AKP döneminde her şey özel
İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Bir haftalık aradan sonra yine sizlerle birlikteyiz. Bir kere daha geçmiş bayramınızı kutlarım.
Ben söylediğim gibi bayramı İstanbul'da geçirdim. Tatil yapma şansı bulanları kıskanmadım desem doğru olmayacaktır ama bizim bayramımız da güzel geçti.
İlk gün büyüklerin elleri öpüldü, kavurmalar yendi, ailecek birlikte olma fırsatı yakaladık. İkinci ve üçüncü gün bize kaldı. 4'üncü günden itibaren, izleyenler biliyor zaten, üç gün boyunca saat 13.30-15.30 arasında Halil Nebiler'le bayram özel gündemi yaptık. Çok keyifli geçti. Kaçıranlar üzülebilir, ama yapacak bir şey de yok; izleseydiniz ne diyeyim. Gerçi videoları ulusalkanal.com.tr'de duruyor
Bu yılın son uzun tatili de bittiğine göre artık kimsenin bahanesi falan kalmadı. Artık tam gaz hayatın gerçeklerinin içindeyiz. Yılbaşına kadar ara yok.
Okullar açıldı, üniversiteler de peyderpey açılıyor, meclis açık, siyasi hava hep sıcak, herkes evine döndü, tatiller bitti, havaların da soğumaya başlamasıyla birlikte yazın rehaveti ve ekonomik olarak ucuzluğu da bitiyor.
Kısacası hayatla başbaşayız yine.
Havaları bilmem ama siyasi ve sosyal havanın pek sıcak geçeceği anlaşılıyor. Meclis'in tekrar çalışmaya başlayacak olmasıyla başta anayasa olmak üzere pek çok önemli konu tekrar gündeme gelecek. Haaa bunlar çözülür mü yoksa yıllardır yapıldığı gibi yine sürüncemede mi bırakılır onu bilmem. Tabii sürüncemede bırakılır derken oynanan oyunları göz ardı ettiğimi düşünmeyin, Ana konular üzerinde çok tartışılıyor ama bu arada kimi fark ettirilerek kimi fark ettirilmeden pek çok şey de değişiyor. Bir bakıyoruz gece yarısı "torba yasa" diye icat edilmiş bir şeyle hiç ilgisiz kanunlar geçiriliveriyor Meclis'ten.
Ama anayasa. O başka konu. Şimdi bir de "üzerinde anlaşma sağlanmış olan 66 maddeyi geçirelim olsun bitsin" diyorlar.
Onu anlamış değilim işte, üzerinde anlaşılmış denilen maddeler neler? Zaten üzerinde fazla tartışılmayan ve çoğu mevcut anayasada da olan maddeler bunlar.
Hemen değişse ne olur değişmese ne olur? Ayrıca hem yeni baştan anayasa yazmaya soyunacaksın hem de yeni anayasayı taksit taksit geçirmeye çalışacaksın.
Bunu da demokrasi diye yutturacaksın.
Yıllardır söylemekten dilimizde tüy bitti. Bu anayasanının demokrasiye aykırı maddeleri hangileridir. Hangileri askerlerin zorlaması ile anayasa girmiştir ve hepimize hayatı zindan etmektedir. Bunlar belli değil mi? Ayıralım bunları, koyalım bir paketin içine sonra bunları tek tek, üstüne basarak söylüyorum, tek tek yeniden yazalım ve geçirelim. Öyle yok 15 maddelik anayasa paketi yok 23 maddeli anayasa paketi gibi çorbaya çevirip değil. Alalım o maddelerden birini, tartışalım, karara varalım, uzlaşalım ve onu geçirelim.sonra diğer madde neyse sıra ona gelsin.
Bunlar belli değil mi? Belli. Hangi maddeler zaten tartışılıyor, onlar belli.
Ki bunların sayısı öyle 15-20 falan da değil. Hepsi hepsi üç dört maddedir.
Nedir örneğin, dille ilgili maddeler. Başka? Türklük tanımı ile ilgili madde. Başka. Laikliği tanımlayan madde. Bu madde biliyorsunuz daha önce değiştirilmeye kalkışılmıştı. Sırf türbanın üniversitede kullanılmasını sağlamak için. Ama Anayasa Mahkemesi'nden dönmüştü. Daha önce anayasa değişikliği ile sadece üniversitelerdeki kısıtlamayı kaldırmayı amaçlarken bugün anayasa paspas edildi ve genelge ile üniversitelerde değil her yerde türban kullanımı serbest hale getirildi.
