Musul, Kerkük gibi konularda ortak nokta bulamadık ve Türk delegasyonu olarak konferansı terk ettik.

Şimdi aynı isimle bir otel olan Leman Gölü kıyısındaki Ouchy Şatosu’nda araştırma yaparak geçirdiğim 2-3 gün ve gecede dokunduğum tırabzanlardan kapılara, duvarlardan odalara, Lord Curzon’dan İnönü’ye tüm heyetlerin nefesini, kavgalarını, kaygılarını, sorumluluklarının izlerini aradım.

Yazının Devamı

Lozan Antlaşması’nın 100. yılında Lozan’daydım

David Lloyd George, Britanyalı siyasetçi, 1916-1922 yılları arasında Başbakan. Yani tam Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşımız zamanı. Muhatabımız. David ön adı, Lloyd George soyadı. 1863’de doğmuş, yani 1884 doğumlu İnönü’den 21 Atamızdan 18 yaş büyük. İnönü Lozan’da 38 yaşında. Mekan: Tarihi Lozan kentinin beş yıldızlı otellerinin ihtişamlı salonları. Gencecik İnönü nereden gelmiş? Toz toprak, savaş alanlarından, ihtişamlı salonlardan değil…

Lloyd George İngiliz değil, Galli. Kuzey Galli, Bir zamanlar öğrencisi olduğum Liverpool Üniversitesi Kuzey Gal bölgesi ile komşudur, 1 saatte giderdik, Liverpool’un sayfiyesi gibiydi. Doğduğu yer Chorlton-on Medlock Manchester’a yakın, yani İngiltere ama mezarı ise Llanystumdwy’de, Kuzey Gal’de, çok şirin, Galce konuşulan bir köyde. Lloyd George kendisini İngiliz addetmiyor, koyu Galli, ilk dili Galce. Türk düşmanlığıyla biliniyor. Bu Galli adamı acaba koyu Türk düşmanı ve Türkiye’ye saldırgan politikalar güden unsur neydi?

Tarihçi David Fromkin Birinci Dünya Savaşını anlattığı “Tüm Barışları Bitiren Barış” (A Peaceto End All Peace) adlı kitabında Lloyd George’un “Yunanlılara arka çıkmak için kabinede büyük mücadele verdiğini, onun ve Balfour’un Yunan taraflısı tek kişi olduğunu” yazıyor. (Sayfa 541) 1921’de Lloyd George’un kendi hükümeti içinde Türkiye’ye karşı olan savaş politikasında izole olduğunu yani yalnız kaldığını da ekliyor.

Yazının Devamı

Unutmak

Depremin üzerinden daha tam bir ay geçmedi ama görsel ve yazılı basında, sosyal medyada depremin acısı sanki yavaş yavaş unutulmaya başlandı, acının yerini hesap sorma, Ahbap, Kızılay, çadır, ücretli kan, para pul alır oldu. Bunlar yapılmasın demiyorum ama sevdiklerini, evini, yuvasını kaybetmiş olanlar, hatta hiçbir şeyini kaybetmiş olmasa bile o yörede olup o korkuyu, buz gibi sokaklarda gecelemeyi yaşamış, ağır travma altında olanlar öncelikli olmamalı mı? Onlara nasıl uzanacağız, uzanmaya devam edeceğiz? Onlar için yapılacak, seferber olunacak ne çok şey var. Bu bir. İkincisi İstanbul, İzmir ve diğer kentleri de yıkıcı, öldürücü depremler beklerken ve çok sayıda eski yönetmeliklere göre inşa edilmiş, 50-60 yasında, birçok deprem geçirmiş, deprem yükünü almış bina varken bu büyük sorun nasıl çözülecek, bu konu öncelikli, acil değil mi?

