AKP ile Cemaat neden çatışıyor
İyi akşamlar sevgili izleyiciler; Bugün gündemin en önemli konularının başında hükümetin dershaneleri kapatmak için başlattığı hamle ile özellikle Gülen cemaatinin buna karşı şiddetli tepkisi geliyor. İktidarın en önemli dayanaklarından biri olan Gülen cemaati ile aranın bozulduğu, bu ilginç savaşta kimin ne kadar öne geçeceği daha doğrusu kimin galip geleceği herkesin merakı.
Tabii hakim inanış iktidarla cemaatin çıkar birliği olduğu ve bu nenle ikisinin biraz tartışsa bile asla ayrılmayacakları yönünde. Ancak bu kez bu ne kadar gerçeği yansıtıyor. Bu akşam biraz bunun üzerinde durmak istiyorum sizlerle.
Günün önemli gelişmelerinden biri Bülent Arınç'ın "siyaseti bırakıyorum "şeklinde anlaşılacak sözlerinin yankıları. Bu konuda da söylemek istediklerim var.
Bir diğer konu Başbakan'ın Diyarbakır çıkarması ve Barzani ile yarın yapacağı görüşme. Bu konuda hafta içinde ayrıntılı bilgiler vermeye çalışmıştım sizlere. Artık o önemli gün gelip çatıyor.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yerel seçimler ve İstanbul adayı konusunda ilginç açıklamalar yaptı dün gece, vaktimiz elverdiğince bu akşam da buna değinmeye çalışacağım.
Yerel seçimlerle ilgili sadık güvenliği ve temiz oy kampanyası da sürüyor biliyorsunuz. Liberal Parti'nin temiz seçim konusunda Yüksek Seçim Kurulu'na yaptığı bir başvuru ve aldığı cevap var, bunun da üzerinde durmak istiyorum.
Öncelikle dershaneler konusuna gelelim. Birincisi konu çok yeni değil. Aslıda iktidar uzunca bir süredir dershaneleri kaldırmak istiyor. Gerekçe ise dershanelerin eğitim sistemini bozduğu. Peki dershaneler kalkınca ne olacak, "onları okula çevirelim" diyorlar.
Şimdi sevgili izleyiciler dershaneler gerçeği neredeyse 40 yıldır eğitim sistemimizin bir gerçeği. Üniversiteye giriş lise ve dengi okullardan mezun olmaya, ve bu mezuniyetteki başarı durumuna göre değil de herkesin yarış atı gibi koşturulduğu bir sınav sistemine bağlı olunca dershaneler bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.
Nedir bu zorunluluk? Lise ve dengi okullarda klasik eğitim sistemi var. Öğrenciler dersleri dinliyorlar, sınıfta tuttukları notlardan ve okul kitaplarından yararlanarak yıl içinde sınavlara giriyorlar aldıkları notlarla mezun oluyorlar.
Sonra sıra geliyor üniversite giriş sınavlarına. Daha önceki sistemde yazılı ve sözlü sınavlara alışmış olan öğrenciler bu giriş sınavında çok farklı bir sistem olan test sistemi ile karşılaşıyorlar. Bu sınavda öğrencilerin bilgisi elbette çok önemli ama asıl başarmaları gereken test sistemini çözmek, test sisteminin inceliklerini bilerek bilgilerini anında cevaba dönüştürebilmek.
İşte dershanelerin önemi ve hatta gerekliliği burada ortaya çıktı.
Şunu hepimizin bilmesi gerekiyor. Dershaneler bir eğitim kurumu değildir. Üniversite hazırlığı yapan öğrenciler için bir destek ünitesidir.
Ne yapılır dershanelerde. Çok açık söyleyeyim, bilimsel bilgi değil öğrencilere test çözme teknikleri test çözmenin incelikleri hatta kolaylıları öğretilir.
Yani dershaneyi de bitiren bir öğrenci lise ve dengi okullarda okutulan dersleri daha iyi öğrenmiyorlar, üniversite sınavında bu derslerden çıkacak soruları en hızlı, en kolay ve hatta en kurnazca çözebilme tekniklerini öğreniyorlar.
Bir kere bunu saptamamız gerek.
Bu benim öğrencilik yıllarımda da böyleydi. Şimdi de böyle. Fark şu. Benim dönemimde dershane değil üniversite hazırlık kursları olarak anılırdı sonra sanıyorum Milli Eğitim sistemine uygun hale getirilmesi için bunlara Dershane statüsü tanındı.