Bayramdan önce de sormuştum. O zaman anayasa maddesi ile değiştirilmek istenmişti. Bugün aynı anayasa yürürlükte. Peki ne değişti de anayasaya hiç bakılmadan genelge ile hallediliverdi bu iş.
Ama işin daha komik bir tarafı daha var. Milli eğitim bakanı okullarda bir anda türbanlı öğretmenlerin bitivermesi üzerine "Bu işin istismar edilmeyeceğini, kötüye kullanılmayacağını düşünüyoruz" dedi. Olursa da gerekli önlemler alınacakmış.
Ne demek oluyor bu şimdi. Türbanın serbest bırakılması nasıl istismar edilebilir, nasıl abartılabilir?
Yani ölçü ne? Öğretmen türban takıp gelebilir de çarşaf giyemez mi, ya da burka ile gelemez mi? Bakın mini etek şort demiyorum, çünkü onlar inanca bağlı giysiler değil. Ama eğer siz basit bir kelime değişikliği yaparak türbanı her yerde kullanılabilir hale getiriyor ve buna "inancı gereği giyinen kadınlarımız özgürlüğe kavuştu" diyorsanız, çarşafı, burkayı ya da başka dinden olan insanların giysilerini de kabul etmiş oluyorsunuz. Burada abartma, istismar etme ölçüsü ne olabilir ki? İnanca göre giyinmenin bir genelgesi var mı? Varsa bu sadece türbanı mı kapsıyor? Çarşaf giyince inancın istismarı mı oluyor yani?
Anladıysanız beri gelin.
Eveeet önümüzdeki günlerde Anayasa dışında ne var? Örneğin cumhuriyet bayramı. Bir hafta sonra emperyalizme karşı büyük bir kurtuluş savaşı veren Türkiye'nin aydınlık günlere attığı ilk adımın, Cumhuriyet'in ilanının 90'ıncı yıldönümünü kutlayacağız.
Tabii kutlayacağız diyorum ama acaba herkes aynı coşku da mı kutlayacak? Son iki yılın milli bayramlarının nasıl kutlandığını hatırlıyorsunuz değil mi? Bayramına, bayrağına, cumhuriyetine saygı duyan, Ata'sının Samsun'a ayak basışını, Meclis'in açılışını kutlamak isteyenlere gaz ve su sıkılmıştı. Atatürk'ün anıtına bir çiçek bırakılmasına bile tahammülleri olmadığı için bunu da yasaklamışlardı. O görüntüleri unutmadık değil mi? Hani çeşitli illerde, kentlerde Atatürk anıtlarının etrafını polislerle çevirip kimsenin yaklaştırılmadığı manzaraları kastediyorum.
İşte iktidarın korkulu günlerinden biri daha geliyor. Cumhuriyet'i coşku ile kutlamak isteyenlere bakalım bu yıl nasıl iyilikler hazırlıyorlar.
Yani uzun lafın kısası, bayram bitti, hayat tekrar başladı. Ama bu yeni hayat birileri için biraz can sıkıcı olabilir.
Örneğin Ankara şu sıralarda hiç oturmuyor. Ortadoğu teknik Üniversitesi'ne bayram gecesi yapılan baskının etkileri hala sürüyor.
Herşeyi bir inat, bir rant, bir hesaplaşma gibi gören iktidar zihniyeti bayramın son gecesi onlarca dozer, kepçe, kamyon, ağaç sökücü ve yüzlerce işçi ile ODTÜ arazisine daldı.
Bir gece içinde belki 15 günlük iş bitirilerek yüzlerce ağaç yerinden söküldü, dozerler ve kepçeler üniversitenin içinden geçen yolun kabasını açtılar.
Baskın sırasında Ankara Büyükşehir belediye Başkanı Melih Gökçek, uzun kurban bayramı tatilini geçirmek üzere Ankara dışındaymış. İşe bakın ki bu baskını yolda öğrenmiş. Telefon etmişler "başkanım merak etmeyin, sizin başınızın derdi haline gelen ODTÜ'ye yol işini bu gece şipşak bitirdik" demişler. Ankara'nın başkanı bunu "Arkadaşlar bana sürpriz yaptı" diye açıkladı.
