Erdoğan şimdi de Kürtleri bölüyor
İyi akşamlar sevgili izleyiciler; yeni bir hafta yeni bir umut diyelim. Geçen haftanın en önemli olayı Başbakan’ın Diyarbakır çıkarmasıydı. Barzanili, İbrahim Tatlıses’li, Şivan Perver’li toplu açılışlar, toplu nikahlar televizyonlardan canlı olarak yayınlandı. İlginç bir gündü.
Tarihi miydi? Evet. Olayları anlatırken bu tür tanımlamaları pek sevmem. Çünkü bu tanımlamalar neredeyse her şey için kullanıldı. Medyamıza göre her şey tarihi zaten. Bir de şu kritik sözü var. Hemen her MGK toplantısından önce anlı şanlı medyamız “kritik MGK” başlıkları atar. Sonra bir zirve mi olacak, tanım yapışır “kritik zirve.” Medyada genel olarak kalite düştüğü, eğitimsiz, kültürsüz ve bilgisiz insanlar hep işbaşına geçirildiği için her olayda “kritik” tanımını yapıştıranlarla doldu ortalık.
Örneğin penguen kanallarının çoğu Diyarbakır buluşmasını “tarihi” olduğu gibi “kritik” başlıklarıyla da duyurdu. Şöyle diyordu bu kanallardan birinin balığında “Diyarbakır’daki kritik buluşmaya bir gün kaldı.”
Şimdi bunlara aslında Türkçe dersi vermek gerek. “Kritik” demek “tehlikeli” demektir, “endişe veren” demektir. Oysa bizim yeni nesil gazetecilerimiz kritik kelimesini “önemli” anlamına kullanıyor.
Gerçi akılsızca seçilen bu başlık bir başka açıdan bakınca aslında doğru da olabilir. Gerçekten Diyarbakır buluşması sonuçta “kritik” yani tehlikeli ve endişe verici. Farkında olmadan bir anlamda doğruyu söylemiş oluyorlar, o da başka bir konu.
Neyse, biz geçelim Diyarbakır buluşmasına.
Şimdi kritik kelimesinden yola çıkarak ve anlamını söyleyerek “Diyarbakır buluşması kritikti” diyorum ya, şu nedenle; Sahnede iki ünlü türkücünün karşılıklı türkü söylemesi, onları izleyenlerin gözyaşlarını tutamaması, halkın coşkusu elbette güzel sahneler.
Ama bunun arkasında beni gerçekten çok tedirgin eden, korkutan başka bir gerçek daha var.
O da şu; Diyarbakır’da yapılan şov, o “yaşasın barış geldi” çığlıkları hepimize hakaret aynı zamanda. Çünkü sanki bu ülkede Kürtler ve Türkler birbirine düşmandı da nihayet şu Tayyip Erdoğan sayesinde barış sağlandı. Öyle bir hava yaratıldı ve öyle bir rüzgâr estirildi ki, sanki birbiriyle hasım iki aşiretin barıştırılma toplantısındaymışız gibi geldi bana. İki taraf birbirini bugüne kadar hep öldürmüş, birbirlerini hiç dinlememişler, sadece içlerinde kin ve öfkeyi kusmuşlar da, sonra iki tarafın da sözünü dinleyeceği bilge bir kişi gelmiş, bunları aynı masa etrafında toplamış ve onları barıştırıyor.
Bu hem Türkleri ya da öyle söylemeyeyim, bu ülkede yaşayan herkesi hem de Kürtleri rencide eden bir tutum. Çünkü tarih boyunca hiçbir zaman Kürtler ve Türkler birbirine düşman olmadılar, birbirlerini öldürmediler, zarar vermediler.
Peki ne oldu? Kimlik, kültür, bağımsızlık mücadelesi veren bir kesim, buna ulaşmak için terör yolunu kullandı. Devlet ise teröre karşı refleks göstererek, terörle mücadele yöntemleri devreye soktu doğal olarak. Ardından da tam 30 yıldır süren kaos içinde bulduk kendimizi. Üzüldük, ağladık, öfkelendik.
Bunlar yaşanmalı mıydı? Elbette hayır.