Bizim dönemde de dershanelere giden olurdu ama sayısı şimdiki kadar değildi. Sınırlı sayıdaydı, hatta biraz da maddi durumu iyi olan ailelerin çocukları bu kurslara ya da dershanelere gidebilirdi.
Ancak geçen yıllar içinde dershaneler üniversite giriş sınavları konusunda okulları solladı. Çünkü öğrenciler ve aileleri üniversite giriş sınavlarının normal okulla halledilemeyeceğini, çocukların ancak test sistemine adapte olmaları sayesinde bu sınavlarda başarılı olabileceğine inandılar.
İşte ondan sonra dershane sayısında patlama oldu. Anadolu'nun en ücra köşelerinde bile mutlaka bir dershane açıldı.
Aslına bakarsanız dershane sayısının artması üniversite giriş sınavındaki haksız rekabeti de bir ölçüde ortadan kaldıran faktördür. Çünkü dershane sistemi öyle bir hale geldi ki, köklü, iyi öğretmenlerden oluşan kadroya sahip okullarla Anadolu'nun bir yerinde binbir güçlükle okula giden sonra da aynı yarışta aynı kulvara konulan öğrenci arasındaki test çözme yeteneği konusunda fazla fark kalmadı.
Sonuçta eğitim sistemimiz öyle bir hale geldi, istediğiniz kadar iyi bir okulda okuyun, bir değil iki yabancı dil öğrenin, okulunuzun her türlü olanağı, sınıflar, laboratuarlar en iyisi olsun, dershaneye gidip test tekniklerini, üniversite giriş sınavı sorularına kolay, hızlı ve kurnazca cevap verebilme yeteneğini almadan sınavı kazanamaz hale geldiniz.
Yani sonuç şudur; ilkokuldan başlayıp özel okullarda, orta okulu, liseyi okuyup bitiriyorsunuz ama üniversite sınavında başarılı olmak için mutlaka bir dershane tedrisatından da geçmeniz gerekiyor. Çünkü mevcut eğitim sistemi, öğrencileri test sınavıyla yarışa soktuğu halde, eğitimi buna uygun vermiyor.
Böylelikle öğrenciler lise birden itibaren ama özellikle lise son sınıfta, normal okullarına gittikleri gibi hafta sonlarında da dershanelere gitmeye başladılar. Örneğin bizim zamanımızdaki üniversite hazırlık kursları eğitim dönemi bittikten sonra açılırdı. Lise biter sonra sınava kadar dershanelere gidilirdi, test teknikleri ve kolaylıkları öğrenilirdi.
Oysa günümüzde artık dershaneler hafta sonları değil, tıpkı normal okullar gibi hergün, sabahtan aşama kadar hizmet verir hale geldi. Özellikle liseyi bitirdiği yıl üniversiteyi kazanamayanlar, ertesi yılın sınavlarına hazırlanmak için yıl boyu aynı okula gider gibi dershanelere gitmeye başladılar.
Aslına bakarsanız bu sakat bir sistem, olmaması gereken bir sistem. Ama gelin görün ki başka çare de yok. Eğer üniversiteye girmek için böyle bir yarış yapılıyorsa, sadece okulda öğretilenlerle iş halledilemiyor.
Efendim peki çocuklar lisede veya dengi okullarda bir şey öğrenmiyor mu? Öğreniyor elbette ama, daha sonra sokulan yarışa yetmiyor bu öğretilenler.
Şimdi bazı sayılar vereyim, konu daha rahat anlaşılacaktır. Bugün aldığım rakamlara göre şu anda tüm Türkiye'de ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetimine tabii tam 3 bin 640 dershane var. Bu dershanelere devam eden öğrenci sayısı 1 milyon 234 bin ki bu sayı lise ve dengi okullarda okuyan öğrenci sayısının biraz altında. Yani demek ki hemen her öğrenci üniversite sınavından önce bu tür dershanelere gitmek zorunda hissediyor kendini veya velilerinin tercihleri bu yönde.
Peki bu dershane piyasasında dönen para ne kadar? İşte o da dudak uçuklatacak ölçüde. Tam 3 milyar tl'lik bir kazanç var bu alanda. Elbette brüt. Sıfırların atılmadığı eski para ile 3 katrilyon lira.
