Cemaat gücünü nereden alıyor?
İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Benim babam 86 yaşında. Artık eskisi gibi rahat hareket edemiyor, ama beyni çok şükür pırıl pırıl. Gazeteler hergün okunur, tv'ler izlenir, günün kitapları mutlaka bulunur bulunamazsa bana ısmarlanır. Annem de 80'ini geçti. O da çok sağlıklı şükürler olsun. Evi bütün işlerini gördüğü gibi vallahi inanmayacaksınız ama hala araba kullanıyor, babamı sık sık arabayla geziye bile çıkarıyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, "bugünkü sohbete nereden aklına geldi de annenden babandan başladın." Babamın kulakları biraz ağır işitiyor bu nedenle telefonla konuşamıyoruz, çünkü ben onu duyuyorum ama o beni duymuyor, annem iyi, bir şey konuşulacaksa onunla konuşuyorum o aktarıyor babama. Ama geçen gün telefonu almış eline bana "Ben seni duymuyorum ama sen beni duyuyorsun nasıl olsa, şimdi beni iyi dinle" dedi ve bir an susup benden ses bekledi. Ben elbette "Tamam babacığım dinliyorum" dedim ama o duymadı ve sonra başladı; "Bak evladım ben seni böyle yetiştirmedim. Bugünkü konuşman yine çok güzeldi, ama o ulan kelimesini kullanman çok canımı sıktı, sen nasıl olur da halkın önüne çıkıp ulan dersin, bir daha duymak istemiyorum."
Ben tabii "babacığım vallahi ulan demedim nereden çıkardın" falan diyorum ama o beni duymuyor, zaten telefonu anneme vermiş "Bak bakalım ne diyor?" diye soruyor.
Neyse annem aldı telefonu. "Anne, ben ulan demedim ki nereden çıkardı babam?" diye sordum. Annem de "Valla ben de duymadım ama babana öyle gelmiş demek ki çok canı sıkıldı" dedi. Anladığım kadarıyla konuşmamın bir yerinde "yahu" demişim, ki babam ona bile kızıyor, galiba onu ulan gibi anlamış. Sonuçta ulan kelimesini kullanmadığımı öğrenince rahatladı.
Bilmiyorum babam bugün Başbakan'ı dinledi mi? Duydu mu o "ulan hepiniz oradaydınız be" lafını.
Bugün Başbakanın ağzından çıkan bu kelimeye acaba kaç kişi tepki gösterdi? Çok olduğunu sanmıyorum. Bu biraz yetişme tarzıyla da ilgilidir. Başbakanı dinleyince geldi aklıma bu. Tabii Kasımpaşalı olmak, kabadayı tavırların toplumun özellikle lümpen kesimlerinde ilgi görmesi, toplumdaki kalitenin geriye doğru işlemesi, basitliğin, banalliğin yükselen değer olması ne yazık ki herkesi sarmalıyor. Ne diyeyim, realite bu diyorlar ya. Yine de başbakanın bu kadar argo bir kelimeyi kullanması hiç hoş olmadı, beğenen olsa da olmasa da bunu bilir bunu söylerim.
Neyse geçelim ve günün diğer gelişmelerine şöyle bir bakalım.
İktidar aynı gün düne kadar söylediği iki söylemden çark etti. Hatta anayasayı da katarsak eder üç.
Birincisi dershanelerle ilgili karar şimdilik askıya alındı. Yandaşların deyimiyle buzdolabına konuldu. Ama kaldırılmadı belli ki. Soğukta bekletiliyor.
Neydi sıkıntı. Milli Eğitim Bakanlığı epey bir süredir dershanelerin kaldırılması için çalışma yapıyordu. İlki galiba bir iki yıl önceydi. Yine aynı kaynaktan tepki gelmişti. İktidar "zaten yok böyle bir şey" diyerek o zaman işin içinden sıyrıldı. Bu kez belli ki biraz daha ciddiye almışlardı. Hesapta dün yapılan bakanlar kurulu toplantısında tasarı imzaya açılacak ve hemen Meclis'e gönderilecekti.
