Başbakan’ın çete dediği cemaate cumhurbaşkanı elçi gönderiyor
İyi akşamlar sevgili izleyiciler; hepinize iyi haftalar dilerim. Bakalım bu hafta bizlere ne gösterecek. Başbakan uzun Uzakdoğu seyahatine çıktı. Başbakan ne zaman yurtdışına çıksa mutlaka önemli gelişmeler olur. Bugüne kadar bu hep böyle oldu. Ya Türkiye’de beklenmedik bir olay patlar ya Başbakan artık yurtdışında olduğu için mi bilemem, çok önemli ve tartışılacak sözler söyler. Yurtdışından gündem oluşturur, sonra döndüğünde bunun meyvelerini toplamaya çalışır. Bu kez de mutlaka bir şeyler olacaktır.
Gerçi giderayak zaten ilginç bir olay yaşandı. Gazetecilerin sorularını cevaplayan Başbakan daha sonra mikrofonun açık olduğunu unutup Danıştay’la ilgili bir şeyler söyledi. Tam anlaşılamadı aslında ne dediği ama, konu aslında açık. Hükümet Danıştay’ın bazı kararlar almasından endişeli. Biliyorsunuz 17 aralıktan bu yana devlet çarkı içinde başta polisler olmak üzere pek çok kişi görevden alındı. Görevden alınanlar doğal olarak idari yargıya başvurup eski yerlerine dönmek istiyorlar. Muhtemelen görevden almalar keyfi olduğu için idari mahkemeler görevlinin lehine kararlar alabilirler. İşte belli ki hükümet bu yolun kapanması için önlem almaya çalışıyor. Danıştay kanununda değişiklikler yaparak görevden alınan devlet memurlarının görevlerine dönmelerinin yolu tıkanmak isteniyor. Göreceğiz bakalım.
Sevgili izleyiciler, mutlaka merak etmişsinizdir. Şu elimdekiler minicik boncuklardan yapılma birer gül. Bunlar nereden geldi biliyor musunuz? Silivri’den. Orada tutsak olarak tutulan gazeteci arkadaşımız Tuncay Özkan’dan yılbaşı armağanı. Bunlardan biri benim diğeri de Ümit Zileli’nin. Ama ben Ümit Zileli’ninkine de el koyum. Çalıştığım odada ikisi birlikte duruyor.
Tuncay Özkan çok güzel bir de yılbaşı mektubu yazmış gönderdiği güllerin yanına.
Şimdi biliyorsunuz Ergenekon, balyoz gibi davalarda “yeniden yargılanma” söz konusu. Başbakan Erdoğan sanıyorum başına gelen yolsuzluk belasını savuşturmak ve bunun bir komplo olduğunu herkese inandırmak için, Ergenekon ve Balyoz davalarına sığınmak istiyor.
Ergenekon’u, Balyoz’u başlatan, hukuk ve demokrasiyi askıya alarak yalan yanlış, düzmece, oluşturma kanıtlarla yüzlerce insanı suçlayıp yargılayan ve mahkum edenlerle, bazı bakanların da karıştığı yolsuzluk iddialarını ortaya atan ve bir dizi tutuklama yapanlar aynı kişiler.
Tabii yanlış anlaşılma da olmasın, aynı kişiler derken, bunların bazıları gerçekten aynı kişiler bir kısmı da bu kişilere yakın duran ve bu kirli operasyonların içinde olan kişiler.
Bu durumda Başbakan ve yanındakiler, kendi dertlerinden kurtulmak için biliyorsunuz “Bize komplo kuruldu, bu bir yargı darbesidir, bu bana bir suikasttır” söyleminin arkasına sığınıyor. Bunu kanıtlamanın yolu da zaten herkesin kuşkuyla baktığı daha önceki bazı soruşturmaların da komplo olduğunu söylemekten geçiyor herhalde. Başbakan’ın amacı bu. Yani diyor ki “Ey millet, bana komplo kuruldu, bunu ancak şimdi anlıyoruz ki bana komplo kuranlar daha önce de orduya komple kurmuşlar kumpas yapmışlar, geç de olsa anladık artık bu nedenle harekete geçiyoruz, adaleti yerine getirmek için yeniden yargılanma yolunu açıyoruz.” Bunu söylüyor başbakan.
