Yazarı Olmayan Makaleler
Yazarı Olmayan Makaleler

AKP’nin de Cemaati bitirme planı varmış

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; yeni haftaya başlıyoruz yine. Hafta sonu yazdan kalma günler yaşadık ama bu sabahtan itibaren kışın ağır ve kasvetli havası tüm yurtta kendini hissettirmeye başladı. Eee sonuçta kış aylarındayız, yine de ara sıra yaz gibi günler yaşamak insana keyif veriyor.

Tabii siyasi ve sosyal hayatımız hep kasvetli, hep gri tonlarda. Gerginlik, stres, çözümsüzlük, karşılıklı laf yetiştirmeler, zamlar, gaz bombaları, dayaklar, tutuklamalar, kelepçelemeler, dava açmalar, hakaretler, itibarsızlaştırma eylemleri hayatımızın üzerinde gezen kara bulutlar.

İktidar sanki gül bahçesinde gibi her şeyi pespembe göstermeye çalışıyor ama belli ki dikiş tutmuyor, kendi içinde çatıştığı gibi yandaşlarıyla da kapıştı, dış politikamız da hergün daha bir faciaya doğru hızla gidiyor.

Bakın, günün en önemli gelişmelerinin başında Amerika İran yakınlaşması geliyor. Cenevre’de bir konferans düzenlendi. Amerikalılar ve İranlılar buluştu. Sonuçta ortaya bir İran Amerikan baharı gibi hava çıktı. İran nükleer silah yapma hevesini şimdilik ertelemiş görünüyor. Uranyum zenginleştirme işinde frene basma kararı aldı. Amerika bunun karşılığında dost elini uzattığını, ambargoların kalkmaya başlayacağı mesajı verdi.

Kalıcı bir dostluk mudur bu? Elbette hayır. Amerika kendi çıkarına olmasa İran’a bu kadar yaklaşmaz. Üstelik İsrail gibi değişmez müttefiki “Bu bir hatadır, intihardır, bizi bağlamaz” türü demeçlerle öfkesini dile getirirken Amerika’nın İran’la sarmaş dolaş olması sadece görüntüden ibarettir aslında. Ama her şeye rağmen bölgenin korkulu rüyası olan bir askeri operasyon ihtimali şimdilik de olsa ileriye atılmış ya da kısmen ortadan kaldırılmış durumda.

Amerika ile İran canciğer kuzu sarması olmuş, içtikleri bundan sonra ayrı gitmeyecekmiş, bölgeye istikrar gelecekmiş falan, bunların hepsi İran ve Amerika’nın bileceği iş de, Türkiye’ye ne olacak? Bizi ilgilendiren sorun bu? İran Amerika yaklaşması iyi mi kötü mü? Bizim için tabii.

Çok açık bir gerçek ki İran Amerika birbirine yaklaşırken, arada kimse Türkiye’den söz etmiyor bile.

Hatırlayın, İran’a yönelik baskı ve şiddetin arttığı günlerde Türkiye kendini Ortadoğu’nun lideri konumuna koyarak “ben kefil olayım, aracılık yapayım, İran’ın denetlenmesini bana bırakın, sorunu çözelim” demişti. Amerika ile İran arasında kuryelik yapmaya soyunmuştu. Yandaş medya ile merkez medya dediğimiz “aman Tayyip bey rahatsız olmasın” medyası günlerce Türkiye’nin bölgedeki önemini vurgulamış, Tayyip Erdoğan’ın tarihi bir işe soyunduğunu falan anlatmıştı.

O günlerde bunun olmayacak duaya amin olduğunu, Türkiye’nin sözde aktif dış politika adı altında aslında kendini bağladığını ve zora soktuğunu dilim döndükçe anlatmaya çalışmıştım.

Şimdi gelelim bugüne. Amerika ile İran anlaştı. Cenevre’de bir konferans düzenlendi. Türkiye var mı? Yok. Neden? Çünkü kimse ciddiye almıyor da ondan.

