Yazarı Olmayan Makaleler
Yazarı Olmayan Makaleler

Erdoğan “Yakamı bırakın çekip gideyim” mi diyor?

İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Artık bu iş komediye dönüştü. Neredeyse saat başı bir yerlerden lağım patlaması gibi bir haber geliyor. Sonra biliyoruz ki o lağım patlamasına kim müdahale ettiyse hükümetin müdahalesine uğruyor.

Bu sabah İzmir’de bir yolsuzluk operasyonu başladı. Aslında İstanbul’da başlatılıp da Başbakan’ın müthiş öfkesiyle durdurulan operasyonun bir benzeri hatta belki de bir parçasıydı operasyon.

Çünkü işin içinde yine Devlet demiryolları var, yine limanlar var ve yine tabii bazı ünlü müteahhitler ve en önemlisi yine bir bakanın yakını.

Bu kez gözaltına alınan yakın Ulaştırma Bakanı, eski tabii, o şimdi İzmir Büyükşehir Belediye başkan adayı Binali Yıldırım. Onn bir yakanı. Bacanağı mı ne? Eski bakan çiçeği burnunda belediye başkan adayı Yıldırım da diğer AKP’lilerin pişkinliği ile “zamanlama dikkat çekici” dedi.

Nedir o zamanlama. Seçime gidiyoruz ya, onu kastediyor. Bu hükümetin ilginç bir tavrı var. Olaya hiç bakmıyor. Ortada paralar saçılmış, kasalar, ayakkabı kutuları, “büyük patrondan” söz eden telefon kayıtları, çirkin konuşmalar falan ne ararsanız var, yani hırsızlık yolsuzlukla ilgili en azından karine yaratacak pek çok bulgu var, ama hükümetimiz nuh diyor peygamber demiyor ve dış güçlerden, devlet içindeki çetelerden, paralel devletten söz ediyor. Bir de zamanlama lafıdır gidiyor.

Yahu bunları söyleyin de, en azından ortaya saçılan şu yolsuzluklarla ilgili de bir iki kelime edin. Gerçi ediyorlar. Başbakan ne diyor “yolsuzluk yapan babamın oğlu olsa tanımam, oğlum olsa kayırmam:” Ne güzel değil mi? İyi işte, fena mı, hazır savcılık oğlunuzun ifadesini almak istiyor elinden tutup kendiniz götürsenize. Hem zaten siz demiyor muydunuz bugüne kadar “Bir suç işlemediyseniz yargıdan korkmayın” diye. Herhalde sizin mahdum bey piru paktır, korkacak bir şeyi yoktur, gider aslanlar gibi ifadesini verir, suçsuzluğunu kanıtlar ve göğsünü gere gere ortalıkta dolaşmaya devam eder.

Ama ne gezeeeer. Başbakan’ın oğlunu koydunsa bul. Çocuk 17 Aralık’tan beri ortalıkta yok. İzini bulan, bir yerde gören yok.

Neyse, laf yine uzadı, ne diyordum, haah, bir lağım patlaması olunca buna müdahil olanlara hükümet hemen müdahale ediyor demiştim değil mi? Bu kez de şaşmadı. Aralarında bir bakanın yakınının da olduğu kişileri gözaltına alan, tabii onlar yapmıyor bunu, savcılar talimat veriyor, işte bu operasyonu yapan ne kadar polis varsa o dakka görevden alındı.

Şu ana kadar Türkiye çapında 2000’e yakın polis müdürü, şef, başkomiser, komiser, sıra memuru görevden alınmış durumda. Aslına bakarsanız Cumhuriyet tarihinin en büyük memur kıyımı gibi bir şey bu. Ben gazetecilik hayatım boyunca kısacık bir sürede bu kadar çok sayıda polisin görevden alındığına, yerlerinin değiştirildiğine hiç tanık olmadım.

Ama sevgili izleyiciler, konuşmalarımı hatırlıyorsunuzdur, daha 17 Aralık bile olmamıştı. Ama sizlere demiştim ki “İşler çok kötüye gidiyor. Kimse bir şey yapamıyor, ama görün bakın, bir sabah uyanacağız, hiç aklımıza gelmeyen bir şey olmuş olacak, ondan sonrası dikiş tutmayacak.” Aynen bunu söylemiştim.