İki haftadır “Suçlu kim” başlıklı yazılar yazıyorum çünkü ülkede birikmiş öfke suçlayacak birilerini arıyor ancak konu çapraşık. Ben ilk suçlunun kültürümüz olduğunu düşünüyorum, kültürümüz derken de önce geniş çapta dünyamızın tüketici, her şeyi paraya endekslemiş, açgözlü kültürü kast ediyorum. Daha sonra çemberi daraltıp ülkemizin kültürüne bakarsam, 1980 öncesi sahip olduğumuz, akademide  “Kolektif” diye adlandırılan kültürden yine akademide “Bireysel” diye adlandırılan kültüre geçişimizi görüyorum. 1980 öncesi söz yeterliyken ve kişisel itibar, saygınlık ciddi bir özellikken şimdi her şey noter nezdinde imzalı yazıya dönüştü, söze güven kalmadı, kişisel itibar ise geri plana düştü. Gemisini kurtaran kaptan anlayışı öne geçti. 50-60 yaşındaki dürüstçe yapılmış köhne apartmanlar depremde dimdik dururken 3 yıllık apartmanlar çalıp çırpma nedeniyle yıkıldı. Kolektif kültürümüzün birbirini seven, koruyup kollayan, maddiyata az önem veren o güzel yanının yerine yalnızca kendini düşünen, maddiyatı insan yaşamının önüne koyan bireysel kültür geldi. Nasıl düzelir? Önce eğitim. Okullar, öğretmenler, müfredat, bu konuda seferberlik. Sonra medya. Televizyondaki bireysel kültürü öne çıkaran Batı’dan kopya Survivor tipi diziler, herkesin birbirine ihanet ettiği filmler yerine kendi kültürümüze uygun, Türk ahlakını ve vicdanını unutturmayan programlar. Depremle genlerimizdeki bu yön hızla açığa çıktı, bölgeye yardım yağdı zaten. O kadar çok yardım gitti ki arada telef olan da oldu. O güzel, kolektif yanımız tekrar ortaya çıktı. Bu yanımızı unutmayalım, unutturmayalım. Bunlar dışında suçluları belirlemek istiyorsak bir binanın ortaya çıkmasındaki tüm paydaşları sorumlu tutmak, bina yıkılırsa neden yıkıldığına göre hepsine mahkeme yolu gerekecektir:

1) İmar planını onaylayanlar

Yazının Devamı

Suçlu kim? (2)

Deprem ve kayıplarımız için içimiz sızlar, uykularımız kaçarken bir yandan da beynimiz suçluyu arıyor. Geçen hafta bir öğrencimin bana anımsatmasıyla Mimarlık Fakültesinde hocalık yaptığım süreçte başımdan geçen, bölüm başkanının etik olmayan ve öğrencilere yanlış örnek olan tutumuyla ilgili bir olayı paylaşmıştım. Bu hafta yine beni düşündüren başka bir deneyimimi paylaşmak isterim.

İzmir’de, yıllardır restorasyon bekleyen, cumbalı, tarihi, harabe, yıkık bir evimiz var. Bir türlü restore edemedik, bir yandan Koruma Kurulu, bir yandan Belediye, aşması zor bürokrasi, deprem kuşağı İzmir’de, Koruma Kurulu’nun depremi kaale almayan sıkı ve esnemez çerçevesinde depremde yıkılmayacak şekilde restore etmek bizi yıllarca düşündürdü. Dört yıl önce çok sevdiğim, mimarlık mezunu, iyi bir öğrencime güvenip binayı restorasyon için ona teslim ettik.

Mimarımız usta, işçi bulup ekibini kurdu, malzemeler alındı ve inşaat başladı. 3–4 hafta geçti, bir gün karşıdaki kafede üniversiteden bir mimarlık öğretim üyesi hoca ile çay içiyoruz. Ustalar çalışıyor. Hoca çayını içerken ustaları izliyormuş uzaktan. “Bu binayı böyle restore ederseniz ilk depremde yıkılır” diye uyardı. Masanın üzerindeki peçeteye çizerek yapılan yanlışları anlattı.

Yazının Devamı

Suçlu kim?

Bu yıkımda, ölümlerde, felakette suçlu kim? “Herkes”. “Kültürümüz”. Yıllara yayılmış rüşvet, köşeyi dönme, görmezden gelme, torpil, kopya, dost, arkadaş kayırma, halının altına süpürme… Kültürümüzde bunları değiştirmeden ne yazarsak yazalım, hiçbir şey değişmez.

On beş yıl Türkiye’de, büyük bir kentin büyük ve itibarlı olmakla öğünen bir devlet üniversitesinde bir mühendis olarak mühendislere Profesyonel Etik dersi verdim. Arada iki yıl, 1999 depreminden sonra o üniversitenin ABD’de eğitim görmüş olan başarılı rektör yardımcısı ve aynı zamanda mimarlık fakültesi dekanı benden mimarlık fakültesinde her dönem olmak üzere “Yapılı Çevrede Profesyonel Etik” isimli bir seçmeli dersi, bu depremlerden dolayı vermemi istedi. Kabul ettim, dersin içeriğini birlikte tasarladık.