Bu arada aklıma ne geldi, biliyorsunuz Başbakan yaptıkları bir işi övmek ve parasal değerini çok büyük göstermek istiyorsa hep eski rakamları kullanıyor. "Öğrenciye 5 milyarlık kaynak sağladık" diyor örneğin. Tamam güzel de o eski parayla, bugünkü karşılığı 5 milyon lira. O da az mı? Değil ama milyar deyince daha ağız dolduruyor, bu arada millet bunun eski para mı yeni para mı olduğunu da anlamıyor. Yani bir tür propaganda yöntemi. Neyse.
3 milyar deyince biraz gözünüzün önüne gelsin diye söyleyeyim, örneğin İçişleri bakanlığının bütçesi 2.8 milyar lira. Yani onca polis, karakol, araç, silah ve mühimmat, istihbarata harcanan paralar falan hepsini topluyorsunuz 2.8 milyar lira. Ama dershanelerin yıllık cirosu 3 milyarı aşıyor. Örneğin yine şöyle bir gözünüzün önüne getirin, sağlık bakanlığının bütçesi 2.5 milyar. O kadar hastane, doktor, sağlık personeli, araç gerek, tıbbı cihaz, hepsi 2.5 milyar.
Bu dershanelerde elbette çok sayıda öğretmen ve diğer idari personel de çalışıyor. Bugün aldığım rakamlara göre dershanelerde çalışan öğretmen sayısı 57 bin. İdari personelin toplam sayısı da 50 bin civarında. Yani sadece dershaneler 112 bin kişiye istihdam sağlıyor.
Buraya kadar biraz teknik bilgi naklettim sizlere. Peki cemaat işin neresinde? İşte bu önemli. Fethullah Gülen, kendisine inanan ve destekleyenlere uzun yıllar önce birkaç alanda yatırım yapmalarını tavsiye etmişti. Eğitim, sağlık ve finans. Eğitim bu yatırımlar içinde en yaygın olanı. Biliyorsunuz Gülen cemaatine bağlı neredeyse dünyanın her ülkesinde özel okullar var. Afrika'nın kuş uçmaz kervan geçmez bir ülkesine gidiyorsunuz, orada mutlaka bir tane Türk okulu vardır. Amerika'da bile sayısız okul var.
Dünya çapında okullara öncülük eden Gülen cemaati elbette aynı yatırımları Türkiye'de yaptı. Ama Türkiye'de bir şey daha yaptı. Madem ki lise ve dengi okullar üniversite girişinde yeterli olmuyor ve dershanelere ihtiyaç duyuluyor o halde çok sayıda dershane de açmak gerek. Cemaat bunu yaptı. Tam sayısını bulamadım bugün, ama şu gerçek biliniyor ki dershanelerde en büyük pay cemaate ait olanlarda. Yani 3 milyarlık cironun önemli bir bölümünü cemaatin dershaneleri topluyor.
Bu durumda dershanelerin kapatılmasının en büyük darbeyi cemaate vuracağı kesin.
Pekiii, gelelim işin püf noktasına. Cemaat dershanelerin kapatılacağı tartışmalarının başladığından bu yana çok sert eleştiriler yapıyor. Bu özellikle son iki gün görülmemiş boyuta çıktı. Bugün cemaate yakın gazeteler ve televizyonlar iktidar aleyhine şiddetli bir kampanya yürütüyor. Cemaatin en bilinen gazetesi zaman dershanelerle ilgili alınmak istenen kararların darbe dönemlerinde bile düşünülmediğini yazıyordu manşetinden.
Sevgili izleyiciler, ilk bakışta cemaatin bu konudaki feryadını "kaynakları kesiliyor da ondan böyle bağırıp çağırıyorlar" diye değerlendirebiliriz. Ama bu çok doğru bir yaklaşım değil. Elbette dershanelerden gelen gelirin kesilmesi cemaati sıkıntıya sokar, ama maddi olarak devasa bir güce kavuşmuş cemaat için bu o kadar da önemli bir meblağ değil. Sorun daha derinlerde.
Sevgili izleyiciler, cemaat olgusu, Fethullah Gülen cemaati, ne olup olmadığı konusunda tam anlaşılmış değildir. Sonuçta Gülen bir din büyüğü olarak anılıyor, ona inanan, güvenen, söylediğini iki etmeyen geniş bir taban olduğu söyleniyor. Ancak yapıya baktığımızda ağırlıklı olarak din temasının işlenmesine rağmen, bu cemaatin bir büyük holding gibi çalıştığını görüyoruz. Az önce dediğim gibi başta eğitim, sağlık ve finans olmak üzere, son yıllarda özellikle imalat sanayindeki atılımlarıyla, cemaat 50 milyar dolarlık bir maddi güce erişmiş görünüyor.
