İstanbul'da okullar neden tatil edilmedi?
İyi akşamlar sevgili izleyiciler; başta İstanbul olmak üzere neredeyse tüm Türkiye ağır kış şartları altında. İstanbul zor günler yaşıyor deyince bazıları hemen itiraz ederler, yıllardır sürdürülen bir edebiyattır bu; "İstanbul'a bir kar yağıyor bütün medya sanki çok büyük olaymış gibi İstanbul'u yayınlıyor, Doğu'da kar yağdığında köy yolları 6 ay kapalı kalıyor." Teknik olarak doğru elbette ama koşullar farklı. İstanbul kar memleketi değil. Yılda bir iki kez yağar ama neredeyse 15-16 milyon insanın hayatını felce uğratır. Adeta hayat durur. Ayrıca bu sadece bizde de böyle değil. Dünyanın bütün ülkelerinde de böyledir. Örneğin Amerika'nın Wyoming eyaleti tıpkı bizim Doğu gibidir. Kar bir yağar üç dört ay kalkmaz. Ama hayat da ona göredir. New York tıpkı İstanbul gibidir, orada da kar yılda birkaç kez yağar, ama yağdığında hayat durur. Bütün medya da New York'u haber yapar.
Sevgili izleyiciler, İstanbul'a kar yağdığında hep aynı çileyi çekiyoruz. Yollar tıkanıyor, insanlar perişan oluyor, çile ki ne çile. Ama bunun başka türlüsü de yok.
Örneğin bu konuda belediyeleri suçlamak da çok doğru değil. Bir anda bastıran ve hemen tutan kar karşısında çok hızlı ve kesin önlem alabilmek mümkün değildir. Ben Amerika'da da Avrupa'da da bir çok kentte aniden bastıran kar karşısında yerel yönetimlerin aciz kaldığına hep tanık oldum. Çünkü Moskova, Stokholm, Prag gibi kentler örneğin kar kentleridir ama Londra, Paris, Hamburg, New York kar yağışını yılda bir iki kez görür. Moskova kara karşı her daim hazırdır, Paris içinse karla mücadele çok büyük bir masraftır. İstanbul da öyle.
İşin aslına barsanız, keşke belediyelerimiz daha cesur olsa ve açıkça "Ey İstanbul halkı, kar yağdığında lütfen günlük hayatınızın akışını da değiştirin. Olanağınız varsa işinize gitmeyin, aracınızla sokağa çıkmayın, toplu taşıma araçlarını kullanın, ben tuzlama ya da ilaçlama dışında kara karşı hiçbir şey yapmayacağım, çünkü yılın sadece bir günü için harcanan milyonlarca lira sizin cebinizden çıkıyor, oysa bu paralarla bu güzel kente çok daha başka ve yararlı işler yapılabilir" diyebilse.
Tabii bunun için merkezi otoritenin de katkı sağlaması gerek. Örneğin dün akşam kar yağışı başladı. Vali beyimiz bir türlü okulları tatil etme kararı veremedi. Oysa Galatasaray Juventus maçı bile oynanamadı kar yüzünden. Bu arada Galatasaray'ı da kutlarım. Bügün o karlı sahada bize büyük bir mutluluk tattırdı. Evet ne diyordum, ne gerek vardı bugün okulları açık tutmaya. Zaten yokuşlu ya da dar sokaklarda oturanlar çocuklarını okullara gönderemedi. Bir çok aile de zaten etrafı bembeyaz gördüğünde kendiliğinden tatil ilan etti,
Çok bir şey değil ki, meteoroloji artık şaşmaz bir bilim. Karın hangi saatte yağacağı ve yoğunluğu bile önceden bilinebiliyor. Vali okulları bu hafta sonuna kadar tatil etse ne olur? Üç gün eksik gider çocuklar okullara, gerekirse yıl sonuna üç gün ekleniverir.
Sadece okullar da değil, devlet dairelerinde esnek çalışmaya geçilebilir. Çalışanlardan işe gelebilecek olanlar gelir, bir iki günlüğüne işler biraz yavaşlar olur biter. Her şeyi sanki bütün koşullar iyiymiş gibi yapmaya çalışmanın yarattığı ekonomik zararı düşünelim biraz.
Bakın İstanbul'da sadece tuz ve çözücü solüsyon kullanımının maliyeti 30 milyon lirayı geçiyor. Bu para yılın sadece birkaç gününde harcanıp gidiyor. Bu rakama kar araçlarının maliyeti dahil değil.
Kısacası bir iki gün yağan kar nedeniyle yaşadığımız sıkıntılardan çok da şikayet etmeyelim. Örneğin kar yağdığı halde kabak lastikli araçla yollara düşmenin alemi var mı? Ayrıca karda araç kullanmak da ayrı bir bilgi ve beceri gerektirir. "Altımda dört çeker var bana bir şey olmaz" demenin yararı yok. Güya cesurca araç kullanıp kayan ve yolları tıkayan ne kadar çok dört çeker var görüyorsunuz herhalde. Ayrıca bırakalım şikayet etmeyi de, yılın sadece birkaç günü yaşayabildiğimiz doğa harikasının tadını çıkarmaya çalışalım.