Birinci dönem 25 olan öğrenci sayım öğrenciler dersimi ve beni tanıyınca ikinci dönem 55 oldu. Demek ki bu üniversitenin mimarlık öğrencileri bu dersi çok yararlı bulmuştu. Ertesi dönem öğrenci sayım birden 10’a düştü. Öğrenciler kapıma yığıldı, “Hocam dersinizi seçmek istiyoruz ama seçemiyoruz, kota koymuşlar, sizin dersinizde birikme olunca diğer seçmeli derslere öğrenci kalmıyormuş, o dersler kapanıyormuş, bizi engelliyorlar” dediler. Dekanımıza gittik, karar bölüm başkanından gelmiş, onu kırmamaya çalışarak yalvar yakar kotayı o dönem 25’e yükseltebildik!

Yazının Devamı

İnsanlığın farklı yüzleri

Felaketi izlemek, izlenenlere dayanmak olası değil. Yüreklerimiz dağlanıyor. Boyutu inanılamayacak, hiç yaşamadığımız kadar büyük…

Yani, bu koskoca felakette olabilecek tüm dezavantajlar da burada… Bu can pazarında yetkililer hata da yapar mı, yapar, gecikilme olur mu, olur… Telaşla, panikle, açlıkla, yorgunlukla, yetişememekle, uykusuzlukla, üzerlerindeki baskıyla…

Peki, bu felakete insan tepkileri?

Yazının Devamı

Yetki, suistimal ve öldüren polis dayağı

Bu hafta hangi konuya odaklanayım şaşırdım. Hangi başlığı seçeyim şaşırdım: “Tyre Nichols öldü” mü diyeyim başlık olarak yoksa “İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin başka bir suistimali ve yeni bir örtbas” mı diyeyim yoksa “Kovid-19 gençleri çok olumsuz etkiledi” mi diyeyim…

Yani gündem kalabalık. Sanırım ana başlık “Yetki”. Türkçe deyimiyle “Bal tutan parmağını yalarmış”, bir başka deyişle yetkiye sahip olan kişiler bu yetkiyi suistimal etmeye çok yatkınlar. Bazıları Birleşik Krallık Muhafazakâr Parti Başkanı Nadhim Zahawi gibi bunu maddi suistimal noktasında tutarken, eline silah ve yetki verilmiş polis ise halkı, özellikle rengi koyu olanları sokakta durdurup döverek öldürme, cinayet noktasına taşıyabiliyor. Kovid-19 sıradan gençleri sosyal yaşamdan koparıp atarken, onların yaşamını altüst ederken Boris Johnson Başbakanlığında eğlence partilerinin sonu gelmiyor. Sistem her ülkede yetkililerin bu suiistimallerine izin veriyor. 

En iç parçalayıcı 29 yaşındaki ABD’li Tyre Nichols’ın ölümü. Yetkilendirilmiş saldırganlık renk tanımıyor, koyu renkli adamlar koyu renkli hemcinslerini dayakla öldürürken gencecik çocuk annesini son anlarında sayıklıyor. Görülüyor ki polislik gibi yetkilerle donatılan görevlere talip olan kişilerin bazılarında saldırganca ve hastalıklı karakterler olabiliyor. Bu karakterler yetkilerini ve bilinçaltındaki saldırganlık, sadist dürtülerini kadınlara tecavüz, döverek öldürme gibi zalimliklerde kullanabiliyor. Polislik mesleğine alınırken de bu karakter analizleri yapılmadan ellerine silah, cop, üstlerine üniforma veriliyor. Olan Tyre Nichols’lara oluyor…

Yazının Devamı

Oxford’da “İmparatorluk, Sömürü, Irkçılık” adında bir sergi

Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde bu günlerde açılan “Bu Şeyler Önemli” isimli ırkçılık üzerine olan sergi herkesin ilgisini çekti. Ortak küratörler ile hazırlanan sergi Bodleian Kütüphanesi tarihi koleksiyonlarından alınan sömürgecilik malzemelerinden altı örnek oluşturuyor. Bu örnekler beyaz ırkın üstün olduğunu varsayarak değişik yollarla siyahi ırk üzerinde baskının kölecilik günlerinden başlayarak günümüzdeki ırkçılığa atılan temelleri; ırkçılığın nasıl normalize edildiğini gösterir örnekler…