Oysa aynı başbakan daha önce örneğin Ergenekon davası için “Ben bu davanın savcısıyım” demişti. Eh savcı başbakan olunca hakimlerin de eli rahatlamıştı, ne çürütülen delillere baktılar, ne sahte kanıtlarla ilgilendiler ne dünyanın her tarafından yağmur gibi yağan sahte delil raporlarını gördüler.
Neyse ki bir aftan değil de en azından yeniden yargılamadan söz ediyor. Zaten Silivri’de tutsak olanların hiçbiri de af istemiyor, adil yargılanma istiyor.
Baro Başkanı Metin Feyzioğlu’nun “yasa değişikliğine gidilerek yargılamanın yeniden yapılmasını sağlayacak girişimi” şimdilik eldeki tek alternatif gibi gözüküyor. Umarım ve dilerim hükümetin “tamam ben uyarım” dediği bu yeni durumun altından bir çapanoğlu çıkmaz.
Ben şimdi başka bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Deyin ki yasa değişti veya ortam hazırlandı ve yeniden yargılama oldu.
Bu aslında AKP iktidarıyla birlikte hukukun tamamen ortadan kaldırıldığının ve demokrasinin de askıya alındığının resmen ilanı olacaktır.
Yıllardır yargı bağımsızlığının olmadığından yakındık. Bunu haykırdık her yerde. Yargının 12 Eylül referandumundan önce de tamamen hükümete bağlı olduğunu söyledik. Bunu yaparken ortaya somut deliller de koyuyorduk. Örneğin, 2011 de yapılan genel seçimlerde iki CHP’li, bir MHP’li ve beş BDP’li tutuklu haldeyken seçilmişlerdi. Anayasaya göre aslında bu milletvekillerinin hapisten çıkması ve görevlerine başlaması gerekiyordu. Oysa mahkeme bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Meclis ortaya bir irade koyarak milletvekillerinin serbest bırakılmasını istedi. Mahkeme yine uymadı. Cumhurbaşkanı, Meclis başkanı, Ana muhalefet partisi ile diğer muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları, sözü geçen önemli hukukçular da milletvekillerinin serbest bırakılması gerektiğini bildirdi. Mahkemeler bunu da hiç dinlemedi. Arada güya iki tane yargı reform yapıldı. Mahkemeler yine tınmadı bile.
Belli ki görevlerini hukuk kurallarına göre değil bütün bu saydığım makamların dışındaki etkili bir yerden aldıkları talimata göre yapıyorlardı.
Sonunda Anayasa mahkemesi Mustafa Balbay’ın kişisel başvurusunu görüştü ve serbest bırakılması gerektiğini karara bağladı. Mahkeme bu kez karara uydu, ama bu sefer de diğer milletvekilleri için direndi. İlgili mahkeme dedi ki “Bu karar beni bağlamaz, diğer milletvekilleri de gitsinler Anayasa Mahkemesi’nden tek tek karar alsınlar.”
Öyle oldu. Önce iki BDP’li bu kararı aldı. Ama kalan üç BDP’li için çok ilginç bir macera yaşandı. Yılın son günü Diyarbakır’dan mahkemeye müracaat yapıldı. Mahkeme 1 ocak resmi tatil olduğu için konuyu Anayasa Mahkemesi’ne 2 Ocak’ta iletti. Mahkeme hemen toplandı. Adalet Bakanlığı’ndan görüş istedi. İşe bakın ki Adalet Bakanlığı bir saat içinde resmi görüşünü bildirdi. Anayasa mahkemesi tekrar toplandı ve üç milletvekili ile ilgili karar aldı. Bu karar yıldırım hızıyla Diyarbakır’daki özel yetkili mahkemeye bildirdi. O mahkeme de görülmemiş biçimde elektronik ortamda karar yazarak üç milletvekilini tahliye etti.
Peki bu yargıya ne diyeceğiz şimdi. Tam üç yıl hiç kimseyi dinleme, sonra bir gün içinde jet karar ver. Adalet adına mı yoksa “Hele bir yapma da görürsün sen o zaman gününü” türü bir telkinle mi oldu bütün bunlar?
Hepsini bir kenara bırakalım. O mahkemelerin üyeleri vicdanen rahatlar mı? Gece huzur içinde uyuyabiliyorlar mı?
Geçelim.
Şimdi yeniden yargılama gündemde. Tamam da eğer böyle bir şey olursa ve üstelik sanıkların büyük bölümü beraat ederse o hakimlerin durumu ne olacak?
