Hilmi Özkök'ün açıklamaları ne anlama geliyor?
İyi akşamlar sevgili izleyiciler, geldik yine haftanın son gününe. Aslında haftanın son günü ama şu dakikalardan itibaren 9 günlük büyük tatilin ilk günü aynı zamanda.
Söylediklerine göre özellikle İstanbul'dan tatile giden büyük göç kuyrukları oluşmuş durumda. Trafik felç. Tatil yapmak, tatil için olanak bulmak güzel de, işte böyle de bir eziyeti var.
Dileğim, bu kurban bayramının insan kurban eden trafik canavarının bayramı olmaması. Tatil hepimizin hakkı, fırsatını bulduğumuz anda bundan yararlanalım. Ama ölmeyelim, öldürmeyelim, sakat kalmayalım, kimseyi sakat bırakmayalım, yakınlarımızı üzmeyelim.
Yanisi şu ki, lütfen dikkat. Bayramdan sonra yine birbirimize lazımız bunu unutmayın.
Sevgili izleyiciler, bugün birkaç konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Birincisi şu andımız konusu. Size bir şey söyleyeyim mi, gün geçtikçe andımızla ilgili karar canımı daha fazla sıkıyor, içimi acıtıyor.
"Türk olmayan herkese her sabah Türküm dedirtmek doğru mu?" gibi aslında kulağa ilk duyuşta mantıklı gibi gelebilecek bir gerekçeyle andımız kaldırıldı biliyorsunuz.
Ama özellikle yandaş kesimde bu karar olağanüstü bir sevinçle karşılandı.Neler döktürdüler biliyorsunuz. Ne ırkçılık kaldı, ne zulüm. Başbakan meclis kürsüsünden kükrer gibi konuştu, Reşit Galip'e hakaretler yağdırdı. Neden? Çünkü andımızı yazan Doktor Reşit Galip. Ezanın Türkçesini yazan da o. Başbakan'a göre bunlar büyük zulümlerdi.
Başbakan bununla da yetinmedi "Türküm dediler, ülkeyi mahvettiler, doğruyum dediler yolsuzluklar yaptılar, çalışkanım dediler yan gelip yattılar, bir okul mu yaptılar" falan diye de konuştu. Kim bunlar? Türkler. Başbakan Türkler'den üçüncü şahıs gibi söz ediyor dikkat ederseniz. Yani "onlar öyle dediler ama bak neler yaptılar." Peki siz ne yapıyordunuz o sırada? Hangi milletten olarak bunları zulüm olarak görüyordunuz? Geçelim.
AKP sözcüsü eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de "Bir çocuk her sabah Türküm demek zorunda mı? Demezse Türklüğüne zarar mı gelir. Bunlar ayet midir?" diye konuştu.
AKP tarafından her birinin son kullanma tarihi belli olan, vakti dolanların tasfiye edildiği kalanların da o günü beklediği bir ortamda süreyi uzatmak için ellerinden geleni yapan bir kısım sözde liberal aydın da "Çok iyi oldu, bu ırkçılıktı zaten, mecbur muyum her sabah Türküm diye bağırmaya" diye adeta zırvaladılar.
Bunların hepsini topladığımızda ortaya çıkan gerçek şu; andımız falan bahane, asıl amaç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, ilke ve devrimleriyle hesaplaşmak. Atatürk'ü silmeye çalışmak. Mesele budur. O halde andımızın kaldırılması doğru bir karar değildir. Tekrar konulmalıdır.
Bakın bu konuda çok komedi bir durum da ortaya çıktı. 2009 yılında Diyarbakır'lı bir vatandaş "andımızın ırkçı söylem olduğu, çocuğunun Kürt olmasına rağmen her sabah Türküm diye bağırmaktan büyük üzüntü duyduğunu" belirterek "andımızın kaldırılması" için yargıya başvurmuş. Tabii doğal olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nın görüşüne başvurulmuş, bakanlık da "Öğrenci andı ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik köken temelinde hiçbir ayrım gözetmemektedir" savunması yaparak andımızın kaldırılmaması yönünde görüş belirtmiş.