Ama şu gerçeği bilelim. Bugün varılan noktada terör olgusunu yok sayıp sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlamaya kalkmak, bütün yaşananları sanki Türklerle Kürtler arasında bir savaş varmış gibi sunmak, terörü bitirmeyi veya etkisiz hale getirmeyi “barış” diye sunmak en hafif deyimle ayıptır.
“Barış” düşmanlar arasında yapılır. Ortada düşman yok ki. Ayrıca “Bir yıldır şehit cenazesi geliyor mu?” gibi bir soru sormak da nasıl bir aymazlıktır,
anlayamıyorum. Ne demek “bir yıldır şehit cenazesi gelmiyor.”
Bunun cevabı çok basit aslında. “Evet, bir yıldır şehit cenazesi gelmiyor,çünkü teröristler kimseyi öldürmüyor.”
Bu nedenle “şehit cenazesi gelmiyor” cümlesi aslında terörü kutsamaktır. Terör karşısında boyun eğmektir. Ve en önemlisi bu cümlenin arkasında görünmeyen asıl cümle şudur “Dediklerimizi yapmazsanız, şehit cenazeleri tekrar başlar.”
Peki daha önce neden şehit cenazesi geliyordu? Karakol baskınlarında, kurulan pusularda, rastgele döşenen mayınlarda can veren Mehmetçiğin suçu neydi? Evet artık cenaze gelmiyor çünkü teröristler karakol basmıyor, pusu kurmuyor, mayın döşemiyor.
İktidar başarı olarak bunu gösteriyor. Ama anlıyoruz ki, verilmiş bildiğimiz bilmediğimiz sözler, vaatler var ve bunlar yerine getirilmezse şehit cenazeleri ile tekrar karşılaşacağız.
Ayrıca sevgili izleyiciler, bu söylemden anlıyoruz ki, son gelişmelerde inisiyatif tamamen terör örgütünün eline geçmiş durumda. Çünkü şehit cenazesi gelmesini durduran irade aynı zamanda başlatacak güce de sahiptir.
Sevgili izleyiciler; Başbakan’ın Diyarbakır ve daha sonra bölgedeki çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda kullandığı bazı kelimeler de çok endişe verici. Örneğin 30 yıllık süreci ve yaşanan ölümleri anlatırken “Bir hiç uğruna” dedi. Ne demek bir hiç uğruna. Önceki gün sokakta önümü kesen bir vatandaş “Can bey bu nasıl söz böyle, ne demek bir hiç uğruna, Başbakan’ın hiç dediği vatan değil mi?” diye sordu. Evet çok haklı. Çünkü her şeyi son bir kaç yıldan bakarak değerlendiriyor pek çok kişi. Oysa hatırlayın, terör başladığında, askerlerimiz birer birer şehit olurken, kimse Kürt Türk ayırımı yapmadan teröre lanet ederken şehit olanlar bu vatan için şehit oluyorlardı. Onlar teröre karşı, Kürtlere karşı değil, teröre karşı bu vatanı korumak için canlarını verdiler. Şimdi bugün kalkıp “bir hiç uğruna” denilebilir mi? Ayrıca çok açık söyleyeyim, tamam terörü lanetliyoruz, teröre karşı çıkıyoruz ama şu gerçeği de görelim. PKK terör örgütü terörü kullanarak bugünlere geldi. Biz güya terörü lanetlerken aradan 30 yıl geçtikten sonra bir baktık terörün istediği gibi olmuş her şey. Yani olayı PKK açısından ele alırsak “bir hiç uğruna” lafı daha da yanlış.
Şimdi, buraya kadar gelindi, ama bence asıl önemlisi bundan sonra ne olacağı. Çünkü başbakan “Bu daha başlangıç” diyor. Kürdistan’ın bile kabul edilmesi başlangıçsa, bundan sonra daha ne olacak?
