Atatürk'ü mahkemeye verdi! 'Sefil iftiracı...'
Yıl 1919... Osmanlı subaylarına 'sefil', 'haydut' diyen bir gazete sahibi... Mevlanzâde Rıfat, adı 150'likler listesine yazılmış iflah olmaz bir 'vatan haini'... Öyle ki, sırtını dayadığı emperyalistlere güvenerek zamanında Atatürk'ü mahkemeye verebilecek kadar da cüret sahibi.
İşgal edilen bir ülkede, toprağın bağımsızlığını sağlamaktan çok 'zihinlerin prangalarını kırmak' daha zordur.
Dönemin sözde Osmanlı aydınları, emperyalist devletlerin 'düşünmeye müsaade ettikleri ölçüde' 'aydın'lık yaparken, bu vatan için canını ortaya koyan subaylar ise sokaklarda 'kurtuluş' çareleri arıyor, ülkeyi saadete erdirmek amacıyla her türlü çareye başvuruyorlardı.
Gün o gündür ki, Osmanlı subaylarının kendi rütbelerinden küçük işgalci subaylara selam vermek zorunda bırakıldığı, halkın her türlü aşağılanmaya maruz bırakıldığı karanlık dönemler.
Milli Mücadele arifesinde hava adeta ihanet kokarken, bir yerlerde ise birileri esir düşmüş bir ordunun subaylarını 'hırsızlık' ve 'haydutlukla' suçluyor, işgalci İngilizlere yaranmaya çalışıyordu.
Bahsettiğimiz isim, Mevlanzade Rıfat. Bugün bile etnik ayrılıkçı ve batılı medyanın 'aydın' olarak nitelediği, bölücülüğün sembol simalarından.
Peki Mevlanzade Rıfat'ı öteki ihanet ve işbirliği içinde olan isimlerden ayıran neydi?
Atatürk'ü neden mahkemeye vermişti? Gelin, tarihçi Sinan Meydan'ın konuyu irdelediği 'Hafıza' isimli kitaptan olayın gelişimini okuyalım.
Mevlanzâde Rıfat’ın sahibi olduğu gazetede Osmanlı ordu komutanlarına ‘âli sefiller’ ve ‘haydut başları’ diye hakaret edildi.
Sinan Meydan, kitabın “Komutanlara Hakaret” başlıklı bölümünde, Milli Mücadele’deki ihanetleri nedeniyle 150’likler listesine alınan Mevlanzade Rıfat’ın, Hukuki Beşer gazetesinde ordu komutanlara “ali sefiller” ve “haydutbaşları”diye hakaret etmesinin ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün yanıtını aktarıyor:
KOMUTANLARA 'ALİ SEFİLLER', 'HAYDUTBAŞLARI' DEDİ
24 Mart 1919 tarihli Hukuki Beşer gazetesindeki ‘Üçüncü soru’ şöyleydi: ‘Kağıt paranın güya geçerli olmadığı yerlerde, ordu ve mülkiye memurlarının ihtiyaçları için milyonlarca altın ve gümüş para basılarak bazen vagon, ordu komutanı denilen ‘ali sefillere, daha doğrusu haydutbaşlarına’ teslim edildi…’
Görüldüğü gibi burada, şerefli ordu komutanlarına -hiç ayrım yapmadan- ‘ali sefiller’ ve ‘haydutbaşları’ diye hakaret ediliyordu.
Kuşkusuz ki o gün bu yazıyı pek çok ordu komutanı okudu. Ancak bu yazıyı tek bir ordu komutanı tepki gösterdi. O komutan, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’ydı.
ATATÜRK TEPKİ GÖSTEDİ
Atatürk, 24 Mart 1919’da tüm ordu komutanlarını ‘hırsızlıkla’ suçlayıp komutanlara, ‘ali sefiller’ ve ‘haydutbaşları’ diye hakaret eden yazıyı okur okumaz kaleme sarıldı. Bu alçakça iftiraya ve hakaretlere karşı hemen bir dilekçe yazıp Harbiye Nezareti’ne başvurdu.”