Ama olmadı. Çünkü cemaat bu kez işi çok sıkı tuttu. Görülmemiş bir yayın kampanyası sürdürüldü. Cemaate yakın medya organları son üç dört gün neredeyse 24 saat sadece dershane yayınları yaptılar. Yetmedi konu dizilerin içine sokuldu. Şefkat Tepe galiba Samanyolu TV'de yayınlanan bir dizi var. Kurtlar Vadisi'nin benzeri bir dizi. Orada da komplolar, gizli toplantılar, terör, terörle mücadele eden kahramanlar falan var. İşte o dizinin son bölümüne bile yetiştirdiler dershaneler konusunu. Karanlık bir odada toplantı yapan komplocular dershanelerin kaldırılması için düğmeye basıyordu bir sahnede.
Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen de devreye girdi. İki gün üst üste Gülen'in dershaneler konusundaki açıklamaları ekranları kapladı.
Ancak çok ilginçtir. Gülen'in iki gün süren açıklamalarının birinci bölümünde AKP iktidarı şiddetle eleştiriliyordu. Tabii dolaylı yollardan, açıkça isim verilmeden iktidar temsilcileri firavun, Karun gibi sıfatlara layık görülmüştü. "Bunlar cennetin kapılarını bile kapatmaya kalkar" gibi ifadeler de vardı.
Bunların hepsi Fethullah Gülen'in ağzından çıkıyordu ama, aslında bunları söyleyen kendisi değildi. Gülen kendisine gelenlerin söylediklerini aktarıyordu bu konuşmasında. "Diyorlar ki" diye başlıyordu bu tür cümleler.
İkinci gün ise hedef biraz değişti. Bu kez "Onlara bu yakıştırmaları yapmayın, hatta Allah'a bile havale etmeyin, bunlara küsmeyin, darılmayın" şekline dönüştü söylem. Aslında yine ağır hakaretler ve eleştiriler içeriyordu konuşma. Tabii dolaylı yoldan. Konuşmanın yorumsuz hali ekranlarda yayınlanırken, diğer taraftan yorumlarda tercümesi yapılıyordu.
Sevgili izleyiciler, iktidarla Gülen cemaati arasındaki derin tartışmanın ipuçlarını size geçen hafta içinde anlatmıştım. Konu asla sadece maddi çıkarlar falan değildir. Normal zamanda cemaat zaten AKP içinde çok etkili. Köşe başlarını tutmuş durumda zaten. Sorun AKP'nin uluslar arası piyasada değer kaybetmesi ve gözden çıkarılmasıyla ilgilidir.
Tayyip Erdoğan ve etrafındaki gözü kör bazı danışmanları muhtemelen "Efendim bu cemaat artık çok ileri gidiyor bir çok yerde önümüze çıkıyor, şunlara haddini bildirmek gerek" falan gibi telkinlerde bulundular. Bir süredir zaten cemaate karşı bir operasyon var. Bunun geçmişi iki yıl öncesine dayanıyor.
Devlet içinde önemli noktaları tutan buna bir de uluslar arası bağlantılar ekleyen cemaat AKP iktidarının önünü çok açtı zamanında. Özellikle AKP'lilerin pek etkili olamadığı emniyet, yargı gibi alanlardaki cemaat üyeleri iktidarın işine yarayacak pek çok operasyona imza attılar.
Tabii o zamanlar cemaat çok değerliydi iktidar için. Hem lojistik, hem maddi hem entelektüel destek alıyorlardı. Ancak bu durum cemaati de güçlendiriyordu. Giderek palazlanan AKP takımı cemaatin köşe başlarını kapatmasından rahatsız olmaya başladı. Biraz "git öteye" durumu çıktı.
Cemaat bu tavra yıl başında yaşanan MİT müsteşarı olayı ile çok sert bir cevap verdi. Erdoğan'ın ilk paniklemesi burada oldu. Hasta yatağındaydı ama başına geleceği fark ederek harekete geçti, Meclis'i toplatıp 7 saat içinde MİT müsteşarını kurtaran bir yasa çıkarttırdı. Ondan sonra da ciddi bir cemaat operasyonu başladı. Özellikle poliste müthiş bir atama dalgası yaşandı, İstanbul'da Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını yürüten ekipler dağıtıldı. Sonra yargıdaki bazı cemaatçi unsurlara balta vuruldu.
Ancak sevgili izleyiciler, bir tahminimi söyleyeyim. Tayyip Erdoğan ne kadar farkındaydı bilemem ama, çevresi cemaat olayını sadece iç çekişme olarak algıladı sanki. Bunun dış bağlantılarını görmedi ya da görmek istemedi. Cemaatin hangi saiklerle iktidara eleştiri yönelttiğini kavrayamadı ve muhtemelen Başbakan'ı "Efendim bunların bir sıkımlık canı var, poliste, yargıda ve biraz da idari alanda tırpanlama yaparsanız sesleri keserler" diyerek tahrik ettiler.