Terörden ve ayrılıktan yana olmayan Kürt vatandaşlarına samimi bir şekilde sormak isterim. Son amaç nedir? 2000 yılına kadar Kürtçe konuşamamaktı en büyük dert, hatta o bile değildi, Kürtçe kasetlerin neden yasaklandığı sorulurdu. Sonra bu yasak kalktı. Ardından Kürtçe konuşma yasağı diye bir şey kalmadı herkes bunun anlamsızlığını idrak etti. Kürtçe kitap, dergi ve hatta sonunda devlet eliyle Kürtçe kanal da kuruldu. Kürtçe propagandadan, birçok yere Kürtçe isim yazılması, ismi değiştirilen yerlere bunların iadesi de sağlandı. Ana dilde eğitim dendi, bu da bir şekilde, seçmeli derslerle ya da kurulabilecek özel okullarla halledilmeye çalışılıyor. Evet, bundan sonrası. Ne olursa herkes tatmin olacak, demokrasinin kurulduğuna, barışın sağlandığına nihayet inanacağız. Bu daha başlangıçsa sırada başka ne var?
Sevgili izleyiciler, bugün Türkiye’de yaşayan milyonların merakı ve sorusu budur?
Bakın güdümlü medyamızın, penguen medyamızın son birkaç gündür yaptığı yayınlara bir bakın. Ekranlara çıkardıkları konuşmacıları dinliyor musunuz? Çoğu hala sürecin başında olduğumuzu söylüyorlar. Ama bakın burada başka bir tehlike çıkıyor ortaya. Erdoğan’ın tavırları ülkede gerçekten bir bölünmeye, düşmanlığa da yol açmaya başlayabilir. Bu ciddi bir endişedir hafife almayın.
Bugüne kadar terörü ve Kürt halkını ayıran Türkiye’nin ezici çoğunluğunda gözle görünür bir rahatsızlık var. Çünkü insanları her konuda bölmeyi başaran iktidar Kürtleri de böldü aslında. Şimdi ortada bir AKP’li Kürtler var. Sonra BDP’li Kürtler, Barzanici Kürtler ve Hüdapar’lı Kürtler. Şu anda sanki bölgede herkes çok mutlu gibi bir hava yayılıyor ama Kürtler için asıl tehlike şimdi başlıyor bana göre. Çünkü iş o kadar siyasallaştı ve iktidarın asıl amacının Kürt oylarını toplamak olduğu ortaya çıktı ki, yakın bir gelecekte, Güneydoğu’da Kürtler’in kendi iç kavgalarına tanık olabiliriz.
Bunları sırası geldikçe daha çok konuşacağız. Biraz da sizlere Diyarbakır şovuyla ilgili bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum.
Örneğin Barzani kimdir? Barzani Irak’taki bölgesel bir liderdir. Kökeni aşirete dayanır ve hala da öyledir. Sadece işin çapı büyüdüğü için Barzani de daha önemli görünmektedir.
Barzani’nin Diyarbakır’a davet edilmesi ve sanki bir devlet başkanı muamelesi görmesi de Türkiye’nin kendi iç işiyle ilgili konuda ilk kez yabancı bir aktörü devreye sokması anlamına gelir. Bakın bu çok önemli. Kürt sorunu öncelikle bizim sorunumuz, ama ilk kez Türkiye’de yaşamayan bir Kürt konunun sanki bir tarafıymış gibi sunuluyor. Hatta öyle ki sanki çözümün bir parçasıdır Barzani. Efendim fiiliyat böyleymiş. Tamam da o zaman sizin devlet olma, hatta büyük devlet olma özelliğiniz nerede kalıyor?
Sonuçta bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi dış politikası Irak’ın toprak bütünlüğünün tanınması şeklinde ifade ediliyordu. Oysa Irak’ın Kürt bölgesine ilk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı “Kürdistan” diyerek orada sanki ayrı bir devlet varmış ya da kurulması halinde hemen tanıyabileceğimiz anlamına gelecek bir şekilde konuştu.
Peki yarın Irak Başbakanı Maliki Güneydoğu’dan “Türkiye’nin Kürdistan’ı” diye söz ederse söyleyecek sözümüz olabilir mi? Ya da aslında bu söylem, ileriki günlerde bunun olacağının sinyali mi?