Sürpriz. Ne demek şimdi bu? Bu ülkede yasalar hakim değil mi? Hukuk geçerli değil mi? Yasalara hukuka uygun bir iş nasıl olur da sürpriz olabilir ki/ Ama başkan da biliyor, yapılan tamamen hukuksuzluktur. Sürpriz olması buradan geliyor.
Ama Melih Gökçek'in bugünkü açıklamaları daha da vahim. Kendini savunmak için ODTÜ rektörlüğü ile anlaştıklarını söylüyor. Neymiş bu anlaşma. Efendim belediye kesilen ağaç başına para ödüyormuş. Şöyle demiş Gökçek "ODTÜ'nün kendi tespitine göre belirlenen 2 bin 388 ağaç kaldırıldı. Bunların parası da 211 bin TL tutuyordu. Bu para da ODTÜ'nün banka hesabına yatırıldı. Bu ağaçlardan 600'ünün nakledilme imkanı oldu"
Ne güzel değil mi? "parasını verdik ya kardeşim hala ne ağacının peşinde koşuyorsunuz?" mantık bu işte. Parası neyse verdik. Demek ki parasını verdikten sonra her şeyi yapabilme hakkımız olabiliyormuş.
Bakın sevgili izleyiciler; Ankara'daki Ortadoğu Teknik Üniversitesi kurulduğunda orada tek ağaç bile yoktu. İnternette kuruluş yıllarının fotoğrafları var, açıp bakabilirsiniz. Sonra gerek öğrenciler gerekse rektörlük bu bölgede yıllar süren bir ağaçlandırma çalışması yaptı. Aradan 40 yıl geçtikten sonra ODTÜ arazisi o çorak görüntüden kurtulup bir orman görünümü aldı.
Şimdi bu ağaçların 2 bin küsuru söküldü. Taşınabilenlerse Başkan'ın verdiği bilgiye göre 600 tane. Demek ki 1500'den fazla ağaç heba oldu. Gökçek "bak ağızlarının payını nasıl veriyorum" edasıyla, "ne olmuş yani birkaç ağaç kesildiyse, on katını dikeriz" diyor güleç yüzüyle. Tabii dikersiniz de 40 yıl daha bekleriz. Ağaç dediğin mantar ağacı değil ki ektikten 6 ay sonra orman gibi olsun.
Gerçi Gökçek'in yüksek perdeden konuşarak "on katını dikeriz" diye diklenmesine de gerek yok çünkü ODTÜ'nün duyarlı öğrencileri katliamdan hemen sonra kesilen ağaçların yerine fidanlar dikmeye başladılar bile. Ama göreceksiniz yarın öbürgün belediyenin sopalı adamları yine ortalığa saçılacak ve bu fidanları da kökünden söküp atacaklardır.
Peki nedir bu inatlaşmanın anlamı. Halil Nebiler'le bayram sohbetlerimizde biraz değinmiştik. İktidar her alanda batağa batıyor. Çareyi ise içte ve dışta gerginlik yaratarak milletin kafasını bulandırmakta buluyor. Gezi olayından sonra sert bir politika izleyen Başbakan, kendine yönelik muhalefetin daha bir birlik içinde olmasını sağladı sağlamasına da kendi seçmeninin çözülmesini de biraz önledi.
Demokrasiye inandığı söylenen ama ille de bir eli sopalı olması gerektiğini düşünen kitleler, kabadayı başbakanın arkasında saf tuttu. Tabii bu iktidarı tek başına orada tutmaya yetecek mi, onu da günü gelince göreceğiz ama ben hiç sanmıyorum bunu da not edin.
İçte ve dışta gerginlik deyince aklıma geldi, bayram tatilinin sonunda sevindirici bir haber aldık biliyorsunuz. Lübnan'da kaçırılan iki pilotumuz sağ salim ülkeye döndüler.
Tamam döndüler de, sevinelim de, ama bu olup bitenleri sorgulamamızı da engellemesin.
Örneğin şunu soralım mutlaka. Pilotlarımız neden kaçırıldı? İşte burası karışık. Pilotlarımızı kaçıranların talebi neydi? Suriye'de Esad muhalifleri tarafından kaçırılan 9 İranlı hacının serbest bırakılmasını sağlamak. İyi de muhaliflerin kaçırdığı İranlı hacıların bizimle ilgisi ne?