Rakamlarda yanılabilirim ama aşağı yukarı bu böyle. Peki bunların hepsi aynı merkezden mi yönetiliyor. Hayır öyle değil, ama hepsi aynı anda aynı şekilde davranabiliyor. Aralarında, cemaatçilikten de gelen bir alışkanlıkla böyle bir bağ var.
Kritik bir anda, yüzlerce belki binlerce şirketten oluşan ama toplam hacmi 50 milyarı bulan bir yapının, arasında organik bağ yok gibi görünse de aynı şekilde kararlar aldığını ve harekete geçtiğini düşünün. Ekonomiyi canlandırabildiği gibi bir anda çöküşe bile neden olabilir.
İşte cemaat, bir yandan bu büyük maddi gücü diğer yandan dini hassasiyetleri iyi kullanarak bugünkü iktidarın en büyük ve sarsılmaz desteği haline geldi. Oysa örneğin 28 şubat dönemine bakarsak, cemaatin o günkü Erbakan Çiller hükümetine çok yakın olmadığını hatta o garip günlerde bizzat Gülen'in "beceremediniz artık gidin" türü çıkışlar yaptığını, türban konusunda "devletin dediğine uyun" çağrıları yaptığını hatırlayacaksınız.
Cemaat yardım ve dayanışma vakfı gibi çalıştığı halde aslında son derece siyasi ağırlığı olan bir oluşum. Bu oluşum Türkiye'nin kaderini ve geleceğini bir din devletinde gören, ama bunun için dünya dengelerini de gözeterek acele etmeden, hatta tuğla tuğla örerek yürümekten yana bir yapı aynı zamanda. Gülen'in amacı kendi sağlığında arzuladığı her şeyi görmek ve yaşamak değil, bunu belki kendisinden sonra başarılabilmesini sağlamak istiyor.
2002 yılında Erdoğan'ın AKP'yi kurması ve "yenilikçi" adıyla ortaya çıkmasına aslında Gülen cemaati ilk anlarda çok sıcak bakmamıştı. O kadronun ne yapacağını bilmek görmek istiyorlardı. Aksi takdirde onca yılın emeği de heba olabilirdi.
Gülen cemaatinin 28 Şubat'taki tavrı aslında buydu. Erbakan hükümetinin aşırı tepki çektiğini görmüş, onunla birlikte direnmesi halinde kendi yapısının da çökertileceğini fark ederek devletten yana durmayı tercih etmişti. Erdoğan'la aynı duruma düşmek istemiyordu.
Ancak Erdoğan iktidarı, öncelikle Türkiye'deki hakim yapıyı memnun ve mutlu edecek biçimde ekonomi yönetimini onların istediği biçimde şekillendirip, Avrupa Birliği hedefini de koyarak yol almaya başlayınca Gülen cemaati de rahatladı. Artık bu hükümetin yanında yer alabilirlerdi.
Şimdi sevgili izleyiciler, Erbakan'dan partiyi devralıp yeni parti kuran, yenilikçi sloganla yola çıkan AKP'nin kendi kadroları aslında bilgisiz ve yetersizdi. Örneğin medyada ağzı laf yapan, entelektüel birikimi olan yazarları düşünürleri yoktu. Devlet deneyimleri de yeterli değildi. Ancak bir şeyi iyi becerdiler. İktidarda kalabilmek için hakim sistemin adamlarından lojistik destek almayı başardılar.
Cemaatin devreye girmesi bu sıradadır. Cemaat, bir din temelli siyaset yürütmesine rağmen, çeşitli faktörleri kullanarak çevresinde aydınlardan, entelektüel birimi olanlardan, özellikle eski sol ve sosyalist çevrelerden bir hayran, sempatizan halkası kurmuştu.
Hatırlayın Ecevit bile Gülen cemaatine çok sıcak davranmış, Fethullah Gülen'in eğitim hamlelerine destek vererek hayranlık belirtmişti.