Sevgili izleyiciler “ben güçlüyüm, bölgenin lideriyim, Türkiye bölgede hiç olmadığı kadar güçlü konumda, bizim MİT var ya, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar bütün bölgede tek hakim durumunda” türü laflar, iç politikada prim yapabilir. Türkiye’yi geçmişte hep boyun eğen, hep altta kalan ülke olarak tanıtan bir beyin yıkama operasyonundan sonra sanki şimdi her şey değişti gibi aynı yöntemlerle beyin yıkayabilirsiniz.

Ama iç başka dış başka. İçte milyonlarca insan Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetinin dışarıda çok büyük itibarı olduğunu, bölgede ve hatta dünyada çok güçlü konuma geldiğimizi, herkesin bize saygı duyduğunu hatta artık giderek korkmaya başladığını, Türkiye’nin güçlenmesinden korkanların bin bir tünlü oyunla bizi çökertmeye çalıştığını falan zannedebilir.

Ancak dışarıda kimsenin bize ciddiye almadığı bir gerçek. İşte en somut örnek; İran Amerika ile el sıkıştı. Türkiye nerede? Bizden söz ediyorlar mı? Hayır, etmeyecekler ve göreceksiniz İran Amerikan baharı bizim aleyhimize olacaktır. Türkiye bölgede daha da yalnız hale gelecektir.

Bakın sevgili izleyiciler, Türkiye İran konusunda hep çifte politika izledi. Amerika ve Batılıların yanında durdu. Ne söyledilerse yaptı. Ama çok akıllı ve kurnazlar ya, İran’la ilişkilerde sanki onların yanındaymışız gibi göstermeye çalıştık kendimizi. İran dediğiniz aşiret devleti değil ki. Onların da geçmişi 2 bin yılı aşıyor. Onların imparatorlukları da bir zamanlar dünyaya egemen olmuşlar. Devleti de bilirler devletin oyunlarını da. Kurnazlıksa onlar da en az bizim kadar kurnazlar.

Bizim sözde kurnaz dış politikamız Suriye’de battı. Suriye konusunda da kendi kendimize gelin güvey olup Amerika’ya “Sen bırak Suriye’yi bana, onlar bizim çocuklar sayılır, ben onları yola getiririm” dediler. Yapamadılar. Esad’ın gitmesi üzerine stratejiler geliştirdiler. Esad gitmedi. O gitmedikçe bizim kurnazlar daha kurnaz yollar aramaya başladı, el altından muhalefeti destekliyoruz diyerek El Kaide’yi bölgeye soktular, Türkiye içinde yerleşmelerini sağladılar. Türkiye’ye yerleşen El kaide militanlarına batı ülkelerine daha rahat gitme yollarını da açmış oldular.

Sonuçta bu kurnazlık ters tepti. Türkiye Suriye konusunda tek başına kalakaldı. Şimdi o güçsüz olduğunu söylediğimiz, beğenmediğimiz Suriye devleti Türkiye’yi “savaş suçlusu” haline getirmek için harekete bile geçti. İşe bakın “bitti, mahvoldu” denilen Esad Türkiye’yi tarihindeki en ağır suçlamayla karşı karşıya getirdi.

Sevgili izleyiciler, bu savaş suçu kavramını yabana atmayın. Dünya kamuoyunun en değer verdiği konulardan biri bu. Bir ülke savaş suçlusu haline getirilirse iflah olması çok zordur. Üstelik Türkiye aleyhine bu konuda o kadar çok belge toplandı ki. Yarın öbür gün bir bakmışız Suriye’deki katliamların baş sorumlularından biri olarak Türkiye ilan edilmiş.

İşte İran Amerika yakınlaşmasının tehlikelerinden biri de budur. İran’la arası çok kötüyken Amerika’nın Türkiye’ye “fevkalade” ihtiyacı vardı. Ama ara düzeldiğinde Türkiye’nin önemi de azalıyor.

Sonra gelelim Mısır’a. Orada da tam batağa saplandık. Mısır bugüne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, Büyükelçimizi istenmeyen adam ilan etti ve ülkeyi terk etmesini istedi. Karşılık olarak biz de Mısır elçisini gönderiyoruz elbette. Ama duruma bakar mısınız, Ortadoğu’nun lideriyim diyen bir ülke, bir Ortadoğu ülkesi tarafından “istenmeyen” ilan ediliyor.