Dershaneler işi cemaatin büyük tepkisine yol açacaktı bunu biliyorlardı. Sanıyorum Başbakan da bunu hem bir pazarlık unsuru yapmak hem de cemaate haddini bildirme fırsatı olarak gördü durumu ve yol verdi.
Ancak cemaat bu kez "bir atış yap sonra tekrar araziye uy" taktiğini bir kenara bırakıp açıktan ve çok vurucu saldırıya geçti. Konu milyonları ilgilendirdiği için diğer medya da ister istemez "habercilik" adı altında konuya girdi.
Anladığım kadarıyla Tayyip Erdoğan zaten bildiği durumu iyice kavradı ve bu olayın büyümesi halinde iktidarı elinden kaçırma tehlikesi çıktığını gördü. Cemaat oyları başkma tarafa kayabilirdi.
Cemaatin çok büyük bir oy potansiyeli var mı? Bana göre sayısal olarak yok ama etki gücü yüksek. Yani cemaat bir parti kursa alacağı oy diyelim ki 750 bindir de, "ben şu partiyi destekliyorum" diye bir yol gösterirse 7.5 milyon kişi işaret edilen yönde oy kullanabilir.
Şimdi diyeceksiniz ki, kendi parti kursa oy alamayacak bir hareket başkasına nasıl bire on etki yapabilir. Mantıksız gibi görünüyor ama öyle değil. Çünkü cemaatin gücü nicelik değil nitelikten kaynaklanıyor. Toplumda Fethullah Gülen'e yönelik bir saygı var. Onu ağzından hep hikmetler dökülen bir dini önder olarak görüyor ama siyasi lider olarak görmüyor. Bu nedenle kendi kuracağı partiye desteği "seni siyasette istemiyorum" diyerek esirgeyebilir ama, işaret ettiği yerde bir güzellik doğruluk bulur. Cemaatin önderleri bunu iyi okuduklarından siyasi parti kurmak yerine her seferinde bir yeri işaret ederek kendi çalışma alanlarını ve rahatlıklarını sağlamaya çalışıyorlar.
Geçmişe bir bakın, cemaat örneğin Refah'ı hiç desteklememişti. Oyların önemli bölümünü DYP'ye ve ANAP'a yönlendirmişti. Sonra Ecevit'in DSP'sine yönelttiler ilgiyi. Ecevit beklenmedik anda en çok oy alan parti oldu, AKP'nin kurulmasıyla birlikte yeni bir umut doğdu ki, bu zaten batının da tercihiydi, oylar buraya aktı.
Ancak hem çıkar çatışmasının çıkması hem de dış güçlerin Erdoğan'dan vazgeçme eğilimleri cemaati de yeni bir yol arayışına sürüklüyor belli ki.
Peki sevgili izleyiciler, Erdoğan'ın attığı bu geri adım iktidar cemaat ilişkilerini tekrar eski düzeyine getirecek mi? Bana göre hayır. Tabii hayır derken dış güçlerin tercihlerinde bir değişiklik olmaması halini söylüyorum. Elbette özellikle durumun vahametini görüp "aramızda hiçbir ayırım yok, biz etle tırnak gibiyiz, hocaefendi bizim canımızdır" diyecek, hatta demeye başladılar bile, yandaşların çabasıyla kamuoyu etkilenmeye çalışılacaktır. Artık sorunun bittiği, hükümetin gerçeği gördüğü, Gülen'in de buna zeytin dalı uzattığı yolunda haberler önümüzdeki günlerde medyada yer alacaktır.
Ama tahminin, şimdilik duruluyor gibi görünse de az önce anlattığım nedenlerle çatlağın çok derin olduğu ve artık bundan geri dönüşün pek yaşanmayacağı yönünde.
Erdoğan ani bir çarkla sadece bugünü kurtarma çabasındadır o kadar.
Erdoğan'ın aynı günde yaptığı ikinci çark ise af konusunda. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç dün bakanlar kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada genel affın gündemlerinde olmadığını söyledi. Arınç'ı dinlerken, "bakalım şimdi yine başbakandan yalanlama gelecek mi?" diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Ama Arınç daha bu duyguyu bile tattırmadan "Bunu ben söylüyorum, herhalde ciddiye alacaksınız" deyiverdi. Başbakan da dün "nereden çıkarıyorsunuz genel affı genel af maf yok" dedi.