Örneğin şu Yargıtay’daki hakimler. Balyoz davasının temyiz duruşmalarında önlerine 1300’ün üzerinde adli, hukuki hata kondu. Belgelerin nasıl oluşturulduğu, dijital ortamda sahte belgelerin nasıl hazırlandığı, imzasız ihbar mektuplarının sahteliği, gizli tanıkların aslında var olmadığı, hepsinin bir güç tarafından organize edildiği kanıtların çoğunun geçersiz olduğu tek tek anlatıldı.
Ne yaptı o Yargıtay hakimleri. Öyle baktılar. Tınmadılar bile ve onlarca subaya olabilecek en ağır cezaları verdiler.
Bütün bunlara kimse kulak asmazken Başbakan’ın yakın bir adamı çıktı ve “Orduya kumpas kuruldu” dedi. Aaa işe bakın, hemen ciddiye alındı.
Şimdi o Yargıtay’daki hakimlere sormak isterim. Sahteliği zaten kanıtlanmış olan güya delillerin bu kez yine sahte olduğu kanıtlandığında ne yapacaksınız? Bunlar size gösterildi, anlatıldı, dinlemediniz bile. Yukarıdan gelen rüzgara göre davranıp ordunun şerefli subaylarının onurlarıyla oynadınız. Bunun bedelini nasıl ödeyeceksiniz? Yeniden yargılanma olup da yapılan tüm sahtekârlıklar bu kez resmen karara bağlandığında, hayatlarını çaldığınız o insanlara bunun karşılığını ödeyecek gücünüz var mı?
Sevgili izleyiciler; bu iktidarla birlikte aslında hukuksuz işlem falan yapılmadı. Hukuk tamamen ortadan kaldırıldı. Demokrasi ise askıya alındı.
İşte yıllardır bunu anlatıyorduk.
Şimdi kalkmışlar devlet içinde devletten, paralel devletten söz ediyorlar.
Yok böyle bir şey.
Devlet içinde devlet falan yok, olan şu ki, bu iktidar devleti başına buyruk biçimde, dilediği gibi yönetiyordu. Bunun için de kendi içinde bir takım ittifaklar kurmuş görev dağılımı yapmıştı.
Bir AKP’li milletvekilinin de sanki matah bir şey söylüyormuş gibi itiraf ettiği gibi emniyet ve yargı cemaate devredilmişti.
O cemaat, hükümetin önünü tıkama ihtimali olan bütün taşları ortadan kaldırmak için ne yasa, ne hukuk, ne hak, ne özgürlük tanımadan, sahte belgelerle, fişleme ve izlemelerle, gizli kayıtlarla akıl almaz komplolara ve kumpaslara imza attı.
Aslında cemaat dediğime bakmayın, o sırada böyle bir ayrım da yok yani, hep birlikte yapıyorlar bunu, sadece görev dağılımı dedim ya, bu kirli işler cemaate düşmüştü.
Neden? Çok basit, cemaat bu konuda daha donanımlı, eğitimli ve bilgili. AKP’nin kendi kadrolarında bu işleri bilen, kotarabilecek yeteneğe sahip kişiler yok. Tıpkı entelektüel birikimleri olmadığı için eski Marksist komünist döneklerden destek aldıkları gibi cemaatten de bu desteği alıyorlardı.
Tabii cemaatle “inanç kardeşliği” de var. Eski Marksist komünist döneklerle ise böyle bir birliktelik yok. Bu nedenle onların bir son kullanma tarihi vardı, süresi dolan buruşturulup bir kenara atıldı. Bunlardan çok ünlü bir tanesi bugünlerde Başbakan’a saydırıyor da saydırıyor. Oysa biraz vicdanı olsa güya demokrasi ve hukuku savunuyorum diyerek Türkiye’ye verdiği zararı düşünüp AKP’yi nasıl palazlandırdığını görerek utanır, ama nerdeeee bunlarda o surat.
Neyse, onları tarihin çöplüğünde bırakalım ve cemaate dönelim. Bu kirli operasyonlar AKP’ye muhalif çevrelere yapılırken elbette bir sorun yoktu. Ama Türkiye dönüştürülürken, elbette iktidar içindeki koalisyonda da anlaşmazlıklar yaşanması doğaldır. Eeee o kadar kirli işi yapanlar daha da etkin olmak ve en önemlisi bu etkinliklerini sağlamlaştırmak için bir şeyler yapacaklar.