“NE SEFİL VİCDANSIZLIKTIR”
“Atatürk dilekçesinde şöyle diyordu:
‘(…) Bu ifade ile ordu kumandanlarının ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ ve dolayısıyla orduların ‘haydut’ oldukları ilan edilmiş oluyor. Müdafaalarına hiçbir vakit lüzum görmeyeceğim bazı şahıslara taş atmak isterken, vatan ve millet için tam bir saflık ve masumiyetle ve her türlü mahrumiyet ve zorluklar içinde namuslu vazifesini hakkıyla yapan Osmanlı ordularını ‘haydut’ ve aynı mahrumiyet ve zorluklar içindeki ve tek dayanakları namus ve haysiyetleri olan söz konusu orduların kumandanlarını ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ diye niteleyip teşhir etmek ‘ne büyük ahlaksızlık’ ve ‘ne sefil vizdansızlıktır.’
“Atatürk dilekçesinde şöyle diyordu:
‘(…) Bu ifade ile ordu kumandanlarının ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ ve dolayısıyla orduların ‘haydut’ oldukları ilan edilmiş oluyor. Müdafaalarına hiçbir vakit lüzum görmeyeceğim bazı şahıslara taş atmak isterken, vatan ve millet için tam bir saflık ve masumiyetle ve her türlü mahrumiyet ve zorluklar içinde namuslu vazifesini hakkıyla yapan Osmanlı ordularını ‘haydut’ ve aynı mahrumiyet ve zorluklar içindeki ve tek dayanakları namus ve haysiyetleri olan söz konusu orduların kumandanlarını ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ diye niteleyip teşhir etmek ‘ne büyük ahlaksızlık’ ve ‘ne sefil vizdansızlıktır.’
Osmanlı ordularını, onun namuslu kumandanlarını bu şekilde teşhir edebilmek kabiliyeti ancak vatan ve milletin mahvolup dağılmasını arzu eden ‘bir alçakta’bulunabilir. Ben, Fevzi Paşa, Nihat Paşa, Yakup Şevki Paşa, Ali İhsan Paşa, Cevat Paşa vb. gibi namus ve istikametlerinden asla şüphe edilmeyecek olan ordu kumandanı arkadaşlarımın bu rezilce teşhire karı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma ve hesabıma bildiririm ki, benim (…) başlarında bulunmakla iftihar ettiğim kahraman ordular, haydutlardan değil, soylu Osmanlı milletinin namuslu evlatlarından oluşuyor. ‘O sefil müfteri’ şunu da kesin olarak bilmelidir ki ben, hiçbir vakitte vagon vagon altın teslim alan ‘sefil’ ve ‘haydutbaşları’ndan değilim. Dolayısıyla Harbi Umumi içinde komuta ettiğim Anafartalar Grubu, İkinci Ordu, Yedinci ordu ve en sonunda Yıldırım Orduları Grubu ve şahsım adına bu namussuzca iddiayı red ve sahibini tel’in ederim. ‘Bu müfteri’ hakkında gereken kanuni işlemin yüksek nezaretinizce uygulanmasını istirham ederim.’”
“Görüldüğü gibi Atatürk, Türk ordusunun fedakar komutanlarına ‘sefil’ ve ‘haydutbaşı’ diye hakaret edilmesinin ‘ahlaksızlık’ ve ‘sefil vicdansızlık’olduğunu söylüyor. Türk ordusunun ‘haydutlarından’ değil, milletin ‘namuslu evlatlarından’ oluştuğunu belirtiyor. Komutanlara hakaret eden kişiye ‘o sefil müfteri’ diye sesleniyor. Bu ‘namussuzca iddiayı’ reddedip iddia sahibini ‘tel’in ettiğini’ ifade ediyor. ‘Bu müfteri’ hakkında yasal işlem yapılmasını istiyor.
Ne gariptir ki Harbiye Nezareti, bu dilekçeyi dikkate alıp gereken kanuni işlemi yapmak yerine, dilekçeyi Türk ordularına hakaret eden o gazeteye gönderdi.
Atatürk’ün bu dilekçesi, 25 Mart 1919’da Hukuki Beşer, Alemdar, Vakit, Yeni Gün ve Zaman gazetelerinde yayımlandı.
Komutanlara hakaret karşısında genelkurmay, hükümet, savcılık ve diğer komutanlar susarken tek bir kişi, Atatürk konuştu.