17 Aralık’tan beri de şunu söylüyorum. “Devlet gücünü kullanarak istedikleri kadar engelleme, baskı yapsınlar, polisleri, savcıları, hakimleri, bürokratları devlet memurlarını hallaç pamuğu gibi bir oraya bir buraya atsınlar, artık tüp macundan çıktı bundan sonrasını durduramazlar.”

Evet durduramıyorlar. Durduramayacaklar. Neden biliyor musunuz?

Çünkü şöyle; iktidar bugüne kadar ittifak kurduğu ve kirli işlerini yaptırdığı bir şebekeyi tepe tepe kullandı. Kendi deyimleriyle bir dediklerini iki etmedi, ne istedilerse verdi. Bu süreçte bu şebeke devlet içindeki birçok önemli ve etkin merkezi eline geçirdi. Bu sayede hem Türkiye’ye dönüştürme aşamasında dilediklerini yaptılar hem de kendilerini güven altına alacak operasyonlara imza attılar.

Siz birileri adına kirli operasyonlar yapıyorsanız, kendinizi güven altında tutabilmek için size bu emri verenlerle de ilgili çalışmalar yapar elinizde sonra kullanılmak üzere belge bilgi toplarsınız.

İşte geldiğimiz nokta budur. Devlet içindeki hükümet destekçisi şebeke, belli ki bugüne kadar emredilen bütün operasyonları yaparken bu emri verenlerle de ilgili belge bilgi topladı. Sonra sıra çıkar çatışmasına geldi. İşte o anda bu belge ve bilgiler saçılmaya başlandı.

Tabii iktidar tarafı da buna hazırlıklı aslında. Onlar da kirli işlerini yapanların eninde sonunda kendilerine yöneleceğini tahmin ettiklerinden onlar da ellerinde bazı bilgi ve belgeleri topladılar.

Bu nedenle dikkat ederseniz, bir o taraftan bir bu taraftan şaşırtıcı kirli iş bilgileri fışkırmaya başladı.

Şimdi iktidar kanadı, devlet gücünü kullanarak bu şebekenin yuvalandığı etkin makamları boşaltmaya çalışıyor. Yerine kimleri getiriyor?

Kendine biat ettiğine inandığı kişileri. Yani bunlar da gücünü yasalar ve anayasadan alan devlet görevlileri değil, iktidarın militanları, emir erleri. Ama sayıları çok değildir. Olamaz da. Çünkü bu iktidarın bu kadar nitelikli kadrosu yok. Zaten bu yüzden bir taraftan cemaat denilen yapılanmayı diğer taraftan da kendilerinden olmayan ama üç kuruşluk çıkar için el pençe divan durmaktan çekinmeyen eski Marksist komünist dönekleri kullandılar.

Şimdi bunların yerlerine getirip nefes alabilecekleri kadroları yok aslında. Durumdan vazife çıkarıp bu iktidara şirin gözükmek isteyenler elbette olacaktır, ama sevgili izleyiciler inanın eninde sonunda gerçekten yasalara ve anayasaya bağlı, ülkesini milletini seven, geçek devlet memurları mutlaka ve mutlaka göreve geleceklerdir. İşte o zaman ne cemaatçi, ne güya liberal, ne biatçı kalmayacaktır.

Adam gibi polisler, savcılar, hakimler, bürokratlar ve memurlar işlerini kuralına göre yapacaklar ve hiçbir şeyden korkmadan tüm pisliklerin üzerine gideceklerdir.

Aslına bakarsanız iktidarın korkusu da bu. Çünkü onlar da biliyor taşıma suyla değirmen dönmez, üç beş biatçı, üç beş yandaşla bu işler artık kotarılamaz.

Sonuçta burası, sadece Anadolu topraklarını kastediyorum, bin yıllık bir devlet geleneğinden geliyor. Öyle “Türkiye’yi dönüştüreceğim cumhuriyeti milleti yok sayacağım, Atatürk’ü devrimlerini sileceğim, bu ülkeyi bir din devleti haline getireceğim” diyenlerin ilânihaye at oynatabileceği bir ülke değildir. Biraz daha sabır diyorum.