Aslına bakarsanız Başbakan’ın “Kürdistan” demesiyle birlikte Türkiye’nin Güneydoğu’sunun tamamen terk edildiğini de anlayabiliriz. Hani bölünme falan deniyor ya, bu aslında fiilen gerçekleşti. Bundan dönüş artık pek kolay değil. AKP sadece bölgedeki en güçlü parti olmak “işin patronu benim, bölündük ama bölünmemiş gibi davranacağız, hepsi bu” diyebilmek istiyor. Biraz önce söylediğim AKP’li Kürtler’in sayısını olabildiğine artırmak ve bunu da Kürtlükte değil Müslümanlıkta bütünleştirerek fiili federasyon sistemi kurmayı amaçlıyor. Sonuçta ülke sanki bir bütün gibi görünmekle birlikte herkes bilecek ki artık Türkiye’nin Kürdistan diye bir eyaleti vardır. Anayasa değişikliği falan da bir süre daha savsaklanır, bölgedeki AKP hâkimiyeti artırılıp BDP’nin ve diğerlerinin etkisi de azaltılırsa, AKP Kürt sorununu çözmüş parti olacaktır.
Bunların etkilerini önümüzdeki günlerde daha ciddi biçimde göreceğiz hiç kuşkunuz olmasın.
Gelelim tekrar Barzani’ye. Barzani Türkiye’ye karayoluyla girdi. Hızla geçiş yaptılar, sadece Barzani’yi taşıyan araç değil gelen bütün konvoy hızlı geçti. Peki, herhangi bir gümrük kontrolü, pasaport kontrolü falan yapıldı mı? Benim Başbakan’ım bir başka ülkeye gittiğinde aynı şekilde elini kolunu sallayarak mı giriyor?
Ve o Barzani katıldığı toplu nikahta bütün çiftlere birer altın ve biner dolar para verdi. Bu altın ve paralar Türkiye’ye girerken deklere edildi mi?
Kimse “ne var bunda, takıldığın şeye bak” diyemez. Çünkü bu devlet olma niteliğine aykırıdır. Aşiret düzenidir, Sanki komşu köyün ağası gelmiş de evlenenlere altın takıyor gibi bir şey ki, bu ancak feodal yapılarda söz konusu olabilir. Kimsenin Türkiye’nin itibarını sarsmaya hakkı olamaz. Devletin buna hakkı olamayacağı gibi kişilerin de “Bırakın işte maksat barış olsun” gibi sade suya tirit laflar söylemeye hakkı olamaz.
Haaa bir de Öcalan7ın durumu var. Düne kadar “Onsuz çözüm olmaz, gerekirse iktidar İmralı’ya gidip bizzat görüşmeli” diyenler bile Bazani’yi görünce Abdullah Öcalan’ı unuttu. O büyük şov sırasında bir kere bile Abdullah Öcalan’dan söz edilmedi. Kardeşinin sözlerinden anladığımız kadarıyla Öcalan da bu durumdan rahatsız. BDP de rahatsız. Dolayısıyla PKK da rahatsız. Yani kurtarıcı gibi gelen Barzani bir anlamda Kürtler arasında ayırıma da neden oldu. Az önce dedim ya, “daha başındayız” diyenler Kürtler arası büyük tartışmaları ne kadar hesap ediyorlar acaba?
Sonra büyük gürültülerle getirilen Şivan Perver var. Sevgili izleyiciler, Şivan Perver’in söylediği bazı Kürtçe türkülerin Türkçesi’ne baktım. Bunların içinde “Türklerden intikam saati geldi, kan emici Türklerden hesap sorulacak” gibi cümleler var. Bakın bizim, bu topraklarda yaşayan insanların birbirinden güzel türkülerimiz vardır. Bizde içinde intikam, ölüm geçen veya bir başka milleti, başka kavmi veya toplumu aşağılayan, ona küfürler yağdıran tek bir türkü bile bulamazsınız. Geleneğimizde yoktur, töremizde yoktur. Oysa ne gariptir ki Kürt türküsünde bunlar var. Ve bunları söyleyerek ünlenmiş bir türkücü neredeyse devletin baş konuğu olarak üstelik canlı yayınlarla tüm Türkiye’ye dinlettiriliyor.