Gülen bu çerçevede yurtdışı bağlarını da geliştirmiş, özellikle Amerika ile ilişkilerinde çok yakınlık kurmuştu. Bu sayede çok adam yetiştirdi. Bunlar Amerika'da Avrupa'da okudu, bilgi birikimine sahip genç, yetenekli ama en önemlisi zihinleri din temalarıyla dolu, cemaate ve liderine ölümüne bağlı bir büyük ekip yetişti.
Bunlar kimlerdi? Yıllar önce İmam Hatip Okulları'nın liseye çevrilmesiyle üniversiteye giriş hakkı kazanan ve bizzat cemaat eliyle Siyasal, hukuk gibi fakültelere yönlendirilmiş gençler. Bu gençler siyasal bitirip devletin mülki idaresinde görev aldılar. Kaymakam vali oldular. Hukuku bitirenler avukat olmanın yanı sıra hakim ve savcılık koltuklarını doldurdular. Yurtdışında okutulanlar ise genellikle ekonomi ve bilgisayar bölümlerine yöneltildiler.
Bütün bunlar çok sessiz ve derinden gidilerek yapıldı. Hani tuğla tuğla dedim ya, aynen böyle. Gülen'in "Bulunduğunuz yeri koruyun, size ihtiyaç duyuluncaya kadar da kimliğinizi belli etmeyin, gerekirse yutkunun, içinize atın ama sabredin" türü söylevlerini herhalde herkes hatırlayacaktır.
Uzatmayayım, Erdoğan'ın mevcut sisteme güven vererek devletin organlarında otoriteyi kurmaya başlamasıyla birlikte Gülen de lojistik desteğini Erdoğan'ın arkasına verdi.
Dediğim gibi Erdoğan ve ekibinin nitelikli kaliteli, bilgili ve yetenekli kadroları yoktu. İşte Gülen hareketi bu boşluğu doldurdu. Devlet kadındaki hakimler savcılar, polisler, kaymakam ve valiler bir anda ortaya çıkarak AKP iktidarının arasına geçtiler. Ama asıl operasyon AKP iktidarı için tehdit ve tehlike olarak görülen silahlı kuvvetlerdi. AKP bu güçle nasıl baş edeceğini tam bilmiyordu ayrıca cesareti de yoktu.
Bu cesareti ve güveni Gülen ekibinin sağladı. Cemaatin etkili isimleri devletin kilit noktalarındaydı ve artık daha cesurca yürünebilirdi. İşte Ergenekondu Balyozdu gibi davalar bu aşamada açılmaya başlandı. İlk başlarda tedirgin olan AKP iktidarı, baktı ki, hiçbir şey olmuyor, ondan sonra daha da sertleşti ve orduyu hallaç pamuğu gibi attı.
Şimdi diyeceksiniz ki peki ne oldu da bu birliktelik bozulmaya yüz tuttu. Bana göre olay şudur; Erdoğan ve hükümeti işbaşına geldiği günden beri dış güçlerin çok etkisi altında. Bir taraftan kendi iktidarını sağlam tutmak diğer taraftan asıl hedefine gitmek için batının desteğine muhtaç olduğunu gören iktidar, batından gelen bütün taleplere boyun eğdi. Bazen etrafa efelenmeleri babalanmaları biliyorsunuz hep iç politika uğrunaydı. Dışarıda hiçbir şeye itiraz etmeyen, istekleri aynen yerine getiren Erdoğan içerde ise sanki tüm dünyaya meydan okuyan, Amerika'ya bile ayar veren lider pozlarındaydı. Bunları çok konuştuk zaten daha önceden.
Ancak sevgili izleyiciler son iki yıldır, özellikle Suriye kriziyle birlikte hem dünya dengeleri değişti hem de iktidar üst üste çok fahiş hatalar yaptı.
Türkiye'de çok güçlenen Erdoğan, dıştan aldığı destekle Ortadoğu'da lider olabileceği vehmine kapıldı. Aceleci davrandı. Örneğin Suriye'de ön alması halinde Ortadoğu'nun vazgeçilmez lideri olabileceğini düşündü. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Suriye politikası tutmadı. O tutmadıkça Erdoğan zorladı, "bana biraz daha süre" dedi. Yine olmadı. Mısır'da batı çıkarlarına ters politika izledi. Önceden destek verdiği halde el altından Mürsi'ye destek verdi. Bunların öğrenilmemesi mümkün müydü? Bunun üzerine batılı güçler Erdoğan'ı uyarmaya başladı. Olmadı tehdit ettiler. Obama boşuna mı beysbol sopasıyla fotoğraf çektirdi.