Var demek ki. Efendim, kaçıranlar demişler ki "Özellikle Türk pilot kaçırdık, çünkü Türkiye Ortadoğu'nun lider ülkesi, sorunu ancak onlar çözebilirdi." Bak bak bak bak. Neymiş,. Türkiye bölgenin lider ülkesiymiş.
İyi de, İranlı hacılar nereden kaçırıldı? Türk sınırına çok yakın bir yerden. Suriye'de muhalefete en çok destek veren kim? Türkiye. Suriye'de muhalefete destek vererek, Suriye'de kanlı cinayetlerin işlenmesine neden olan, bombaları patlatan, böylelikle Esad ordusunu harekete geçirip büyük can kayıplarına neden olan ülke biz değil miyiz? Yani bu mudur Ortadoğu'nun lider ülkesi olmak?
Ama işe bakın ki, Türk pilotlar kaçırıldığı halde tam 71 gün Suriye'de el bebek gül bebek baktığımız muhalefete söz geçiremedik. O muhalifler ellerindeki İranlı hacıları serbest bırakmadı.
Sonunda ne oldu? İşte işin en vahim tarafı da bu. Esad masaya oturdu. Taraf oldu. Yani bizim devirmek için her türlü numarayı çevirdiğimiz Esad karşımıza oturdu. Pazarlık masasındaki yerini aldı. Sorunu çözmek için 220 muhalifi serbest bırakacağını açıkladı. Sonra devreye Katar girdi. Bir fidye ödendiği söylentileri var. CHP milletvekili Aytun Çıray bugün bir soru önergesi vererek "teröristlerle pazarlık edildi mi, ödendiği söylenen 150 milyon dolar Katar'dan mı yoksa bizim örtülü ödenekten mi çıktı" diye sordu.
Sahi bir de üstüne fidye ödendi mi? Bunlar çok karışık işler. O kaçırılan İranlı hacılar gerçekten hacı mı yoksa başka bir şey mi? Hizbullah7ın önemli adamları olabilir mi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Ama 71 gün Suriye'deki muhalefete söz geçiremediğimize göre var bu işin altında bir şey. Ya da acaba söz mü geçiremedik yoksa zaten bütün olayın içinde biz mi varız. MİT müsteşarı Hakan Fidan üzerinden Türkiye'ye yönelik ağır eleştiriler acaba Ortadoğu'da bir takım kirli işlere bulaştığımız için mi oluyor? Bunlar hep sorgulanması gereken konular. Bir gün gerçekler elbette ortaya çıkacak. O zaman sorumluları ne yapacak bunu da çok merak ediyorum.
Bu sabah "pilotlarımız özel uçakla getirildi dendi ama uçak katar uçağıydı, nasıl iş" diye bir twit attım. Birden AKP'nin twitterdeki tetikçi ekibi harekete geçti. Neymiş buna da mı bir bahane bulmuşum, Katar uçağı olsa ne olurmuş, falan filan. Mesele o değil ki, bir çarpıklığa dikkat çektim. Ortadoğu'nun en güçlü ülkesiyiz diye hava basıyoruz ama pilotlarımızı bile kendi uçağımızla getirmiyoruz. Peki o Katar uçağı acaba aynı zamanda bu fidyeyi mi taşıyordu yoksa?
Bir de bugünkü yandaş medyada anlatılan kahramanlık hikayelerine çok güldüm ister istemez. Neymiş, 9 İranlı hacı çatışan iki grup arasında kalmış, bizimkiler gidip tek el bile ateş etmeden, kendi deyimleriyle tereyağından kıl çeker gibi hacıları alıp Türkiye'ye getirmiş, pilotlar serbest bırakılırken onlar da gönderilmiş. Ya Allahaşkına, bırakın bunları, hep aynı efelenme, babalanma. Geçelim bunu.
Bugün önemli bir gelişme daha oldu. Pek konuşmayan, iyi ki de öyle yapıyor ya zaten, Genelkurmay başkanı Anadolu Ajansı aracılığı ile Balyoz davasının sonuçları ile ilgili bir açıklama yaptı.