Ancak yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, gazeteyi çıkaran Mevlanzade Rıfat, ‘hakarete uğradığını’ belirterek Atatürk’ü mahkemeye verdi.
Atatürk, İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için hazırlıklar yaparken bir gün bir mahkeme celbi aldı. Asıl hakarete uğrayan ordu komutanları ve kendisi olduğu halde ‘hakaret sanığı’ olarak mahkemeye çağrılıyordu.”
“YAMAN ÇATMIŞTIK”
“Sonra neler olduğunu bizzat Atatürk’ten dinleyelim:
‘Yaman çatmıştık! Aklımı başıma topladım. Kumandan değildim. Siyasi bir şey de yapamazdım. Hukuk çareleri bulmalı idim. Bu mahkemede bulunmak isterdim. Fakat o zamanki İstanbul gazetelerinin en aşağısı ile karşı karşıya gelmek çok gücüme giden bir şeydi. Bundan başka davanın, bazı yüksek politikacılar tarafından tasarlanan bir plan neticesi olduğunu da düşünüyordum. Ne yaparsam yapayım mutlaka mahkûm olacaktım…’
Atatürk düşünüyor taşınıyor; avukat Sadettin Ferit Bey’i davet ediyor. Kendisine durumu anlatıp fikrini soruyor. Sadettin Ferit Bey, ‘Dava önemlidir. Mahkûm olma ihtimaliniz vardır’ diyor. Atatürk gülerek, ‘Amma yaptın canım! Ben hiç de mahkûm olma niyetinde değilim’ karşılığını veriyor. Bunun üzerine Sadettin Ferit Bey, ‘Elbette! Müsaade ederseniz davacının vekili ile konuşayım’ deyince Atatürk şunları söylüyor: ‘Hayır, müsaade edemem. Ben haklı olduğumu biliyorum. Davacının avukatıyla görüşmeye ne lüzum var? Bu iş yolumun üstüne çıkan bir dikendir. Biraz daha zamana ihtiyacım var. Davayı lehime de kazanmanızı istemiyorum. Yalnız bana zaman kazandırabilir misiniz’ Sadettin Ferit Bey, Atatürk’e söz veriyor ve verdiği sözü de tutuyor. Birkaç defa mahkemeye gidip davayı dağıtıyor. Atatürk’e zaman kazandırıyor. Atatürk, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a doğru hareket ettiğinde dava hâlâ bitmemişti.
'BENİ MAHKUM ETTİLER Mİ?'
6 yıl sonra…
Tarih: 22 Eylül 1925… Günlerden Salı…
Atatürk, Ertuğrul yatıyla Mudanya’ya geçiyor.
Bir ara Atatürk’ün gözü yatta bulunan Avukat Sadettin Ferit Bey’e ilişiyor.
‘Sadettin Bey’ diyor. ‘Hatırlıyor musun? Sen bir davadan ötürü benim vekilimdin. İstanbul’da benim aleyhime bir ceza davası açmışlardı. O Dava ne oldu? Beni mahkûm ettiler mi?’
‘Hayır Paşam’ diyor Sadettin Ferit Bey.
Atatürk, kendisini dava edeni hatırlamayıp adını soruyor. Atatürk’ün hatırlamadığı o kişi Mevlanazade Rıfat’tı. Mevlanazade Rıfat, bütün ayrılıkçı Kürtçü hareketlerde yer almış, Milli Mücadele’deki ihanetleri nedeniyle 150’likler listesine alınıp yurt dışına sürülmüştü. 1922’de bir Yunan albayla San Remo’ya gidip orada ‘kaçak padişah’ Vahdettin’den para sızdırmıştı. Ayrıca 1929’da Halep’te basılan ‘Türkiye İnkılabının İç Yüzü’ adlı kitabında Milli Mücadele’yi Padişah Vahdettin’in planladığı yalanını ortaya atmıştı.
Mevlanzade Rıfat, Atatürk ve cumhuriyetin kurucu kadrolarını siyonistlikle suçluyor (üstte)
İşte 'zihni sömürgeleşmiş' bir sözde aydının, hâli pürmelâli...
Ne acıdır ki, bugün dahi 'din' adı altında cumhuriyet düşmanlığı yapmak isteyenler, 'kendi dar ideolojileri' doğrultusunda aynı fikir düzleminde hareket ediyor.