Erdoğan Güneydoğu politikasında da hata üstüne hata yaptı. Şimdi bazı aklıevveller kürt sorununu ancak Erdoğan'ın çözebileceğini falan söylüyor, ama inanın bu mümkün değil. Çünkü ilk günden beri içeriği olmayan, gelişmeleri kendi akışına bırakan ve her seferinde bundan AP'nin güçlenmesini, oy potansiyelini artırmayı düşünen bir politika izledi Erdoğan.
Evet kürt sorununda çok mesafe alındı. Alındı alınmasına da, bundan 15 yıl önce dile getirilen taleplerin çok ötesine geçti Kürt milliyetçilerinin ve PKK'nın talepleri. Şimdi finale doğru gidiyoruz. Gelinen noktada istekleri Türkiye'nin karşılaması çok zordur. Daha doğrusu bunların barış ve sükun içinde halledilmesi artık çok zordur. Dün söyledim size, tamam anayasa değişsin, özerk bölge tanımı yapılsın, ne olacak o zaman? Sınırı nasıl çizeceksiniz. İşte en önemli noktaya geliyoruz, çizin bakalım sınır, hiç kavga etmeden, gerginlik olmadan. AKP'nin arkasında duran, demokrasi, barış, nutukları atan, AKP'li olmadığı halde payandalık yapanlar, alsınlar ellerine kalemi çizsinler sınırı.
Özerklik, federasyon, hatta bölünme bile olabilir diyenler, halk deyimiyle zurnanın zart dediği yere geliyoruz, sorun şimdi başlıyor farkında mısınız?
Bu sıkıntılar gözlediğim kadarıyla dünyadaki egemen güçlerin Erdoğan ve iktidarına olan güvenini sarstı. Artık sanıyorum ciddi ciddi Erdoğansız bir Türkiye'yi düşünmeye başladılar. Sadece yerine kimi veya neyi koyacaklarını şu anda tam olarak kestiremiyorlar, bunun arayışlarını sürdürüyorlar.
Gelelim cemaate. Amerika ile çok yakın ilişkisi olan bu hareket Türkiye'nin gittiği yolu görüyor. Şurası kesin ki AKP iktidarı gidecektir. Nasıl ve ne zaman? Tahminim yerel seçimler bunun için çok uygun bir ortam. Eğer iktidar yerel seçimlerde ağır bir darbe yerse AKP'nin çatırdaması gündeme gelecektir. Erdoğansız bir AKP'nin fazla bir varlık gösteremeyeceği de kesindir.
Aksi takdirde yıkılacak Erdoğan hükümetinin alında herkes kalacaktır, özellikle cemaat tekrar toparlanması uzun yıllara yayılabilecek bir hasar alabilir.
İşte bana göre cemaat bu tehlikeyi görüyor ve şimdiden önlem alarak Erdoğan'ın arkasındaki desteği çekmiyor ama çekeceği duygusunu veriyor.
Peki ne olur? Ya iktidar durumun farkına varır ve tekrar 2004- 2005-2006'daki pozisyonuna döner ve cemaat desteğini tekrar arkasına alır ya da bunu anlamaz ve kaçınılmaz sona doğru gider.
Sevgili izleyiciler, Erdoğan iktidarının arkasındaki desteğini çeken cemaat, diğer siyasetlerin de sempatisi nedeniyle aynı gücünü bu kez başka siyasi partilere kaydırarak sürdürür. Yani cemaat aslında bunun önlemini alıyor.
Şimdilik bu konuda bu kadar. Zamanımın büyük bölümünü buna harcamışım. Aslında değinmek istediğim birkaç konu daha vardı baştan da söylediğim gibi. Onları da kısa kısa geçeyim. Arınç olayı var örneğin. Siyaseti bırakacağını söyledi. Belli ki bir kırgınlık var. Ama Arınç'ı dinleyince bu kırgınlığını bir hesaplaşmaya dönüştürmeyeceğini anlıyorum. Haftaya başka gelişmeler olursa o konuya daha ayrıntılı girerim. Liberal partinin temiz seçim için yaptığı öneriyi de anlatacaktım ama ona da vakit kalmadı. Artık pazartesiye.
Birazdan Ümit Zileli Ana Haberler'le karşınızda olacak. Pazartesi akamı aynı saatte görüşmek üzere hepinize iyi hafta sonları dilerim. Hoşçakalın.