Efendim, mısır’da darbe olmuş, halka zulum yapılıyormuş. Bunlar tamam da özellikle zulüm tarafı biraz da bizim yüzümüzden. Sizlere daha önce de anlatmıştım. Türkiye Amerika ile yaptığı görüşmelerde Mısır’taki Mürsi yönetiminin gitmesine onay vermişti. Ama el altından Mürsi’ye haber göndererek “Sen diren, biz arkandayız” demişti. Mısır’da Mürsi’yi cesaretlendiren, meydanlara inmesini, direnmesini tavsiye eden Türkiye. Şimdi bunun detayları ortaya çıkmaya başladı. Türkiye bir yandan Amerika’ya “tamam Mürsi’yi indirelim artık” derken, el altından ayaklanma planları hazırlayıp Mürsi’ye vermiş. Hatta bizdeki Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını Mısır’da Mürsi’ye anlatarak “Derhal böyle bir işe başla, sen de orduyu dize getirirsin” demişler. Mürsi de buna inanmış.

Sonuç, kendine karşı yapılan protestoları dinleyip önlem alacağına, halkla konuşup sorunlara çözüm getireceğine, Tayyip Erdoğan’ın “yüzde 50’yi evinde zor tutuyorum” sözlerini kendine rehber edip kendi halkının karşısına yine halkı koyma deliliği yaptı. Hiç yoktan yüzlerce kişinin canına mal oldu bu yanlış politika.

Ya bizdeki Mürsicilere ne demeli. Rabia işareti yaparak sokaklara dökülmeye kalktılar. Gezi olaylarına nazire olsun diye geceleri meydanlarda toplanmaya yeltendiler. Topladıkları en fazla 500 kişi oldu. Sonra, susup oturdular. Tayyip Erdoğan canı sıkıldıkça Mısır protestosu yapıyor, kimse tınmıyor bile. Eee otobüsler, motorlar tutup, kumanyalar hazırlamadan halkı sokağa çağırırsan, olmuyor işte.

Neyse dışarıyı bırakalım da içe dönelim biraz. Dershaneler tartışması tam gaz sürüyor. Cemaat geri adım atmıyor. İktidar da öyle görünüyor. Ama aradaki atışmalar çok keyifli. Başbakan örneğin “Ne getirdiler de yerine getirmedik” dedi. Baktım da bütün yandaş gazeteler bu cümleyi manşetlerine taşımış. Hiçbirine de garip gelmemiş bu cümle.

Cemaat istemiş Başbakan da hepsini yerine getirmiş. Şimdi “nankörler” diyor bir anlamda. “Sizin için saçımı süpürge ettim ama doymuyorsunuz” demenin bir başka türü yani.

Bu nasıl devlet yönetimidir ki böyle. Burası kabile devleti mi, aşiret mi yönetiyoruz da “ne getirdinizse yaptık” diye yakınıyorlar. Ayrıca şu “ne istediklerini” de bir öğrensek, üstüne bu isteklere karşı ne yapıldığını da bir öğrensek ya.

Anladığım kadarıyla Başbakan dinlemeyi biliyormuş. Talepleri alıyor inceliyor ve yerine getiriyor. Ama taleplerin geldiği yer önemli. “bizdense” tamam.

Ya “bizden” olmayanlar. İşçiler sokakta, öğretmenler sokakta, astsubaylar sokakta, öğrenciler sokakta, şiddet gören kadınlar sokakta, köylüler, üreticiler sokakta.

Hangisini dinliyor başbakan ya da hükümet? Hiçbirini. Dinlemediği gibi bütün talep edenleri de şiddet kullanarak susturmaya çalışıyor. Polis öğretmenler günü bile dinlemedi. Hakkını aramaya çalışan öğretmenlerin üzerine buz gibi havada tonlarca su sıktı, ortalığı yine gaz bombalarıyla darmadağın etti. Ayağı kırılan, başından gaz kapsülüyle vurulan, gazdan nefes alamaz hale gelen, buz gibi su yüzünden sırılsıklam olup hastalanan insanların feryatları da hükümetin “kendinden olmayana tıkalı” kulağının duvarlarına çarptı.