Şivan Perver’le ilgili söylenen ne? 35 yıldır Türkiye’ye giremiyormuş, yasaklıymış. Bunları eleştirdik bugüne kadar. İnsanları kendi yurtlarından uzakta yaşamaya mahkûm etmek hiçbir akla, mantığa ve vicdana sığmaz diye yıllardır yazıp çiziyoruz. Ona bakarsanız Nazım Hikmet de dönemedi Türkiye’ye. Şu anda da nice aydınımız yurtdışında yaşamak durumunda kalıyor. Çünkü geldikleri an tutuklanacaklar hapse girecekler, gelemiyorlar. Şivan Perver de bunlardan biri. Bizzat Başbakan tarafından methiyeler düzülmesi neredeyse önünde diz çöküp özer dilenecek hale gelinmesi ve onun Türkiye’ye kan emici diyen türkülerinin dinlenmesi, bunların övülmesinin alemi var mı bu kadar?
Sevgili izleyiciler, Diyarbakır’da şov yapılırken, medyamızın üzerinde pek durmadığı, ama aslında çok önemli olan bir gelişme daha yaşandı. Nusaybin’de PKK teröristleri askere ateş açtılar. Çok şükür kimseye bir şey olmadı. Tabii hemen bunun bir provokasyon olduğu söylendi.
Bir tek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den tepki geldi. Gül, Türkiye’ye tarihi gün diye anlatılan törenlerle neredeyse aynı anda bölgeye çok yakın bir yerde, galiba Gümüşhane’deydi değil mi, “Bunları yapmasınlar, yapılırsa devlet gücünü gösterir, devletin daha güçlü silahları var” dedi.
Bakın bunlar çok önemli sözler. Cumhurbaşkanı, itidal tavsiyesi yerine devletin silahlı gücünü gösterebileceğini söylüyor. Kürt sorunu çözülmek istenirken terörün yeniden başlaması halinde devletin çok daha güçlü biçimde bunun üzerine gidebileceğinin sinyallerini veriyor.
Niye söylüyor Cumhurbaşkanı bu sözleri? Çünkü sevgili izleyiciler, bütün gelişmeleri izlediğinizde aslında şöyle bir gerçek çıkıyor ortaya. Tamam buraya kadar gelindi. Ama artık Türkiye bundan geri dönemez. Dönmeye kalkarsa terör yine hortlar. Üstelik bu kez artık sadece terör örgütleri değil bütün halk savaşır. Yani bir tür iç savaş tehditi. Ancaaaak, burada şu önemli. Gerçekten bir iç çatışma çıkarsa bunun tarafları kimler olacaktır. Kürt halkıyla Türk halkı mı çatışacaktır? Hayır, Kürt halkı Türk Silahlı Kuvvetleriyle çatışacaktır. İç çatışma dedikleri budur. Böyle bir durumda ise olay terörle mücadeleden çıkacak ve ordu bir düşmanla savaşır gibi davranacaktır. Buradaki güçler dengesi ise bin katıyla Türkiye’nin lehine olacaktır. Yani anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı onca sevinç çığlıkları arasında bu duruma dikkat çekmekte ve tehdide karşılık vermektedir.
Sevgili izleyiciler, bu konulara nasıl olsa devam edeceğiz önümüzdeki günlerde de. Bir başka konuya geçmek istiyorum. 14 kasım günü Antalya Manavgat Ahmetler Köyü’nde Hidroelektrik Santralı yapımına karşı çıkan köylülerin jandarma tarafından engellendiğini, inşaatı yapan şirketin güvenlik görevlilerinin halka önce beysbol sopalarıyla saldırdığını daha sonra da silahla ateş ettiklerini anlatarak “Alınan yürütmeyi durdurma kararına rağmen jandarma şirketi bu yönde uyarmak ve yaptırımda bulunmak yerine köylüleri engelledi” demiştim. Bu sabah masamda Jandarma Genel Komutanlığı Genel Sekreterliği’nden gönderilen bir faks buldum. Adıma yapılan yazılı açıklamada şöyle deniyor;
Habere ilişkin yapılan inceleme sonunda HES projesi ile ilgili olarak mahkeme tarafından verilmiş bilinen herhangi bir yürütmeyi durdurma kararı bulunmamaktadır. Olası olaylara müdahale etmek maksadıyla mülki amir talimatıyla bölgede kuvvet görevlendirilmesi yapılmıştır. Meydana gelen olaylara karışan şirket yetkilileri ve vatandaşlar hakkında Manavgat Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatı ile tarafsız bir şekilde adli işlem yapılmıştır. Adli işlem yapılmayan herhangi bir olay bulunmamaktadır. Bilginize sunulur.”