Sevgili izleyiciler, Başbakan biliyorsunuz Uzakdoğu gezisine çıktı. Japonya, Singapur ve Malezya’yı ziyaret ediyor. Bize göre dün oldu artık, Başbakan bir Japon gazetesine demeç vermiş. Bana çok ilginç geldi. Çünkü Japon gazeteci “Bundan sonraki siyasi yerinizi nerede görüyorsunuz” diye sormuş. Başbakan’ın cevabı dikkate değer. “Bizde üç dönem şartı var” diyor Erdoğan ve bunu ileri demokrasinin bir örneği olarak sunarak “Bizde ömür boyu aynı yerde oturacaksın diye bir şey yok, ille milletvekili olunacak diye de bir şey yok, biz üç dönemi bitirdikten sonra partimizle bağımızı koparmadan ama bir makam da işgal etmeden siyasete devam edebiliriz. Bu konferanslar vererek de olabilir partiye danışmanlık yaparak da olabilir. Bilgi ve deneyimlerimizi bu yolla partimize aktarırız” diyor.

Şimdi dikkat edin, başbakan iki önemli açıklama yapıyor aslında. Birincisi hiç cumhurbaşkanlığından söz etmiyor, ikincisi üç dönem şartının altını çiziyor. Oysa biliyorsunuz son haftalarda AKP kulislerinde üç dönem şartının kaldırılması ile ilgili bir çalışma yapıldığı söyleniyordu. Başbakan’ın uluslar arası medyaya yaptığı açıklama ile aslında kendini bağlıyor, üç dönem şartının kaldırılmayacağını vurguluyor.

Bu açıklamayı okuyunca kendi kendime “acaba başbakan bundan sonraki seçimlere girmeyeceği gibi cumhurbaşkanlığı seçimlerine de girmeyecek mi?” diye düşündüm. Aslına bakarsanız şu ana kadar ortaya saçılan bundan sonra daha da fazlasının saçılacağı anlaşılan yolsuzluk, suiistimal ve nüfuz ticareti iddialarından sonra Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı için aday olabileceğini, olsa bile kazanamayacağını düşünüyorum.

Ama bakın aklıma şu da geliyor; Tayyip Erdoğan artık freni patlamış halde yokuş aşağı indiğini biliyor. Bu fark etmemesi mümkün değil. Sanki bu açıklamasıyla “Benim yakamı bırakın, çekip gideyim sonra ne yaparsanız yapın” demek istiyor gibi. Yani Erdoğan’ın önümüzdeki süreçte kendiliğinden çekip gitmesi de mümkündür. Evet şu anda tam bir şahin gibi davranarak kendisine yönelen tüm eleştirileri ve hatta saldırıları göğüslüyor, ama bun kendi iradesiyle değil, şu anda devletin bir başbakana sağladığı olanaklar ve verdiği güç sayesinde yapıyor. Bunun da sonsuz olmadığının bilincindedir herhalde. Bu durumda Erdoğan’ın bir süre sonra, ama sağlık bahanesiyle ama kabadayılık yaparak çekip gitmesi kimse için sürpriz olmamalı.

Evet sevgili izleyiciler, bugün başka neler var, şöyle bir bakayım, günün dikkat çekici olaylarından biri meşhur Ergenekon savcısının içine düştüğü yürekler acısı durum. Neresinden tutarsanız tutun dökülüyor.

Tamam bu savcı eskiden göklere çıkarılıyordu, Başbakan o kadar seviyordu ki kendi zırhlı Mercedes makam arabasını bile ona vermişti, şimdi hükümete yönelik yolsuzluk operasyonlarına kalkışınca kötü kişi oldu.

Bu nedenle dün övüldüğü yandaş medyada şimdi fena halde dövülüyor. Tabii anlıyoruz, bunlar bilindiği halde bugüne kadar hiç ses çıkarılamamış şimdi kötü kişi olunca bunlar ortalığa saçılıyor.