O zaman Milli Eğitim Bakanlığı AKP'deydi. Şimdi de öyle. Sadece 4 yılda ne değişti de andımız bir anda ırkçı söyleme dönüşüp bir zulüm olarak nitelenmeye başladı.
Ama sevgili izleyiciler, siz de biliyorsunuz ki bu iktidar için bir saçmalıklar bir şey fark ettirmiyor. Daha iki yıl önce askerliğin kısaltılması konusunda tartışmalar yapıldığında, Başbakan "İyi söylüyorsunuz da ülkeyi kiminle savunacağız, askerlik kısalamaz" demişti.
Şimdi biliyorsunuz askerliğin kısaltılması bir müjde olarak açıklandı aynı başbakan tarafından.
Hani Süleyman Demirel'i kötülemek için kullanılan üzerine yapışmış bir deyim vardı "Dün dündür, bugün bugündür" diye. Aslında o laf tam bugünler içinmiş ya, neyse.
Başbakan örneğin Libya'ya NATO müdahalesi söz konusu olduğunda esip gürlemiş "Ne işi var yaaaa NATO'nun Libya'da?" demişti. Tam iki gün sonra "Libya'yı NATO güçleri vurmalı, ama bunun için merkez Türkiye olmalı" demişti. NATO Libya'yı vururken, İzmir de merkez üs olarak kullanılmıştı. Ne bileyim, Malatya Kürecik'i radar üssü kurulurken Başbakan önce "yok öyle şey" demiş, sonra "Kuruyoruz ama bu NATO üssü" diye kendini savunmuş, üssün tamamen Amerika'ya bağlı olduğu anlaşılınca "Tamam da füzelerin ateşleme düğmeleri bizde olacak" diye ayar vermiş, ateşlemenin Akdeniz'deki 6. Filoya bağlı amiral gemisinde olduğunu anlaşılınca "Ama, bu sistem israil'i korumayacak" diye açıklama yapmış, Amerika İsrail'e hayali füze atıp da radar üssü harekete geçmiş veeee.. Ahhh yoruldum ama, kısacası "Dün dündür bugün bugündür" işte o kadar. Adam Türkiye cumhuriyeti Başbakanı varmayalım üstüne bu kadar.
Neyse, sonuç cümlesini tekrarlayayım. Andımızın kaldırılması doğru olmamıştır.
Aklıma gelmişken bir de şu kıyafet genelgesi adı altında türbanın resmi dairelerde takılabilir hale getirilmesi de var. Bakın burada da garip bir durum var. İktidar demokrasi paketi içine bir cümle yerleştirerek kamu alanında türban yasağının kaldırıldığını da ilan etmişti. Böylelikle ilkokuldan itibaren bütün okullarda öğrenciler türban takabilecekleri gibi artık resmi dairelerde çalışan kadın memurlar da türbanlı olabiliyor.
Neredeyse son 25 yılın en hararetli tartışma konusu bir genelge ile bitiriliverdi.
Oysa yine AKP iktidarı döneminde sadece üniversitedeki kılık kıyafet yönetmeliği için bile anayasa değişikliğine gidilmişti. Hatırlayın, Meclis'teki 411 milletvekili üniversitelerde türban takılabilmesine olanak veren anayasa maddesi değişikliğini kabul etmiş ancak Anayasa Mahkemesi bu maddeyi anayasaya aykırı olduğuna hükmederek iptal etmişti. O dönem Hürriyet gazetesi haberi "411 el kaosa kalktı" manşetiyle vermişti. İktidar ve yandaşları hala o manşetin intikamını alabilmek için neler söylemiyorlar.
Peki bir süre önce anayasa değişikliği gerektiren bir konu nasıl oldu da bugün sadece basit bir genelge düzeltilmesiyle gerçekleşiverdi.
Zamanında Anayasa maddesi değiştirmek mi yanlıştı, yoksa şimdi genelge değiştirmek mi?
Aslını hepimiz biliyoruz. O madde anayasaya aykırı. Yani şu anda yapılan genelge değişikliği bir anayasa suçu.