Ama bitecek bu günler sevgili izleyiciler. Hepimizi daha mutlu, daha huzurlu, daha güzel günler bekliyor. Bugünün kötülüklerini aşacak gücümüz de moralimiz de var. Hiiiiç merak etmeyin.

Sevgili izleyiciler, “dershane kavgasında ki tavrın nedir?” diye soranlarınız olmuş. İlk gün de anlattım. Sorun dershanelerin kapanıp kapanmaması değil, bu eğitim sisteminin nasıl açmaza girdiği ile ilgilidir. Bugünkü sistemde öğrenciler ve velileri üniversiteye girebilmek için yan unsurların faydalı olduğunu görüyorlar ve bunun da yolunun dershanelerden geçtiğine inanıyorlar. Bu nedenle “kapansın, kapanmasın” tartışması yapmanın bence bir alemi yok.

Burada benim gözlediğim, iktidar içindeki çıkar çatışmasının vardığı noktadır. Yandaş gazeteler birbirine girdi. Şu anda hepsi dershaneleri bilimsel açıdan ele alıyor gibi görünüyor. Dershanelerin kapanmasını isteyenler yani Tayyip Erdoğancılar, dershane sistemini yerden yere vuruyor. Bu sadece cooook “bilimsel” bilgilere de kavuşuyoruz. Örneğin Tayyip Erdoğancılar dershanelerin üniversite giriş sınavına katkısının yüzde 7 olduğunu söylüyorlar. Bu şimdi mi anlaşıldı acaba? Sonra haberlere bakıyorum, meğer Güneydoğu Anadolu’da “dağa çıkışa engel” olarak sunulan dershanelerin bunda hiç katkısı yokmuş. İyi de buradaki dershaneleri açarken kurdele kesmeye giden AKP yöneticileri olmuştu, o zaman anlamamışlar mıydı? Bir başka haberde de dershane borcunu ödeyemediği için icralık olan, evlerindeki malları haczedilen ve açlığa terk edilen yüzlerce aileden söz ediliyor. Vay canına, Milli Eğitim uyumuş demek ki. Ne zaman dershanelerin kapanması tartışması çıktı, hacizler perişan olan aileler de haber olmaya başladı.

Dershaneleri savunanlar yani cemaatçiler de dershanelerin toplum hayatı üzerindeki olumlu katkılarını anlata anlata bitiremiyorlar. İstihdamdan, gençlerin eğitimine, kötü alışkanlıkların önlenmesinden, ailelere sağlanan katkıya, eşitlik ilkesinin yerine getirilmesinden, gençlerin dağa çıkmasına engel olunmasına meğer ne çok yararı varmış bu dershanelerin.

Ama sevgili izleyiciler hepimiz biliyoruz ki, dershane tartışması sıradan bir sektör kavgası, fayda zarar tartışması falan değil. Bu iktidar içinde giderek artan egemenlikte paylaşım savaşıdır. İktidar cemaatin devlet içinde fazla yer kapladığını, çok etkin hale geldiğini ve artık kontrolünün zor olduğunu görerek bir sindirme harekâtı başlattı. Cemaat ise hem bu etkinliğinin azalmaması hem de artık dünyada da fazla itibarı kalmayan bu nedenle gözden çıkarılan Erdoğan’ın hizaya getirilmesini amaçlıyor.

Sanıyorum bu tartışmalar kısa bir süre sonra çok farklı alanlara kayacaktır. Şu anda tartışmayı AKP iktidarının hırpalanması, erozyona uğraması ve seçimlerde zarar görmesi tehlikesine karşı “itidal” çağrılarıyla yumuşatmak isteyenler var. “Aman yapmayın, siz zaten bir ağacın dallarısınız, etle tırnak gibisiniz” uyarıları haykırışlara dönüştü.