Teşekkür ederim. Bugün haber toplantısında arkadaşlarıma sordum. Evet o olayda adı geçen HES’le ilgili bir yürütmeyi durdurma kararı verilmemiş, konu henüz dava aşamasında. Ben yanlış not almışım. Ancak yine jandarmanın müdahale ettiği birçok yerde bu mahkeme kararları var ve hiç kimse bu mahkeme kararlarının uygulanması için yaptırımda bulunmuyor. Örneğin Antalya Dereköy’de yürütmeyi durdurma kararı var, ama inşaat devam ediyor, köylü ise jandarmadan dayak yedi. Yine Rize Çayeli Senoz vadisindeki HES için de yürütmeyi durdurma kararı var, hem uygulanmıyor hem de protestocu köylüler şiddete maruz kalıyor. Giresun’un Keşap ilçesi karasu Deresi, Rize Ambarlı Andon Vadisi de aynı durumda. Sonuç ta böyle devem eden 120 civarında HES inşaatı var. Bunların 100’den fazlası için yürütmeyi durdurma kararı alınmış.
Tamam, jandarma emri mülki amirden yani validen aldığını belirtiyor. Ancak tek görevi güvenlik mi? Kırsal bölgede işlenen her türlü hukuksuzluğa da müdahale etmek durumunda değil mi? Köylü aşı ekmeği için canını ortaya koyup mücadele ederken, jandarmanın sadece inşaat alanlarında güvenlik alması hukuki mi, ahlaki mi? Ayrıca açıklamada adli işlem yapıldığı da belirtiliyor. Keşke onu da yazsalardı. Köylülere ateş eden, gece yarısı köyün etrafında uyarı ateşi açanlar yakalanmış mı, haklarında işlem yapılmış mı öğrenebilseydik.
Sevgili izleyiciler, bu sabah üzücü bir ölüm haberi aldım. Sanıyorum pek çoğunuz da adını biliyorsunuz, araştırmacı yazar Aytunç Altındal yakalandığı akciğer kanserine yenik düştü aramızdan ayrıldı. Çok ilginç bir kişilikti Altındal. Uzun yıllarını Avrupa’da geçirdi. Dinle ilgili ama özellikle Hıristiyanlık üzerine çok derin çalışmaları vardı. Bir teoloji uzmanı gibi dinleri incelemiş ve çok sayıda eser yazmıştı. “İsa’nın üç yüzü” adlı kitabı Vatikan’ı da karıştırmış ve kitabın yasaklanması istenmişti.Öyle ki bu kitap aslında Hıristiyanlığın ezberini bozan Hz. İsa’yı tartışılır hale getiren bir eserdir. Alın okuyun derim henüz okumamışsanız.
Çok uzun sohbetlerimiz olmuştu Aytunç Altındal’la. Bir yıl öncesine kadar sağlıklıydı. Sonra birden hastalandı. Yurtdışında tedavi gördü. Sonra Türkiye’ye getirildi. 10 gün kadar önce hastanede yattığını öğrendim. Ortak bir dostumuzla ziyarete gidecektik. O gitti ben gidemedim. Bazen böyle olur işte. Bugün yarın derken bir tülü beceremezsiniz ve ondan sonra da zaten yapacak hiçbir şeyiniz kalmaz Üzüntüsü ve pişmanlığı size miras kalır
Türkiye önemli bir ismini kaybetti. Kendisine Allah’tan rahmet ailesine ve sevenlerine de başsağlığı dilerim.