Değişen ne? Haaa, değişen Anayasa Mahkemesi'nin yapısı. O tarihlerde iktidar Anayasa Mahkemesi'ne hakim değildi. Anayasa mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın koruyucusu konumundaydı.
Oysa 12 Eylül 2010'da yapılan referandum ile Anayasa Mahkemesi'nin iktidarın yan kolu haline getirilmesi halkın oylarıyla kabul ettirildi. Aslına bakarsanız iktidar türban işini halletmek için yine bir Anayasa değişikliğine gidebilirdi. Ama buna gerek yok artık. Çünkü zamanında eğer madde değişikliği yerine genelge değişikliği yapılsaydı, Anayasa Mahkemesi bunun anayasaya aykırı olacağına hükmedecekti. Oysa şimdiki Anayasa Mahkemesi'nin hem böyle bir kaygısı yok hem de zaten iktidar böyle istediği için aykırı bir karar veremez. Ayrıca Anayasa değişikliğine gidip yine aykırılık tartışmaları içinde çırpınmaktansa, nasıl olsa kimse bize karışamaz artık mantığı ile konu genelge ile hallediliverdi.
Ama şunu söylemek isterim. Hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın, arkasında büyük bir halk desteği olsa bile, anayasaya aykırı bir yasa çıkarmak, genelge yayınlamak veya bir karar almak anayasal suçtur. Bu suça şu anda bir yaptırımda bulunacak güç ortaya çıkmayabilir. Ama hukuk hukuktur. Yarın öbürgün iktidar değişirse, bugünkü iktidar anayasaya aykırı tüm tutum ve davranışları nedeniyle sorumlu ve suçlu olacaktır, ki zaten şu anda da suçlu durumdadır. Bunu saptamak için söyledim bunları.
Sevgili izleyiciler, haberlerde izlediniz mi bilmiyorum, Amerika'nın en saygın gazetelerinden biri olan Wall Street Journal'da dün bir makale yayınlandı, Türkiye ile ilgili, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la ilgili. Yazı dikkatli okunduğunda satır aralarında Hakan Fidan üzerinden Başbakan Tayyip Erdoğan Suriye politikaları nedeniyle suçlanıyor. Gazete Hakan Fidan'ın CİA'e karşı agresif bir istihbarat savaşı verdiğini ileri sürüyor ve Fidan'ın Ortadoğu'da önemli bir aktör haline geldiğini belirtiyor.
Gazetedeki yazıya göre mayıs ayında Beyaz Saray'da Erdoğan-Obama görüşmesine Fidan'ın da katıldığı anlatılarak Suriye'deki radikal İslamcı terör gruplarına Türkiye'nin verdiği destek konusunun ele alındığı ve bu konuda Türkiye'nin uyarıldığı öne sürülüyor. Yazıda bunun sonucunda eylül ayından bu yana radikal İslamcı terör örgütlerinin eylemlerinde azalma olduğu da saptanıyor.
Bu yazı iktidar çevrelerinde tepkiye neden oldu. Yandaş yazarlar dün ve bugün köşelerini konuya ayırarak yine "Türkiye üzerine oyunlar mı oynanıyor?" klişesini kullanmaya başladılar.
Yandaşların daha entelektüel görünen bazı yazarları ise Wall Street Journal gazetesinde bu yazıyı yazan iki ismi ele alarak "Onlar zaten tescilli adamlar, Türkiye'ye yönelik oyunların içindeler" mesajını vermeye çalışıyorlar.