Kimileri “Canım bu ilk kez olmuyor, biraz tartışırlar sonra uzlaşıp susarlar” diyenler de var.

Ama göreceksiniz bu kavga bitmeyecek. Sertleşecek ve yön değiştirecek. Fethullah Gülen ne diyor “Çok kötü şeyler olabilir.” Nedir bu çok kötü şöyle acaba?

Ben söyleyeyim. Konu dershanelerden çıkacak ve karşılıklı yolsuzluk, usulsüzlük hatta ihanet suçlamalarına varacak. Bakın cemaatle ilgili bir kitap yazdığı ama henüz yayınlamadığı halde tutuklanan gazeteci Ahmet Şık bugün “İktidarın elinde cemaati bitirecek arşiv var” diyor. Ahmet Şık asıl meselenin devlete kimin sahip olacağının savaşı olduğunu belirterek iktidarın bakış açısına göre cemaatin artık bir milli güvenlik sorunu haline geldiğini ve devletin elindeki belgelerle cemaatin yok edilebileceğini ileri sürüyor.

“Gülen cemaatini bitirme planı

Bu size bir şey çağrıştırıyor mu? Tabii ki çağrıştırıyor. Ünlü Balyoz davası neydi. İrtica ile eylem planı neydi? Cemaati bitirme planı değil miydi? Cemaati bitirmek istiyor gerekçesiyle yüzlerce subay general hapse atılmadı mı? Çoğu ağır hapis cezalarına çarptırılmadı mı? Kadere bakın ki, gün döndü hesap döndü, bu kez AKP iktidarının bir “cemaati bitirme planı” olduğu ve bunun için arşivlerin açılabileceği söylenmeye başlandı. Türk ordusunu dize getirmek, onurunu ayaklar altına almak, terörle mücadele etmiş değerli subayları terörist ilan etmek, onların ve ailelerinin hayatını vicdansızca karartmak, bunu da bir bayram sevinci gibi kutlamak falan derken, bakın nereye gelmişiz.

Şimdi gelinen noktada Balyoz savcıları harekete geçmek zorunda değil mi? İster misiniz önümüzdeki günlerde, bu iddiaları ihbar sayan savcılar “AKP hükümeti cemaati bitirme planı hazırlamıştır. Bu bir darbe girişimidir, yasalarımıza göre en büyük suç darbe düşünmektir, bunu planlamaktır” diyerek Başbakan ve hükümet üyeleri hakkında ağırlaştırılmış ömür cezası istemiyle dava açsınlar.

Gülmeyin. Neden olmasın? Ahmet Şık, Soner Yalçın, Tuncay Özkan, Hanefi Avcı, ordu komutanları, generaller, diğer subaylar ve Genelkurmay Başkanı “cemaati bitirme planı” yüzünden terörist ilan ediliyor ve hapishanelerde çürütülüyor da, “cemaati bitirme planı olan AKP hükümetine neden bu suçlama yapılmasın?

Tabii Ahmet Şık bugünkü röportajında iktidarın cemaate karşı elinde arşiv olduğunu iddia ediyor, ama cemaatin elinde bir şey var mı yok mu ondan söz etmiyor. Bilmem belki yarın da o bölüm vardır.

Ama açık söyleyeyim, arşiv çalışması konusunda cemaat iktidarı ikiye katlar gibime geliyor. Bugüne kadar herkesin bildiği ünlü davalarda asıl sürükleyici isimler hep cemaate yakın kişilerdi. Poliste, savcılıklarda ve hakimlerde ağırlıklı isimler hep cemaate yakındı.

Dinlemeler, izlemeler, dijital belge üretmeler, video kayıtları, montajlar, evlere veya işyerlerine konulan çok önemli belgeler. Yüzlerce aydın, akademisyen, yazar, gazeteci, sanatçı, işçi ve asker hep bunlarla suçlandı, bunların yüzünden hayatlarının bundan sonrası onlara esaret olarak sunuldu.