Özel paşanın, ya biliyor musunuz bu paşanın adının Özel olması da çok ilginç. Bu iktidar her şeyi özelleştirdi. Özel yetkili mahkemeler, özel yetkili savcılar, özel yetkili hakimler, özel hukuk, kişiye özel kanunlar. Genelkurmay da sanki bundan nasibini almış gibi değil mi. Başındaki paşa da Özel. Yok canım sadece espri, öyle denk gelmiş. Neyse.
Özel Paşa'nın açıklamalarında haklarında dava açılan komutanlarla çok yakından ilgilenildiği, ailelerine bakıldığı kendisinin de hapishane ziyaretlerinde bulunarak komutanların bir şey arzu edip etmediklerini sorduğu anlatılıyor.
Sonra Özel paşa neden konuşmadığı konusuna açıklık getiriyor. Çünkü Balyoz davası hükümlülerinin yakınları paşa'ya gönül koşmuşlar. O da diyor ki "Ben hep yasalara göre davrandım, bir dava ile ilgili konuşmam zaten olmaz."
Tamam da sayın paşam, dava sürerken belki haklıydınız. Ama dava bitti. Birlikte omuz omuza çalıştığınız, kimilerinden emir ve talimatlar aldığınız silah arkadaşlarınız sahte belgelerle, düzenlenmiş evraklarla, ne idüğü belirsiz gizli tanık ifadeleriyle mahküm edildiler. Savunmalarda 1150 tane mantıksız, sahte, önceden hazırlanmış nokta saptandığı anlatılmıştı. Tamam dava sürerken konuşmadınız, ama dava bitti, yapılan hukuksuzluklar, haksızlıklar ortaya çıktı. Sizin emrinizdeki hukukçular, diğer silah arkadaşlarınız bunları hiç mi görmedi? Görmemiş olmanız mümkün mü? Yargıya saygınız saygı duyulacak bir erdem ama, iş bittikten sonra hiç olmazsa üzüntünüzü belirtecek, yapılan haksızlıkları hukuksuzlukları eleştirecek tek satır bile söylemeyi neden esirgediniz ki?
Ayrıca başbakan beğenmediği yargı kararlarını nasıl eleştiriyor, nasıl "böyle yargı mı olur ya" diyor, tamam siz o kadar sıradan konuşmalar yapmayın ama "Arkadaşlarımıza reva görülen olmaz" deyin hiç olmazsa. Gönül alın bari.
Yapmadı ama bunları paşa. Tam tersine "yargıya müdahale olmaz gibi" bir klişenin arkasına sığındı.
Bir de Özel paşa "Kara kuvvetlerinde olanların kurtarıldığı denizcilerin bırakıldığı" gibi iddialara öfkelenmiş. 2Bu aramıza nifak sokmaktır" demiş. İyi de paşam gerçekten karacı kimse kalmadı ki, yani Ankara'ya en yakın üssü 400 kilometre olan deniz kuvvetleri tek başına mı darbe yapacaktı? Hükümlüler arasında kararı kalmamış olması size de tuhaf gelmedi mi? Niye nifak arıyorsunuz ki?
Ancak bugünkü açıklamasında çok dikkat çekici bir bölüm var. Bakın aynen okumak istiyorum. Paşa şöyle diyor.
Daha huzurlu, müreffeh ve her yönüyle gelişmiş Türkiye hedefine; geçmişte yaşadığımız olayları sorgulayarak, gerekli dersleri çıkararak ve bu dersleri hayata geçirerek, ancak geçmişte yaşanmış hadiselere takılıp kalmadan, bu olayları sürekli olarak gündemde tutmayarak, geleceğimize ait plan ve projeler yaparak ve bunları uygulama alanına sokarak, birlik ve beraberliğimizi ve iç huzurumuzu koruyarak, birbirimizi dinleyerek ve anlayarak, mevzubahis vatan ve millet olduğunda saplantılarımızı bir kenara bırakarak ve 'Herşey Türkiye için' diyerek ulaşabileceğimize inanıyorum."
Nasıl?
Tercümesi şu. "Olan oldu kardeşim, yargı kararını verdi. Ne yapalım yani? Siz de eskiye takılıp kalmayın, yürüyün yolunuzda. Arkadaşlarımız bundan sonrasını hapiste geçirecekmişler, bize ne."
Böyle diyor yani Özel paşa.