Sevgili izleyiciler, şimdi sizi 10-12 gün öncesine götürmek istiyorum. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Birleşmiş milletler zirvesine katılmak için New York'a gitmişti. Orada bazı temaslarda bulunmuştu. Ben de günün yorumunda bizim gibi ülkelerin başbakanları ya da cumhurbaşkanları ile Beyaz Saray'da yapılan görüşmelerin ayrıntılarını ancak bir süre sonra bazı Amerikan gazetelerinde çıkan makaleler aracılığı ile öğrenileceğini anlatmaya çalışmıştım. Bakın o gün yaptığım konuşmadan bir bölümü aynen okuyayım;
Önce Beyaz Saray'da yapılan görüşmelerden sonra iki liderin medya karşısına nasıl geçtiklerini anlatmıştım,. Oraları geçelim, fazla ayrıntı var, şöyle demişim; Ardından medya önünde açıklamalara geçilir. Bu açıklamalarda asla çok kesin, katı veya insana "vay be" dedirtecek hiçbir şey söylenmez. İyi ilişkilerden, fevkalade geçen konuşmalardan, ortak düşüncelerden söz edilir. Herhangi bir sorun, fikir ayrılığı veya içerde geçmiş bir tartışmadan tek kelime bile dilden dudağa getirilmez.
Konuk başkan başbakan artık her kimse ülkesine döner. Ülke medyası Amerika seferinin başarısını falan anlatır birkaç gün.
Ta ki Washington Post, New York Times, Wall Street Journal gibi dünyaca ünlü ve ciddi gazetelerde bir makale çıkana kadar.
İşte lafı getireceğim Amerikan sistemi budur. Eğer iki ülke arasında bir sorun; anlaşmazlık veya bir tartışma varsa Beyaz Saray ne ortak basın toplantısında ne da sonrasında hiçbir şekilde bunu dile getirmez. Bunun yerine ciddi ve dünya çapındaki gazetelerin bazı yazarlarına ya da editörlerine el altından bilgi verir. O yazarlar aldıkları bu bilgileri kendi yorumlarını da katarak yazarlar.
Örneğin son Amerika gezisinde Obama'nın Erdoğan'a bir Suriye operasyonu yapılmayacağını söylediğini bizler o resmi açıklamalardan değil bir hafta sonraki Washington Post Gazetesi'nden öğrenmiştik.
Yine bir başka Amerikan gazetesinden Suriye sınırımızdaki El Kaide tehdidinin Amerika'yı rahatsız ettiğini de öğrendik.
Birkaç gün önce yine bir Amerikan yayın organı, şu anda adını hatırlayamayacağım bir gazete, muhaliflere kimyasal gazların Türkiye üzerinden gittiğini iddia etmişti. Konu biliyorsunuz daha sonra Birleşmiş Milletler'e kadar gitti.
Yani diyeceğim Gül de, tabii Beyaz Saray'la değil, ama çeşitli Amerikan resmi ve gayrı resmi kurumlarıyla görüşmelerde bulunuyor, konuşmalar yapıyor. Elbette ona da bazı şeyler söyleniyor. Ayrıntılarını bir hafta 10 gün içinde Amerikan basınından öğreniriz nasıl olsa. Aceleye gerek yok yani.
İşte Wall Street Journal'de Hakan Fidan'la ilgili yayınlanan makale bu kapsamdadır. Bilgiler bu iki yazara Beyaz Saray tarafından verilmiş ve yazılması sağlanmıştır. Oradaki görüşler, Başbakan Erdoğan'a yönelik üstü kapalı suçlamalar, iki gazetecinin yorumu değil bizzat Beyaz Saray'ın görüşüdür. Elbette ne Başbakan ne yanındakiler bu sözlerimi doğrulamayacaklardır, ama gerçek budur, Amerikan sistemi budur.
Bu neyi gösteriyor? Tayyip Erdoğan'ın Amerika ile başı dertte demektir. Erdoğan Amerika için eskisi kadar güvenilir, sadık bir dost değildir. Bu Türkiye'de bazılarını sevindirebilir, kimileri "Ne güzel işte, artık daha bağımsız bir politika izliyoruz demek ki, helal olsun Başbakan'a Amerika'nın ağzına bakmıyor işte" diyebilir.