Değerli izleyiciler; geçen haftanın son gününde Cuma akşamı sizlere Liberal Demokrat Parti’nin Yüksek Seçim Kurulu’na yaptığı başvuruyu dile getireceğimi söylemiştim, ama ayrıntıları için vaktimiz elvermemişti. Bugün o konuya değinmek istiyorum. Liberal Demokrat Parti “Bütün oy pusulalarına ait oldukları il ve ilçe kodları ile hangi sandığa ait olduklarını belirten numaralar basılmasını” talep etti. Yüksek Seçimi Kurulu bu başvuruya görülmemiş bir hızla 45 dakika içinde cevap vermiş ve bunun kendi yetkileri içinde olmadığını, yasal düzenleme yapılması gerektiğini bildirmiş. Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker “Seçimlerde hile söylentilerinin çok olduğunu” belirterek “Oy pusulalarında il ve ilçe kodları ile sandık numarası olması halinde çöpten toplanan pusulaların nereye ait olduklarını öğrenebileceğiz” dedi. Biliyorsunuz önceki seçimlerde binlerce oy pusulası çöplerden çıkmış ancak bunların nerede kullanıldığı daha doğrusu kullanılmadığı anlaşılamadığından bir işlem yapılamamıştı. Ancak YSK’nın cevabından anlaşıldığı gibi böyle bir önlem alınması çok zor, çünkü yasal düzenleme gerekiyor. Eh bu iktidarın zaten böyle bir şey yapması beklenemez. Ayrıca daha önce kullanılan parmak boyası da geri getirilmiyor. Bu önlem çok sağlıklı olmamakla birlikte caydırıcıydı. AKP iktidarı seçim boyasını kaldırdı, zaten seçim hileleri ile ilgili söylentiler de bu tür önlemlerin artık alınmamasından sonra orta çıktı. Seçim demokrasinin en önemli anahtarı. Seçimlere hile kuşkusu düşmesi olabilecek en kötü şey. Ne yazık ki son birkaç seçimdir oylamaların temiz olmadığı yönünde kuşkular var ve iktidar bunları gidermek için hiçbir adım atmıyor.
Yeri gelmişken söyleyeyim, herkes üzerine düşeni yapmalı. Seçmen olup olmadığınızı biliyor musunuz, bunları son ana bırakmamak lazım. Herkes muhtarlıklara ya da seçim kurullarına giderek adını orada bulmalı, sandığını öğrenmeli. Bunun da ötesinde kendi sandığında olanlara da bakmalı, kendi apartmanını, sokağını kontrol etmeli. Tanımadığı, bilmediği isimler var mı bunları öğrenmeli.
Dedikodudur belki ama, henüz bitmemiş ve seçime kadar da bitmesi mümkün olmayan büyük bazı sitelerde insanların sanki oturuyormuş gibi yazıldığı ve bunlarla ilgili seçmen listelerinin hazırlandığı söyleniyor. Bunları vatandaşlar bulamayabilir ama siyasi partiler bunun takipçisi olmalı. Suriyeliler oy kullandırılacağı söyleniyor, yine siyasi partiler bunların takipçisi olmalı. Çekişmeler, tartışmalar bir yana temiz bir seçim yapmak zorundayız. Bu aynı zamanda hepimizin namusudur.
Sevgili izleyiciler, zamanımı bitirdim. Bugün Diyarbakır’ı konuşurken Başbakan’ın “Dağdakiler inecek, hapishaneler boşalacak” sözleriyle af sinyali vermesi konusuna girmedim. Bu konu ayrıca konuşulması gereken çok önemli bir konu. Türkiye’yi tek başına yönettiğine ve söylediği her sözün kanun olduğuna inanan bir Başbakanımız var. Şimdi de kendine göre af çıkarmaya hazırlanıyor. Ama asıl soru “bu af şimdi mi çıktı yoksa uzun yıllar öncesinden mi planlandı?” sorusudur. Yarın bu konu üzerinde daha ayrıntılı duracağım.
Az sonra Ümit Zileli ile Ana Haberleri izleyeceksiniz. Yarın akşam aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar dilerim. Hoşça kalın.