Ama bu kirli operasyonlar sayesinde iktidarın ana damarı da çok güçlenmiş artık, onlar da giderek ortak istemiyorlar.
Yani çatışma ve kavga kaçınılmazdı aslında ve beklenen oldu.
Sevgili izleyiciler, lütfen aklınızı çetelerle, devlet içi devletlerle, paralel devletlerle falan karıştırmayın. Bugüne kadar birlikte yürüyen ve Türkiye’yi Atatürk Cumhuriyeti’den kuruluş felsefesinden, devrim ve ilkelerden arındırmak isteyenler arasındaki bir çıkar kavgasıdır bu.
Şimdi ne yapacaklarını bilemez halde panik içindeler.
Bu arada iki konuya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Lütfen anlatacaklarımı iyi düşünüp kendi vicdanınızda karar verin.
Başbakan devlet içinde devletten söz ediyor, sonra da bunların inlerine gireceğini belirtiyor. Artık herkes hemfikir ki, devlet içinde devletten kastedilen Fethullah Gülen cemaatidir. Bunda bir anlaşmazlık yok değil mi?
Peki, şimdi iyi düşünün, bu ülkenin cumhurbaşkanı Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen’e bir elçi gönderiyor. Bu elçi durumun tekrar düzeltilmesi gerektiğini anlatıyor, belli ki Gülen de aynı kanıda. Bu nedenle Cumhurbaşkanı’na bir mektup yazarak “gönderdiğiniz kişi” ifadesini kullanıyor ve bu mektubun başbakan tarafından da okunmasını istediğini belirtiyor.
Eeee, ne oluyor şimdi? Başbakan’ın “ete” dediği “devlet içinde devlet” diye tarif ettiği cemaatle Cumhurbaşkanı temas kuruyor. Siz merak etmiyor musunuz, Başbakan “inlerine” gireceğiz dedikten sonra Cumhurbaşkanı kastedilen kişiye elçi gönderiyorsa bu ne demektir? Bu nasıl devlet yönetimidir böyle? Allah’ım Türkiye ne günlere kaldı böyle?
Yine vicdanınıza emanet edeceğim bir konu da şu; Birkaç gündür yandaşların Erdoğan kanadı Başbakan’ın gösterdiği yolda “çete” diye nitelendirdikleri kesim üzerinde bir itibar yok etme eylemi yapıyor. Bunlardan biri Ergenekon davasını başlatan ve başına buyruk davranarak Türkiye’nin yurtseverlerini zindanlara dolduran savcı Zekeriya Öz.
Başbakan çete savaşı yaptığını anlattığı günlerde isim vermeden “Bir savcı var, iş takibi yapıyor” demişti. Erdoğancı medya iki gün içinde bu savcının Zekeriya Öz olduğunu ifşa etti. Sonra Başbakan “Yılda 22 kez yurtdışına turistik amaçla çıkan savcı mı olur?” dedi. Aynı medya bu savcının da Zekeriya Öz olduğunu açıkladı ve bu savcının lüks kayak gezilerini ve Dubai’de Arap şeyhleri gibi yaşadığı tatili ballandıra ballandıra anlattı. Öyle ki bu medya savcının harcamalarının faturalarını bile bulmuş Dubai gezisi 35 bin dolara mal olmuş. Bu faturaları da bir inşaat firması ödemiş. Sonra savcı açıklama yaptı 2Bu faturaları kendi cebimden ödedim” dedi. İyi valla, demek ki savcılarımız 4 gün için 35 bin dolar ödeyecek kadar iyi kazanıyorlar.
Ama mesele o değil. Bu savcı herhalde bu yurtdışı gezileri 17 Aralık’tan bu yana yapmadı. O halde bunlar önceden biliniyordu, ama o savcı iktidarın çok hoşuna giden işlere imza attığı için bunda bir sorun görmüyorlardı. Şimdi iş değişti. Haydi oturun da bunu vicdanınızda bir tartın bakalım.
Zamanım azalıyor, bugün bir Konya daha değinmek istiyorum. Adana’nın şaka gibi valisi bir skandala daha imza attı. Adana’nın kurtuluş günü törenlerine halkı sokmadı. Polis tören alanını barikatlarla kapatıp sadece valinin izin verdiği isimleri içeri aldı. Halkı içeri sokmayan vali ise törenlerde 30’un üzerinde polis tarafından korundu.
İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Bu iktidar onca kötü işin arasında bir de bu tür insanları Türkiye’nin başına musallat etti.