Ama açıklamasında AKP iktidarının sloganlarından biri olan "her şey Türkiye için" sloganını kullanmayı da ihmal etmiyor. Evet ordu siyasi iktidara bağlıdır, ona karşı sorumludur, emir ve talimatlarını ondan alır. Ama bunu göstermek için ille de iktidar önünde eğilmek gerekmiyor ki. Herkesin görevi ayrı. Siz siyasi iktidara karşı saygısızlık etmeyeceksiniz de, arkadaşlarınız haksız hukuksuz biçimde zindanlarda adeta esir tutulurken bu kadar da umursamaz olmayacaksınız.
Yani "İçime sindiremedim, arkadaşlarım pek çok haksızlık yapıldığını söylüyor, bunlar neden dikkate alınmamış" demek bile çok mu geldi?
Bu arada bir şeyi daha paylaşmak istiyorum. Bugün başıma gelen bir şey. Özel paşanını açıklamasını okuduktan sonra twitterde şöyle bir cümle paylaştım; "Balyoz kararı açıklanırken camide dua fotoğrafı servis ettiren paşa şimdi neyi savunmak için AA üzerinden açıklama yapıyor?"
Birden aynı biraz önce anlattığım pilotlarla ilgili twitte olduğu gibi AKP'nin twitter tetikçileri harekete geçti. Neymiş efendim bir paşanın camiye gitmesinden dua etmesinden niye gocunuyormuşum, neden rahatsız oluyormuşum, ilk defa bir general inancı gereği hareket ediyormuş, bu demokratik olarak büyük bir olaymış.
Haaa, şimdi bu olmaz. Paşa camiye gidemez mi? Dua edemez mi? Namaz kılamaz mı? Oruç tutamaz mı? Hepsini yapabilir.
Ama eleştiri konusu olan bu değil ki, zaten bu hiçbirimizin haddi de değil. Burada önemli olan paşa olsun olmasın önemli bir kamu görevinde bulunan kişinin dini inancını reklam etmesidir. Özel Paşa Balyoz Davası'nın Yargıtay'daki kararı açıklanırken Kosova ziyaretindeydi. Ve ertesi gün genelkurmay tarafından yapılan fotoğraf servisindeki bir fotoğraf paşayı bir camide dua ederken gösteriyordu.
Peki neden bu fotoğraf seçildi? Bugüne kadar bir paşa hiç camiye girmedi mi? Hiç dua etmedi mi? Bu mümkün mü? Ama önemli olan servis edilen fotoğraftır. Benim eleştirdiğim bu.
Süremiz bitiyor. Bir şey daha öyleyeyim. Bugün Kartal Kadıköy metrosundaydım. Bir vatandaş geldi yanıma. "Size e posta atacaktım adresinizi bulamadım" dedi. Sonra cep telefonuyla çektiği bir fotoğrafı gösterdi. Hepimizin gördüğü bir bilboardın fotoğrafı. Kocaman bir Tayyip Erdoğan portresinin yanında "Büyük millet güçlü Türkiye" yazıyor. Vatandaş "Buradaki millet acaba hangisi ?" diye sordu.
Türküm demek biliyorsunuz artık çekinilen, utanılan bir kavram. Başbakan öyle söylemedi mi. Andımızı kaldırırken "Her sabah, karda, kışta, soğukta güneşte bizi Türküm diye bağırttılar, artık bu da bitti" demedi mi? Ama aynı başbakan ısrarla ve sürekli "millet" "aziz milletim" diyor. Bugüne kadar bu milletin adını ağzından hiç duymadık. Artık vatandaş da merak ediyor, "Bu milletin bir adı var mı, yoksa laf olsun diye mi millet diyor acaba sayın Başbakan?"
AKP'ye oy veren herkese bir kere daha seslenmek istiyorum, eğer fırsat bulabilirseniz bizzat başbakana, yoksa AKP'nin rastladığınız önemli isimlerine, örneğin ne bileyim, Hüseyin, Çelik, Bülent Arınç falan gibi mutlaka sorun "Sizin hep tekrarladığınız milletin bir adı var mı?" diye. Bakalım ne cevap alacaksınız?
Evet bu akşam da süremiz bitti. Az sonra Ümit Zileli ile ana haberleri izleyeceksiniz. Yarın yine aynı saatte saat 18.30'da birlikte olmak dileği ile hepinize iyi akşamlar dilerim. Hoşçakalın.