Elimizde belki şu anda bir belge bir kanıt yok ama, iktidar çevrelerinden de sızan bilgilere göre, ki bazıları daha önce çok yazıldı çizildi, örneğin ünlü bavul olayını hatırlayın, telefonlara hafıza yüklemesinden, beş yıl sonra bulunmuş harf karakterleriyle yazılan sahte dijital belgeleri, bunları hatırlayın, işte bunların çoğunun hazırlayıcılarının cemaate yakın isimler olduğu söylenir.

Neyse ayrıntılara daha fazla girmeyelim. Eğer iktidarın destekçisi bir ekip Türkiye’nin en önemli isimlerini izleyip dinleyip kayıt altına alıp arşivleyip sonra mahkemelerin önüne delil olarak koyabiliyorsa, en azından bir önlem olarak bunları kendilerine yaptıranlarla da ilgili kenara bir şeyler koyarlar. İşin doğasında vardır bu. Yasa ve hukuk dışı bir işe kalkışıyorsanız en azından kendinizi garanti altına alacak bir belge dosyası da toplamak zorundasınızdır.

Yani diyeceğim şu ki, eğer AKP’nin elinde cemaati bitirecek arşiv varsa, bir o kadar da cemaatin elinde iktidarın ipini çekecek arşiv vardır. Ve öyle sanıyorum ki, önümüzdeki günlerde dershaneleri unutup ortalığa yayılan bu arşiv belgelerini konuşuyor olacağız. Bu gidişin sonu odur. Çok iddia etmiyorum ama göreceksiniz. Çünkü artık düğmeye basıldı. Biz etle tırnakız, aman siz kardeşsiniz lafları falan artık çok geride kaldı. Sorun devlete kimin sahip olacağı noktasına geldiğinde kimse babasını tanımaz.

Bu konuda bir de hayli gülünç bir gelişmeden söz edip kapatayım. Başbakan’ın çok sevdiği eski futbolcu Hakan Şükür var biliyorsunuz. Milletvekili seçildiğinde bir gazeteci soru sormuştu da Şükür “valla ben bilemem büyüklerimiz bilir onlar ne söylerse doğrudur” cevabını vermişti. Şimdi o Hakan Şükür, hiçbir konuda ne düşündüğünü bilmediğimiz Hakan şükür “Dershanelerin kapatılması çok büyük hatadır” diyerek Başbakanına karşı çıkıverdi. “Biz bilmeyiz, büyüklerimiz bilir” diyen Hakan Şükür’ün de “büyük” olarak kimi kastettiği anlaşılmış oldu.

Vaktim azalıyor. Size biraz da adaylık çalışmalarım hakkında bilgi vermek istiyorum.

Biliyorsunuz cumartesi günü, 30 Kasım’da Beşiktaş’ta eğer gelirlerse medya önünde Cumhuriyet halk Partisi’nden aday adaylığımı bir kere daha açıklayacağım.

Sevgili izleyiciler; önümüzdeki yerel seçimler çok önemli. İstanbul 20 yıldır AKP zihniyeti ile yönetiliyor. Bunun son 10 yılı AKP’li başkanla 10 yılı da Refah ve Fazilet Partisi egemenliğinde geçti.

Artık bunun bitmesi gerek. 20 yıllık iktidar dünyanın hiçbir yerinde olmaz. 20 yıl o iktidarı da zehirler. İktidar sahipleri kendilerini vazgeçilmez sanarak başına buyruk hale gelir.

Çağdaş demokrasilerde 20 yıllık iktidar göremezsiniz. Bakın Amerika’ya, dünyayı cehenneme çevirecek nükleer silah kodlarını teslim ettikleri bir başkanın bile 8 yıldan fazla Beyaz Saray’da oturmasına razı gelmiyor. Neden? Nedeni çok basit. Uzun iktidar dönemleri hizmet heyecanı ve şevkini kırar. En fazla 8 haydi bilemediniz 10 yılı aşan iktidarlar her şeyi kendilerinin bildiğini, yaptıkları hizmetin en iyi olduğunu, kendilerinin asla değiştirilemez olduğuna inanmaya başlar. İşin kötüsü, bu kadar uzun iktidarlardan sonra halkta da benzer duygular oluşur. İktidarın gitmesi halinde istikrarın bozulacağını, hizmetlerin aksayacağını zanneder.