Peki ne oldu da "Dağdakiler inecek, hapishaneler boşalacak" gibi tamamen af çağrışımı yapılan bir söylemden çark edildi.
Aslına bakarsanız sevgili izleyiciler, aftan vazgeçme değil de affın niteliği değişti. Çünkü af lafları güya askıya alındı ama bu kez de ortaya yine yeni bir yargı paketi konacağı söylentileri çıktı.
Şurası açık bir geçek ki Diyarbakır'a gideceksiniz, düne kadar "bir aşiret lideriyle mi muhatap olacağım" diye küçümsediğiniz Barzani'yi kırmızı halıyla karşılayacaksınız. O şimdi turkuaz oldu ama bir gün önce yine kırmızı halı kullanılıyordu. O işe de aklınız erdi mi? Niye turkuaz. Eski Osmanlı rengi diyenler var. Öyle mi gerçekten. Yoksa bu devletin akla gelen gelmeyen nesi varsa hepsini birer birer yok etme gayreti mi? Neyse. Ne diyordum, aşiret reisi dediğin Barzani'yi ağırlayacaksın, Türkiye'ye kin ve nefret saçan türküleriyle ünlenmiş bir türkücüyü baş tacı edip bir de hakkında açtığın davalar nedeniyle özür dileyeceksin, Güneydoğu'dan Kürdistan diye söz edeceksin, düne kadar resepsiyonlarda bile ellerini sıkmadığın BDP'lileri ziyaret edip övgü dolu espriler yapacaksın sonra yüzlerce hatta binlerce KCK'lıyı hapislerde tutacaksın. Barış, sevgi, demokrasi nutuklarını ne kadar yüksek perdeden söylersen söyle, buna bir bahane bulamaz ve inandırıcı olamazsın.
O halde "bu daha başlangıç" derken en azından bölgedeki insanlar hapisteki arkadaşlarının, temsilcilerinin serbest bırakılmasını da isteyeceklerdir. Ve işin doğrusu sen buna mecbursun da.
Ancak küçük bir sorun var. Hapisteki Kürtler'i serbest bırakmak için af çıkarırsanız, anayasanın eşitlik maddesi gereği bunun bütün tutuklu ve hükümlüler için de uygulanması gerekecektir. Yani örneğin Ergenekon ve Balyoz sanıklarının, pankart açtı, slogan attı diye hapse atılan gençlerin de bu aftan yararlanması kaçınılmazdır.
Ne olacak bu durumda? Aslına bakarsanız bana göre asıl plan, taaa başından bu yana PKK'lıları, İmralı'daki terör örgütü liderini serbest bırakmaktı. Bunun için çeşitli bahanelerle aydınlar, akademisyenler, gazeteci ve yazarlar, sanatçılar, sendikacılar ve askerler rehin alındılar. Düzmece davalarla mahkum edildiler. Sonra bir af çıkarıp PKK'lılarla birlikte onları da serbest bırakacak böylece "yüce gönüllü bir iktidar" havası atacaklardı.
Ancak bu plan muhtemelen iki nedenle bozuldu. Birincisi, son beş yılda müthiş bir beyin yıkama operasyonuyla rehin alınanlar aleyhine bir kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Elbette karşı tepki çok daha büyük ama, iktidar gücüyle bu şimdilik bastırılıyor. O halde onların bir süre daha içerde tutulması, rehinlik durumunun sürmesi iktidarın intikamcı politikası için geçerli bir yol.
İkincisi ise şu; Ergenekon, balyoz ve benzerleri gibi düzmece davalarla mahküm edilenlerin büyük çoğunluğu af istemediklerini , hiçbir suçları olmadığı halde iktidarın intikamcı ve dış destekli operasyonları sonucu mahküm edildiklerini, cezaevlerinden ancak beraat ederek çıkacaklarını söylüyorlar.
Efendim işine gelirse denilebilir mi? Denilebilir de, böyle bir direnişin içteki ve dıştaki etkileri de çok büyük olur. Düşünsenize bir Genelkurmay başkanı "Beni terör örgütü lideriyle aynı kapsamda affedemezsiniz, ben hapisten çıkmayı reddediyorum" demesi halinde iktidarın düşeceği durumu.
Ne yapacaktır? Açıkçası bütün itibarı sarsılır. Dünyadan büyük tepkiler gelir. İçerde o insanların hapiste tutulmasına razı olanların bile zihinleri karışır, hava iktidar aleyhine dönüşür.