Bu projenin ilham kaynakları arasında Kral James’in sansüre uğramış İncili var. Bu İncil’in genelde ismi “Köle İncil’i” olarak anılıyor. Bu İncil zenci kölelere köleliği onaylayan, itaat etmeyi ve ikinci sınıf olmayı kabullenmeyi öngören tür bir Hıristiyanlığı öğreten İncil olarak farklı şekillendirilmiş, bazı kısımları Kral tarafından özellikle sansürlenmiş. Halka açık çalışma gruplarını takiben yedi sanatçıya bu tarihi malzemeleri ve yaratıcılıklarını kullanarak köleler üzerinde psikolojik dominasyonun nasıl sağlandığını, onların nasıl yönetildiğini yansıtmaları istenmiş.

Köleler üzerinde uygulanan bu psikolojik dominasyon günümüze ırkçılık olarak taşınmış. Bu sergi izleyenleri farklı bir düşünce çerçevesine itiyor, sorgulatıyor: Bizden önce yaşayanlar bizim şu andaki düşüncelerimizi, tutumlarımızı nasıl şekillendirdi, nasıl bir çerçeve çizdi, bizi nasıl koşullandırdı? Serginin girişindeki yazının son cümlesi özellikle dikkat çekiyor ve ümitlendiriyor: Uygar olmakla gurur duyan bu topraklar için “Bu Şeyler Önemli”…

Yazının Devamı

Safari turlarının Afrikalıyı aşağılayan yüzü

Geçtiğimiz günlerde iki Prens, Harry ve William’ın Afrika’yı yalnızca fillerin ve zürafaların olduğu bir sömürge arka bahçe gibi görmesi, sömürülmüş, siyahi kıtada yoksulluk, hastalık içinde yaşayan insanları ve onların sorunlarını yok sayıp kendi sorunlarını dile getirmeleri İngiliz basınında yankılamış, gösterişçilik ve ben-merkezcilik olarak yansımıştı. Bu pahalı, gösterişe dayalı safari turlarının ise kıtanın sömürülmüş halkının gelişmesine katkı koymayıp, hatta onları otellerde, tuvalet temizleyici ve hizmetkar gibi görmekten öteye, varlıklarını görmeyen, fark bile etmeyen varsıl eğlencesi olduğuna değinmişti. 

Mesleği rehberlik olan, bunu bir öğretmen duyarlığı, derinliği ve heyecanı ile yapan, ağırlıkla İstanbul’u gezdirip tarihini anlatan ancak Afrika turları da yapmış kadim bir dostum bu konudaki duygu ve düşüncelerini, bu deneyimi doğrudan yaşamış biri olarak anlattı: “Bazen ben de bu bakış açısı ile bakıyorum. Bu safari turlarının bencil ve gösterişe yönelik yüzüne katılıyorum. Bizler de turist gibi gidip sadece belli ve küçük bir kesime para kazandırıp keyif yapıyoruz. Türkler elbette az sayıda gidiyor ama özellikle İngiliz gibi bazı eski sömürgeci ülkeler, sanki hala kendi deniz aşırı çiftliklerinde geziyorlarmış gibi hayli talepkar bir tavır içinde ortalardalar” diyor.

Ancak The Guardian gazetesinde bu konuyu işleyen yazar Nels Abbey Çin ve İngiltere’nin kıtadaki tutumlarını karşılaştırırken, birinin kıtaya yol, tren, vb gibi hizmet, paylaşım götürdüğü ve böylece halka katkı koyduğu açısıyla bakıyor, diğerinin yalnızca kıtanın zenginliklerini kendi ülkesine taşıdığı ve kendi ülkesinde kendi vatandaşına katkı koyduğunu söylüyor.