Oysa değişim harekettir, heyecandır. Çok basit bir örnek vereyim. 20 yıllık iktidardan sonra örneğin bir Boğaz Köprüsü yapmak bile o iktidar sahibine hiç heyecan vermez, duygularını yüceltmez. Ama yeni gelen biri için küçük bir kavşak açmak bile çok önemlidir, heyecandan ve sevinçten gece uyku uyuyamaz. O hızla hergün yeni bir şey yapmak, hizmetleri çoğaltmak, halkı daha mutlu, daha huzurlu ve keyifli hale getirmek için elinden geleni yapar. Ne zamana kadar? İktidarda 8-10 yılını tamamlayana kadar. Ondan sonra o da artık heyecanını yitirir. Eşyanın tabiatı budur.

Sevgili izleyiciler, özellikle sevgili İstanbullular. Artık İstanbul’da bir değişimin zamanı geldi. Artık AKP zihniyetinden kurtulmalı, yeni, parlak, güzel, halkın yararına fikirler, hizmet projeleri gündeme gelmeli.

İstanbul’a son 20 yıl içinde elbette pek çok hizmet kazandırıldı. Halkın bir bölümünün, hatta hiçbir siyasi görüşü de öne sürmeden bunlardan memnun olduklarını ben de görüyorum. Ancak aynı dönemde İstanbul, 8 bin yıllık bu kent, tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen bir yağma ve talana da sahne oldu. İstanbul’un çehresi değişti, modernlik adı altında bayağılık, kalitesizlik, banallik her yeri sardı. İstanbul insanı mutsuz, yüzü gülmüyor, huzurlu değil.

Artık yeter. Bu iktidara, yaptığı iyi hizmetler için teşekkür etme zamanı geldi. Yaptıkları yanlışların, yolsuzlukların, talanın vurgunun hesabının elbette sorulmasını da saklı tutarak, hepinize diyorum ki gelin bu İstanbul’u AKP iktidarının elinden kurtaralım. Dolayısıyla Türkiye’yi kurtaralım.

Ama bunu yaparken, bu düzenin aynen sürmesini amaçlayan, şaibeli, kimi çıkar gruplarının desteğindeki, kirli siyasetin oyuncağı olanları değil de temiz, dürüst, namuslu, ahlaklı, vicdanlı, ilkeli, adaletli insanları öne çıkaralım.

Siyasetin ancak kirli, namussuz, dürüst olmayan, ilkesiz insanlar tarafından yapılabileceği konusundaki inançları yıkalım. Namuslu temiz insanların da siyaset yapabileceğini, daha doğrusu yapması gerektiğini herkese haykıralım.

İşte cumartesi günü, bu nedenle, adaylığımı daha önce açıklamış olmama rağmen tamamen bu nedenle sizlerle buluşmak istiyorum.

Bir oyunu bozmak için size temiz bir el uzatmak istiyorum. Eğer siz de bu elin temiz olduğuna inanıyorsanız cumartesi günü saat 14.00’de Beşiktaş İskele Meydanı’ndaki Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı önünde sizleri bekliyor olacağım.

Şunu bilmenizi istiyorum. O gün karşınıza, sadece eşimi alarak tek başıma çıkacağım. Arkamda parti yöneticileri yok, parti örgütü yok, kimi ünlü isimler yok, sermaye çevreleri, Amerika, cemaat ve tarikatlar, örgütler yok. Sadece ve sadece temiz yürekli, namuslu, vicdanlı vatandaşlara güvenerek, onların sesi olmak üzere, hatta büyük bir riske girerek karşınıza çıkıyorum.

O gün, 30 kasım cumartesi günü, eğer içinize siniyorsa, beni desteklemek istiyorsanız, hatta desteklemenize bile gerek yok, temiz siyaset için bir ses de siz vermek, temiz bir eli tutmak istiyorsanız, ne yapın ne edin gelin.

Temiz siyaseti anlayan anlamayan herkese hep birlikte gösterelim.

AKP nin Cemaati planı varmış