Sevgili izleyiciler bugün sizlerle Meclis ve bütçe görüşmeleri üzerine biraz konuşmak istiyorum. Haberlerde izlemişsinizdir, dün AKP hükümeti 2014 bütçesini Meclis'e sundu, görüşmeler başladı.
Meclis'in çalışma temposu içinde önemli günler vardır. Örneğin seçimden sonraki ilk meclis çok önemlidir. Bütün milletvekilleri yemin ederler. Partiler ve hükümet tam kadro halinde Meclis'te bulunur. Güvenoyu günü çok önemlidir. Meclis Başkanlığı seçimlerinin yapıldığı oturumun anlamı vardır.
Ancak en önemli oturumlar bütçe ile ilgili olanlardır. Özellikle bütçenin sunulmasından sonra muhalefetin bütçe üzerine konuşmaları o yılın en dikkat çeken günüdür. Milletvekillerinin meclis kürsüsünden konuşma süreleri iç tüzükle belirlenir. Bir kanun görüşülürken milletvekilleri kürsüde diledikleri kadar kalamazlar. Bu süreler kanunun durumuna göre danışma kurulu tarafından saptanır. Normal bir günde örneğin gündem dışı konuşma 5 dakika ile sınırlıdır. Kanun üzerine görüş bildirme süreleri 10 ile 20 dakika kadar olur.
Ancak bütçe üzerine yapılacak görüşmelerde grubu bulunan partilere bir saat süre verilir. Bu bütün meclis çalışmaları içinde bir siyasi partiye tek seferde verilen en uzun süredir. Partiler bu bir saati tek konuşmacıyla da değerlendirebilir, ama isterse yarımşar saatten iki konuşmacı ya da 20'şer dakikadan 3 konuşmacı da kürsüye gelebilir.
Genel eğilim, bütçe konuşmalarını parti başkanlarının yapması yönündedir. Kural değildir tabii, dediğim gibi eğilimdir.
Muhalefet bütçe konuşmalarını bitirdikten sonra Başbakan hükümet adına bu eleştirilere cevap verir. Onun da süresi bir saattir.
Sevgili izleyiciler, bu bilgileri neden verdim; çünkü çok partili demokrasimiz boyunca bu kurallara uymayan tek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Bu başbakan kendini tek adamlığa öyle bir kaptırdı ki, Meclis'i hiç takmadığı gibi bunu göstere göstere yapıyor. Erdoğan için Meclis'in hiçbir önemi yok. Meclis iktidarın denetleme ve hesap sorma yeri değil, Başbakan'ın istek ve arzularını hukuk kılıfına uydurarak hayata geçirilmesini sağlayan bir organ sadece. O Meclis'te AKP'nin ezici bir çoğunluğu var. Bu nedenle herhangi bir kanunun tartışılmasına, enine boyuna irdelenmesine gerek yok Başbakan için. Başbakan emredecek, Meclis toplanacak ve onun istekleri doğrultusunda kanunları geçirecek. Muhalefet varmış, onun da talepleri olurmuş, haklı eleştiriler getirirmiş, hiçbiri umurunda bile değil Erdoğan'ın.
Bunun da ötesinde bütçe gibi bir konuda bile ne muhalefete ne kendi partisine saygısı yok.
Az önce dedim ya Erdoğan gelmiş geçmiş başbakanlar içinde bütçe kuralını bozan tek başbakan diye. İşte dün, ana muhalefet partisi adına genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu çıktı bir saat kürsüde konuştu. Sonra diğer partiler de konuştu. AKP adına da bir saat konuşma yapıldı.
Bütün bu konuşmalar sırasında başbakan Meclis'te yoktu. 2014 bütçesi hakkında muhalefetin ne dediğini dinlemedi bile.
Sonra sıra bu eleştirilere cevap vermek için Başbakan Meclis'i teşrif etti. Çıktı kürsüye ve elindeki yazılı metni okumaya başladı. Diğer konuşmalarında olduğu gibi burada promter, yani karşısında yaptığı konuşmanın metni akan ekran olmadığı için kafasını öne eğdi ve kağıttan okudu
İşte bakın sevgili izleyiciler bu olmaz. Bu meclise saygısızlıktır. Bütçe konuşmasında başbakanlar yapılan konuşmalara cevap verirler. Kendi nutuklarını atmazlar. Hiçbir başbakan bu yöntemi uygulamadı. Başbakan hep demokrasiden hukuktan söz ediyor ama demokrasi ve hukukun asgari nezaketine bile uymaya tenezzül etmiyor.
Tabii burada başta CHP olmak üzere muhalefeti de eleştiriyorum. Başbakan kendi hükümetinin bütçesi için Meclis'e gelme zahmetine katlanmıyorsa, muhalefet de oturumu protesto ederek katılmayabilirdi. Muhalefetten kimse kürsüye çıkmadığı gibi salonda da bulunmazdı.
Bunu dün bir CHP milletvekiline söyledim. "Ama" dedi "Kemal Kılıçdaroğlu çok güzel bir konuşma yaptı, hiç olmazsa o kayda geçmiş oldu."