Bazı yazıları okuyorum televizyonlarda konuşanları dinliyorum “Yeni mi aklınıza geldi” falan diye soruyorlar. Orası ayrı, ama bir de ortaya çıkanlara bakar mısınız? İş takibi yapıyor, kafasını bozanları tehdit ediyor, hiçbir iş ilişkisi olmaması gereken milyarder müteahhitlerin parasını ödediği lüks tatillere çıkıyor. Adamda her şey var.

Başbakan “Bir savcı yılda 22 kere yurtdışı tatiline gider mi?” diye sormuştu. Biz de merak etmiştik “kim bu savcı” diye. Yandaş medya imdada yetişti, bunun Zekeriya Öz olduğunu açıkladı. Bu da garip değil mi, Başbakan şifreli bir açıklama yapıyor her nasılsa ertesi gün yandaş medya bu şifreyi kırıp gerçeği açıklıyor.

Şimdi kimileri Öz’ün ödediği 30 bilmem kaç bin dolarlık faturanın gerçekten Ali Ağaoğlu tarafından ödenip ödenmediğini sorguluyor, bazı gazetelerde yayınlanan faturaların sahte olduğunu falan yazıyorlar.

Ne fark eder, Ali Ağaoğlu ödemiş ya da ödememiş, bir savcı nereden para bulur da bir hafta için 30 bin doların üzerinde harcama yapabilir. Ayrıca bu sadece Dubai faturası. Örneğin lüks kayak merkezlerindeki tatiller var. Maşallah savcı beyimiz bayağı iyi kayak yapıyormuş, kayak merkezlerinde tatil çok pahalıdır. Bakın söylüyorum eli kulağında, yarın öbür gün bu savcının lüks kayak merkezlerinde kimin parasıyla tatil yaptığının faturaları da ortaya dökülür, şaşmaz yani.

Ama can sıkıcı bir durum da yok değil. Aynı yandaş medya savcı Öz’ün tatillerini dile dolarken, bir bakanın ailecek bir işadamının uçağı ile Umre’ye gitmesini, koluna hediye edilen 700 bin liralık saati takmasını aynı duyarlılıkla haberleştirmiyor. Biri benden biri artık benden değil hesabı tabii.

Son olarak bir de Cumhurbaşkanı’nın Gülen’e elçi göndermesi üzerinde durmak istiyorum. Dün söylemiştim, “Başbakan’ın çete dediği, devlet içinde devlet veya paralel devlet dediği bir kişiye Cumhurbaşkanı’nın elçi göndermesi ne anlama gelir” diye sormuştum.

Ama düşündükçe bu olay bana daha da garip geliyor. Örneğin Başbakan bu mektubu neden ifşa etti? Çünkü böylelikle hem Cumhurbaşkanı’nın çete ile işbirliği yapmakla itham etmiş oldu hem de cemaatin pazarlık yapma arzusu içinde olduğunu açıklamış oldu. Bir Başbakan için ikisi de iyi değil, ikisi de onur kırıcı ve itibar düşürücü. Peki Başbakan bunu niye açıkladı? Anladığım, artık tüm köprülerin atıldığı mesajını vermek istiyor. Savaş ilan ederek karşı tarafı sindirmek istiyor galiba. Çünkü cemaat tarafı anladığım kadarıyla “Başbakan elimizdeki belgeleri biliyor bu nedenle üzerimize daha fazla gelmeye cesaret edemez” diye düşünüyor. Başbakan ise “blöf yapıyorsunuz ve ben bu blöfü görüyorum çünkü devlet olarak ben daha güçlüyüm, sizi bitireceğim” diyor.

Yanisi şu ki, kaç gündür anlattığım gibi burada bir uzlaşma olması, cemaatle iktidarın yeniden içtikleri ayrı gitmeyen ve Türkiye’yi birlikte dönüştürmeyi amaçlayan birliktelikleri asla mümkün değil.

Bize izlemek düşüyor. İzleyeyim ve görelim daha ne kadar kirli iş çıkacak ortaya.

erdoğan bırakın diyor