İktidar "genel af yok" diyerek bence şimdi bu önlemi alıyor. Önce PKK'lıları, KCK'lıları dışarı çıkaracak yasal düzenlemeler yapılır. Kanunlarda değişiklikler olur.
Ankara kulislerinden gelen bilgilere göre benzer bir çalışma da askerler için yapılıyor. Askeri ceza kanunlarında bazı değişikliklere gidilebilir. Ardından terör örgütü, darbe girişimi gibi konularla ilgili yasa maddelerinde değişiklikler yapılır.
Sonuçta bazı suçlar ve cezaları yasa maddelerinden çıkarılırsa, hükümlüler ortada bir suç kalmadığı için dışarı çıkarlar. Böylelikle ne af çıkarmış olursunuz ne de beraat ettirmiş olursunuz. Ergenekon ve Balyoz hükümlüleri de bu durumda itiraz edecek bir şey bulamazlar.
Kişisel kanımı sorarsanız, öyle ya da böyle, yüzlerce aydın gazeteci, akademisyen, sendikacının, ordunun şerefli subaylarının sudan gerekçelerle, düzmece belgelerle mahküm edilmesi ve uzun yıllarını hapiste geçirmeleri benim vicdanımı rahatsız ediyor. Onların orada kaldıkları hergün içimdeki ateş ve öfke daha da büyüyor. Bir şekilde dışarı çıkmaları, özgürlüklerine kavuşmaları, mücadelelerini, onur kavgalarını ondan sonra vermeleri bu vicdanı rahatsızlığımı bir parça olsun giderebilir.
Sevgili izleyiciler, gelelim üçüncü çarka. İktidar "anayasayı yeniden yazma" fikrinden de şimdilik çarketmiş görünüyor. Biliyorsunuz bir Meclis Anayasa komisyonu var. AKP'nin halkı kandırmak için yaptığı kurnaz bir düzenleme var. Dediler ki "Bu anayasa komisyonunda kimse kimseden üstün olmasın, her parti eşit üye versin, anayasayı burada tartışalım kararı ortak alıp sonra Meclis'e gönderelim. Bu ortak karar Meclis'ten aynen geçsin."
İlk bakışta çok makul gibi görünüyor değil mi? Öyle ya tek başına iktidar olan AKP'nin de, en küçük grubu olan BDP'nin de üye sayısı aynı. Yani iktidar bu komisyonda aslında azınlıkta kalıyor.
Tabii kazın ayağı öyle değil, ne kadar anlaşma yaparsanız yapın maddeler meclise gelince bir önergeye bakar her şey. Komisyondan oy birliği ile geçen maddeye mecliste bir milletvekili ek yapmak ister, işte o zaman AKP'nin komisyondaki azınlığı meclis genel kurulunda bir anda ezici çoğunluğa dönüşür.
Tabii "siyasi ahlak, öyle anlaşmamıştık" falan lafları edilir de, buna uyulmamasının bir yaptırımı yok ki. Sonuçta 367 bulunmaz da 330 bulunur ve anayasa o haliyle referanduma gider. AKP'nin beklentisi anayasada kendi istediklerini yaptırabilmek gerisini halka bırakacak zaten, çünkü orada etkileme gücünün müthiş olduğuna inanıyor. Medya elinde, devlet gücü zaten elinde, yetmez ama evetçi güruh nasıl olsa her yerde yanında, yani laikliğin falan kaldırılmış olduğu yeni anayasayı halktan geçirmek iktidara daha kolay geliyor. Yeter ki referanduma gidecek bir anayasa çıksın ortaya, gerisini merak etme sen diyorlar.
Ama buna rağmen istedikleri olmadı. Bir kere Meclis içindeki değil dışarıdaki muhalefet ağır bastı. Gerçek akiller yurdu karış karış dolaştı, yeni anayasa adıyla yürütülen çalışmanın bir aldatmaca olduğunu halka anlattı. Yeni denilen, cumhuriyet ilke ve devrimlerinin tamamen ayıklanacağı
anayasaya karşı toplumda ciddi bir destek oluşmadı.
Bu ister istemez meclise de yansıdı, komisyon çalışmaları ağır aksak gitti. Şimdi artık seçim takvimi nedeniyle teknik olarak yetişmesinin de mümkün olmadığı görüldü. Bu durumda komisyonun çalışmalarını bitirmesi gündeme geldi.