Yazının Devamı

Sömürgecilik anlayışı: Afrika safari turları

Son günlerde Prens Harry’nin kitabı Spare (Yedek) dillerde ve Harry ITV televizyonunda Tom Bradby’le kitabı hakkında sohbet ederken Brady Harry’nin ağabeyi Prens William’ın “Afrika benimdir, sen alamazsın” sözlerine değiniyor. ABC’den Michael Strahan da Harry ile söyleşisinde “Biliyorum Afrika senin için çok özel ama ağabeyin de ‘Hayır, orası, tüm filler, zürafalar benim’ dedi, senin için Afrika’nın önemini biliyor muydu?” diye aynı konuyu işliyor. Abbey ise bu konunun ve TV sorularının ne kadar saçma olduğunu, sanki Afrika İngiltere güneyinde (Cornwall) yeni inşa edilmiş boş bir kale veya evcil hayvanmış gibi iki kardeşin üzerinde “benim” diye kavga etmesine ve Afrika’nın varsıl insanların safari fotoğraflarıyla oyun, eğlence alanına çevrilmesine itiraz ediyor. Bu iki kardeşin kavgası Afrika’nın insanlarına hizmet ve yardım amaçlı değil diyerek onların egolu duruşlarına işaret ediyor. “Burada karanlık tarihi yankılar var, Afrika’nın Avrupalı emperyalistler ve hanedanlar tarafından paylaşılması” diyor. “Her şey ne kadar değişti ama aslında her şey aynı kaldı, iki kardeşin (ve safari turlarını yücelten, İnstagram ve diğer sosyal medyada paylaşan varsılların) ilgisi Afrika kırsalındaki vahşi yaşam, filler, zürafalar üzerine, Afrikalı zorluklarla mücadele eden insanlar üzerine değil” diye ekliyor. “Batılıların Afrika’ya sahip olma, kıtayı etkileme yarışı ve sonrasında hayır kurumlarının yardımı Afrika’yı daha iyi bir yere götürmedi” gözlemini paylaşıyor. Birleşik Krallığın ve Prens kardeşlerin tartışmalarının tersine Çin’in Afrikalılarla birlikte çalıştığını, el ele yol, altyapı gibi birçok hizmet götürdüğünü, Afrikalılara fayda sağladığını, yaşam ölçütlerini yükselttiğini, Çin’in yaptıklarının Afrikalıların yaşamlarına iyi etki bıraktığını paylaşıyor. Afrika çok güzel diyor; özgün müziği, edebiyatı, dağınık, yoksul bırakılmış olsa bile insan hakları, demokrasi yolunda ilerlemesi, gittikçe büyüyen kıtasal serbest ticaret gibi unsurların Afrikalılar için iki Prens kardeşin kıta üzerinde kendilerinde hak görmesinden çok daha önemli olduğunu söylüyor. “Afrika ileri gidiyor ama Windsor ailesi kendileri için aynısını söyleyebilirler mi emin değilim” diye alaycı bir tonla bitiriyor. Afrika safari turlarına, Facebook, İnstagram gibi yerlerde paylaşılan fotoğraflara bu açıdan yani o kıtada bin bir zorlukla yaşayan, yoksulluk ve sömürü içinde Aids, Covid gibi hastalıklarla boğuşan insanlar açısından bakınca insanın içinden bu safari turlarına gitmek geliyor mu? Yoksa, batılı tur operatörlerini kazandırmak yerine bu kıtaya bir çeşme yapıp susuz bir köye su götürmeyi, bir yetimhanenin bir yıllık ununu almayı mı yeğlersiniz?

Nels Abbey eskiden banker, şimdi yazar ve yayıncı olarak tanınıyor. Think Like a White Man (Beyaz Adam gibi Düşün) kitabının yazarı olan Abbey asırlarca sömürülmüş, başkalarını varsıllaştırmış yoksul kıtasına fillerin zürafaların izlendiği bir bahçe olarak değil, duyarlı, gösteriş peşi koşmayanlar tarafından insani açıdan bakılmasını istiyor…

Yazının Devamı

Çikolatanın acı öyküsü

Yediğimiz o tatlı çikolatanın arkasındaki modern kölecilik, çocuk işçiler ve sömürü sistemini bilsek boğazımızdan huzurla geçer miydi o çikolata? Ben bu öyküyü araştırdığımda o çikolata boğazımda düğümlendi, geçmedi…

Genelde çikolatanın çekici reklamları ardına gizlenmiş, çocuk işçiler ve modern köleler ön plana çıkmıyor, çıkamıyor, üstü örtülüyor, gizleniyor. Ancak iyi bakanlar, araştıranlar bu acı gerçeği yakalıyor. Talep olunca yani insanlar arkadaki gerçekle ilgilenmeden satın alınca büyük şirketler bu suistimali sürdürebiliyor. Bu suistimali durdurmanın tek yolu bilgilenme, gerçeği öğrenme ve talep etmeme. Pazarda talep oldukça bu suistimal sürecek gibi görünüyor.