Tamam, gerçekten çok başarılı bir konuşma yaptı Kılıçdaroğlu. Ama kimin aklında ne kaldı? Bu bir. İkincisi o konuşma Salı günü grup toplantısında da yapılabilirdi. Oysa dün Erdoğan'ın tüm meclise yönelik nezaketsizliği yüzüne vurulabilirdi.
Muhalefet elbette eleştirmek, doğruyu göstermek, yanlışları ortaya çıkarmak ve konuşmaktır. Ama muhalefet aynı zamanda eylemdir. Bazen hiç konuşmadan bir eylem yaparsınız ve tarihe kazınırsınız.
Sevgili izleyiciler Mustafa Balbay'ın hapisten çıkması AKP çevrelerinde ciddi bir rahatsızlığa neden oldu. Evet, bazı yandaş gazeteler ve yazarlar "uzun tutukluluk da haksızlıktı" diyerek fazla yorum yapmamışlar ama, birçok yandaş yazar "bunun arkası da gelir, Ergenekon'dan içeri attırdığımız herkes çıkabilir" endişesini dile getiriyor. Eee öyle olması gerekiyor zaten, bütün tutuklular çıkmalı o zindanlardan.
Ama bu tahliyeye yorum getirirken çok komik duruma düşenler de var. Örneğin bazıları diyor ki "2010'da yapılan anayasa referandumuna hayır oyu verenler bilmeliler ki Balbay bu referandum sayesinde hapisten çıkabildi." Nedenmiş o. "Efendim o referandumda onaylanan anayasa mahkemesine kişisel başvuru hakkından yararlanmış Balbay, yoksa çıkamazmış. Hayır oyu verenler şimdi gerçeği anlamışlardır."
Allahaşkına sevgili izleyiciler, böyle mantık olur mu? Ona bakarsanız eğer Baykal 2004'te anayasa değişikliğine razı gelmeseydi Erdoğan'ın yasaklı hali sürecek ve milletvekili olamayacak ardından da başbakanlık koltuğuna oturamayacaktı. Öyle değil mi? Ama işte bu yandaşlar, her şeyi kişisel algıladıkları, hep hesap yaptıkları hep intikam duyguları içinde olup kin ve nefretle bezendikleri için daima bu tür kurnaz söylemler bulurlar. Ne yazık ki toplumun düşünmeyi pek sevmeyen, eğitim ve kültür açısından gelişmemiş kitleleri bu kurnaz politikalara prim verir. Neyse ne diyeyim, biz söylüyoruz da, anlayana tabii.
Sevgili izleyiciler bugün son olarak şu 4,4'lük büyüme rakamına değinmek istiyorum. Yandaşlar bugün çok sevinçliydi. "Hep eleştiriyorsunuz, her şeyi kötü gösteriyorsunuz ama bakın işte Türkiye yine büyüdü, siz ne söylerseniz söyleyin bu hükümet başarılıdır" diyorlar.
Evet, büyüme rakamları önemlidir. Ancak nasıl büyüdüğümüze de bakmak gerek. Ne yaptık da büyüdük. Çok daha fazla mı üretiyoruz, dışarıya çok mal mı satıyoruz, herkesin cebine giren daha mı fazla?
Öyle değil işte. Bu büyümelerin ana damarı borçlanma üzerine. Bankalar açmışlar kesenin ağzını, herkesi iştahlandıran reklamlarla halka sürekli para dağıtıyorlar. Bakın bu yılın başından beri bankaların halka dağıttığı yok tüketici, yok konut yok araba kredisi toplamı 66.9 milyar lira.
Herkes borçlanıyor, bu borçlarla ev araba eşya alıyor, kredi kartı borçlarını kapatıyor ama geleceğini de satmış oluyor. Kısmi ve sanal bir refah yaşıyoruz. Şu anda herkes halinden memnun, çünkü borcu borçla çevirip günü kurtarıyor. Müthiş bir tüketim çılgınlığı var, bazı malları yetiştirmekte bile zorlanıyorlar. Tabi herkes çılgınca tüketim yaptıkça üretim sanayi de yükselmiş görünüyor. Bu arada inşaat sektörü de bu borçlanmalar sayesinde tam gaz gidiyor. Ama bunlar borç ve mutlaka ödenecek. Şimdilik her şey güzel gibi görünebilir, halk da çok memnun mutlu yaşadığını sanabilir. Oysa bu borçlar ödenmek zorunda. Gün gelecek borcu borçla çevirmek de artık mümkün olmayacak. O zaman ne olacak?
Sadece uyarmak için söylüyorum bunları kimsenin keyfini bozmak, rahatını kaçırmak istemem. Ama siz bu kadar borçlanırken, gelecek günlerinizi şimdiden satarken, hükümet de bu sanal görüntüyle "nasıl da büyüttük Türkiye'yi" sevincini pompalıyor.
Zamanım dolmuş. Yarın aynı saatte yine sizlerle birlikte olmak dileğiyle hepinize iyi akşamlar diliyorum, hoşçakalın.