Bütün planlara rağmen AKP dilediği türde bir anayasayı ne meclisten ne de halktan geçiremeyeceği gerçeği ile karşı karşıya kaldı. Şimdi anayasa kaldı başka bahara. Eğer 2015'te AKP yeniden ve daha güçlenerek iktidar olursa bu kez anayasayı yazar. Ama artık AKP'nin bir daha tek başına iktidar olabileceği de çok tartışmalı.
Ama bakın sevgili izleyiciler, ilk günden beri hep karşı çıktım, muhalefetin o masaya oturması en büyük hataydı. Sonra o masadan kalkmak isteyenler oldu ama o da olmazdı. Çünkü AKP'nin asıl gayelerinden biri muhalefetin masaya oturmasıyla gerçekleşmişti.
O da şuydu; normal bir demokratik ülkelerde seçilmiş meclisler anayasa değişikliği yaparlar ama anayasayı yeni baştan yazamazlar. Yeni anayasa kurucu meclislerin işidir. "Demokrasi varsa neden seçilmişler yeni bir anayasa yazamaz?" Evet yazamaz, çünkü şu nedenle, o seçilmiş meclis üyeleri halk tarafından yeni anayasa yazmaları için değil kendilerini temsil etmek için seçilmişlerdir. Oysa eğer demokrasi varsa halk kimi nereye neden seçtiğini önceden bilmelidir. Ayrıca anayasalar, toplumun ortak sözleşmesidir. Bir şekilde seçimi kazanıp sayısal üstünlüğü ele geçirenler yeni baştan anayasa yazmaya soyunamaz. Bunu yaparsa ortaya çıkacak anayasa halkın ortak sözleşmesi değil o iktidar ve görüşünün topluma dayatması olur. Sonuçta o anayasa dikiş tutturamaz, bu durumda iktidarı her eline geçiren kendi anayasasını yazmaya kalkar.
Lafı uzamayayım, vaktim de dolmak üzere, gelelim AKP'nin asıl hedefine. Muhalefet masaya oturarak bu meclisin yeni bir anayasa yazabileceğini resmen kabul etmiş oldu bununla da kalınmadı anayasanın değiştirilemez maddelerinin de değiştirilebileceği meşru hale getirildi. Şimdi bazı muhalefet partilerinin sözcüleri kırmızı çizgilerden söz ediyor ilk üç maddeye dokundurtmayacaklarını söylüyorlardı. Evet sonuçta dokunulmadı belki ama dokunulabileceği kayda geçti, değiştirebilme meşru hale geldi.
İşte ilk günden bu yana bunu gerekçe göstererek "oturmayın o masaya, AKP'nin yeni anayasa yazma meşruiyetini kazanmasına olanak sağlamayın" diyordum. Oturdular.
Bakın son olarak şunu da ekleyeyim. Komisyonun anlaştığı 60 mı 66 mı maddeden söz ediliyor. AKP "Getirin bunları geçirelim" dedi. O niyeydi ki? Madem yeni baştan anayasa yazıyorsun, hepsini bitir değil mi? Oradaki oyun da şu, meclise bir paket gelirse önergelerle bunlara ekleme yapılabilirdi. Örneğin bir bakmışsınız başkanlık sistemi eklenivermiş. Yani pratik çözüm değil kurnazlıktı.
Ayrıca en anlamadığım da şu; iktidar ve yandaş yalakaları sürekli olarak bu anayasanın anti demokratik maddelerinden söz ederler. Madem öyle, niye bu kadar zahmet, hangi maddelerse sadece onları getirseler ya. Ama olmuyor işte. Nihai amaç için ilk üç maddenin değişmesi gerek. Onun için de anayasanın tamamının yeniden yazılmasına ihtiyaç var. Size birkaç gün önce Birlemiş Milletler sözleşmelerini anlatmıştım. Bunları uygulayabilmek için değiştirilemez olan üçüncü maddenin değişmesi gerekiyor.
Sonuçta, iktidar artık ezici çoğunlukta olduğu mecliste bile her istediğini yapamaz durumda. Bunu tamamen bitirmek sizlerin elinde, halkın elinde. İlk seçimde bu irade gösterilebilirse ondan sonrası çorap söküğü gibi gelecektir.
Bu akşam da bu kadar. Az sonra Ümit Zileli ana haberlerle karşınızda olacak. Ben de yarın akşam aynı saat yine sizlerle birlikteyim. Hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşça kalın.