Kakaonun en büyük üreticisi, dünya üretiminin yüzde 40’ı, Afrika’da Fildişi Sahiliymiş. Her çikolata yiyen mutlaka Fildişi Sahilinin kakaosunu tatmış. Bu ülkede bu işlerde çocuklar çok tehlikeli koşullar altında çalıştırılıyormuş. Kimyasallar ve palalar kullanılarak yapılan bu işlerde birçok çocuk ve insan sakat kalıyormuş. Ormanlar yok edilip, çocuklar okula gidemiyormuş.

Yazının Devamı

Netflix İngiliz Kraliyeti’yle uğraşıyor mu?

Dizide gençliğinde kız kardeşini ezen, ona hiçbir görev vermeyen, sevdiği erkekle evlenmesine önce engel olan, ikincisinde ise “Ben şu an hamileyim, bu duyurulacak ve doğuma kadar senin evliliğin haberi duyurulamaz, ön plana geçemez” şeklinde ertelettiren ve tüm bu hareketleri “Ablan değil, Kraliçe olarak yapıyorum” diyerek makamının arkasına gizlenen biri olarak resmedildi.

En son altı bölümlük, yine milyonların izlediği “Harry ve Meghan” Netflix dizisinde ise tüm Kraliyet hayli acımasız, soğuk, insanları kullanan, ortada bırakıveren, ırkçı, yarışmacıolarak temsil edildi. Bu dizi İngiltere basınında hayli öfkeye yol açtı, kışkırtıcı oldu hatta The Sun’dan Jeremy Clarkson bu diziyle ilgili “Meghan çırılçıplak her İngiliz kent, köy ve kasabada gezdirilmeli, üzerine dışkı atılmalı” gibi bir söylemle hayli tepki çekti.

Midnight Express Filmini de yaklaşık 50 yıl sonra listesine koyan, herşeyi bir amaçla yapan Netflix’in bu dizileri doğal olarak akla birçok soru getirdi, neden Netflix İngiliz Kraliyeti ile uğraşıyor, bu dizileri yaparken amacı ne gibi. Kraliçe öldükten sonraki sertleşme de dikkat çekti.

Yazının Devamı

Buckingham Sarayı’nda ırkçılık

Yakın zamanda kaybedilen Kraliçe Elizabeth’in en yakın yardımcılarından Lady Susan Hussey aynı zamanda Prens William’ın manevi annesi, sarayın en kilit isimlerinden birisi olarak görülüyor. Yeni Kraliçe Camilla’nın verdiği 300 kişilik bir davette siyahi renkte ancak Birleşik Krallıkta doğmuş, büyümüş, yani Birleşik Krallık kimliğine, pasaportuna sahip olan Ngozi Fulani’ye Hussey ısrarla hangi ülkeden geldiğini soruyor, Fulani “Birleşik Krallıkta doğdum, büyüdüm, buranın vatandaşıyım” demesine karşın aynı soruyu tekrar tekrar soruyor.

Yani, beyaz olmayan, sömürgelerden çalışmak için gelen insanların bu ülkede doğan, bu ülkenin vatandaşı olarak büyüyen çocuklarını bu ülkeden saymıyor. Aldığı yanıtla tatmin olmayarak kabalık yaparak tekrar tekrar sorması ırkçılık olarak algılanıyor. Aslında bunu İngilizler çok yapıyor. Buna örtük ırkçılık deniyor, hemen nereden geldiğinizi sorarak, “Sen bizden değilsin” mesajı veriyorlar.

Örtük ırkçılığın diğer şekilleri gruba almamak, dışlamak, görmezden gelmek, yok saymak, konuşmamak gibi davranışlarken açık ırkçılık işyerinde, hastanede, sağlıkta, okulda, eğitimde yapılan ayrımcılık, eşit davranmama, terfi edilmesinin önlenmesi, açık hakaret gibi eylemlerden oluşuyor. Toplumda her ikisi de mevcut, kuzeyde daha az, güneyde daha çok ama her yerde, eğitimli, eğitimsiz her kesimde var. Ancak bu toplumun insanları bu konuda hayli hassas, kendilerine ırkçı denmesini hiç istemiyorlar, mahcup oluyorlar.

Yazının Devamı

Smyrna filmi üzerine

Ben filmi daha izleyemedim ancak izleyenlerden ve yorumları okuyan dostlardan gelen öneriyle konuyu sıcakken ele almak istedim. Liderlik ve yöneticilik hocası olduğum, bizim işimizin zor şeylere çözüm aramak ve çözüm bulmak olduğu için ben konuyu bu açıdan ele alacağım, izlemediğim bir filme yorum yapmam zaten olanaksız…

Ancak, dünyanın gidişatını yorumlarsam, 1970’lerde çekilen ve ülkemizi yerin dibine batıran, önyargı yaratan bir Midnight Express artık olamaz, o köprünün altından çok sular aktı. Filmin yapımcısı Alan Parker Midnight Express için daha sonra “Hata yaptım” diye itiraf etti, son 50 yılda turizm ile yurdumuza gelenler toplumumuzun gerçek sıcak yüzünü tanıdı, artık “kara propaganda” eskisi kadar etkili değil. Ayrıca insanlar o kadar çok çirkinlikler, aldatmacalar, yanlış bilgilendirmeler, kara propaganda gördüler ki artık bu tip filmlerin inandırıcılığı da kalmadı.

Sonuç; İngiltere’nin en büyük gazetelerinden biri “Film Çiğ” diye başlık atıyor. Gazete ekliyor. Filmde “Rahatsız edici” bir Yunan önyargısı var diyor. İzleyen İngiliz rahatsız olmuş! Bizi bırak, İngiliz rahatsız olmuş… Ayrıca “Orada eski bir Helenik varlığı olduğu için Yunanlıların Küçük Asya bizimdir” tavrını çok rahatsız edici bulmuş, yorumu yapan gazeteci Phil Hoad. Filmin Türk-Yunan çatışmasını bu tutumla anlatırken, “Çok kültürlüyüz” deyip Türkleri bu denli kötülemesi, Atatürk’ün Yunan topraklarında doğmasına karşın soykırım yapmakla suçlanmasının tarihi eğip bükmek olduğunun “hasta” bir bakış açısı olduğunu da eklemiş yazar…

Yazının Devamı

Bizim maaşımızı halk ödüyor: Ben halka hizmet etmeliyim

Uzun süredir İngiltere’de sular durulmuyor. Eski Başbakan Boris Johnson Kovid pandemisi sürecinde sokağa çıkma yasakları ve yaşlı ölümleri varken verdiği sayısız içkili eğlence partisi yüzünden soruşturma geçirip istifaya zorlanmıştı. Halk yaşlı anne babasının son günlerinde onların yanında olamazken, cenaze töreni bile yapamazken hükümetin eğlence partileri toplumu çok rahatsız etmişti. Kraliçe bile eşinin cenazesinde tek başına oturmuştu. Sonu istifa oldu.

Johnson istifa ettikten sonra Muhafazakâr Parti başkanlığı için bir yarış süreci başlamış ve yarışı Liz Truss kazanmıştı. Kazanınca otomatik olarak o başbakan olmuştu ama onu halk değil, bir avuç Muhafazakâr Parti delegesi seçmişti. Yani pek demokratik bir durum değildi, demokrasinin beşiği İngiltere’de… Liz Truss Başbakan olur olmaz en zenginlerin vergisini düşürüp, iki haneli enflasyon ve dolayısıyla artan fiyatlar altında inim inim inleyen halka arkasını dönünce kendi partisi ve hükümeti içinde tepkiler, istifalar başladı, demokrasi işledi ve Truss istifaya zorlandı.

Liz Truss tarihe en kısa dönem başbakanlık yapan kişi olarak geçti ve ülke tekrar yeni bir başbakan arayışına girdi. İşçi Partisi lideri SirKeirStarmerbir yandan yeni bir seçim yapılmasını beyan ederkenMuhafazakâr Parti içinde de çeşitli tartışmalar başladı. Bir grup “Boris Johnson tekrar başa geçsin” derken bir grup da önceki yarışta ikinci olan, Hindistan asıllı Rishi Sunak taraftarı, kısacası ülke çeşitli seçenekler ile karşı karşıya.Rishi Sunağın Hint asıllı olması onun önceki yarışta ikinci olmasının bir nedeni, bu ülkede kıta Avrupa’sındaki gibi açık ırkçılık olmasa da örtük ırkçılık ara ara kendini hissettiriyor.

Yazının Devamı