Tamam da, hani bir halk deyimi vardır, kazın ayağı öyle değil. İktidar, bugüne kadar Amerika'nın sözünden pek çıkmayarak, onun isteklerine boyun eğerek yürüdü yolunda. İçerde başka dışarıda başka konuştu. Bazı vaatlerde bulundu, tavizler verdi. Bunların bir çoğunu bilmiyoruz bile. O halde bunların bir yaptırımı olur değil mi? Öyle sanıyorum ki, iktidar cephesinde henüz görmediğimiz bilmediğimiz bir fırtına esiyordur. Gezi olaylarıyla ilgili başbakanın başlattığı "Dış güçler komplosu" sözleri sonra bunun yandaşlar tarafından çok ciddi bir propaganda haline getirilmesi hiç de rastlantı değildir. Bakın o kadar ileri gittiler ki, İstanbul'da yaşanan trafik keşmekeşini bile buna bağlayıp "Amaç hükümeti zora düşürmek bunun için trafik sıkışıklığı yaratılıyor" bile diyorlar.
Yani bir korku ve telaş var. Bunu el yordamıyla çözmeye çalışıyoruz şimdilik. Demek ki önümüzdeki günlerde başka Amerikan gazetelerinin yazılarını da sıkı izlememiz gerekiyor.
Ama bakın, o gazeteler henüz gelmeden, yine Amerikan politikalarının üstü kapalı sözcüsü konumundaki bir başka kesimden gelen habere göz atalım bakın.
İnsan Hakları Örgütü bir rapor yayınladı. Rapora göre Suriyeli muhalifler190 sivili öldürdü. Bu Alevilere yönelik planlı bir saldırıydı. Bu saldırıyı yapanların Suriye'ye Türkiye üzerinden giriş yaptığı pek çok kaynağa dayandırılarak kanıtlandı. Raporda bu tür olayların insanlık ve savaş suçu olduğu belirtilerek sorumluların uluslar arası ceza mahkemesine sevk edilmeleri gerektiği belirtiliyor. Raporun bir bölümü ise çok ilginç. O bölümde "savaş ve insanlık suçlarını işleyenlere her türlü desteği vermek de suça ortaklıktır" denilerek Türkiye'nin bu konuda çok daha fazla çaba göstermesi gerektiği kaydediliyor.
Bunun tam tercümesi şudur; "Ey Türkiye, Suriye'deki iç savaşta çift taraflı insanlık suçu işleniyor. Bunlardan bir bölümüne senin de katkıda bulunduğunu biliyoruz. Dikkatli ol, yoksa Türkiye'nin de başı derde girecek." İşin özeti budur.
Hani Suriye politikasını eleştiriyoruz diye kızanlar var ya, işte asıl bunlara dikkat etmeleri gerekir. Yani yarın öbürgün Esad yerinde otururken Türkiye bir anda savaş suçlusu ilan ediliverir. Uluslar arası ilişkiler ve dengeler, öyle iç politikada atıp tutmalarla, etrafa babalanmalarla, ayar vermeye kalkmalarla yürümüyor.
Tamam Başbakan bizim, ona laf söylemeyelim falan da, ama göz göre göre de Türkiye'nin bir anda dünyadan dışlanmasına da ses çıkarmamamızı kimse beklemesin.
Sevgili izleyiciler, bugünkü bazı gazetelerde eski Genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök'ün bazı açıklamaları vardı. Özkök tahmin edeceğiniz gibi Balyoz davası hakkında konuşmuş.
Paşayı biliyorsunuz, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki tavırları nedeniyle çok dikkat çekmişti. Silah arkadaşlarının bir bölümü "Bize destek vermedi, hapse girmemizi sağladı" diye yakınırken, yandaşlar ise biliyorsunuz paşayı göklere çıkararak "İşte gerçek demokrasi kahramanı" falan demişlerdi. İşte bu demokrasi kahramanı Balyoz davası nedeniyle ifade vermemiş olmasını "Zaten bir şey değişmezdi" diye yorumlamış. Başlıkları görünce önce şaşırdım, "paşa ne demek istiyor?" diye merak ettim. Ayrıntıları okuyunca aslında çok ilginç bir itirafta bulunduğunu anladım. Paşa'nın söylediğinin tam tercümesi bana göre şu; "Bu mahkemeler sonucu önceden bilerek çalıştılar. Bu nedenle ben ya da başkaları ne söylerlerse söylesinler durum değişmeyecekti. Karar verilmişti ve uygulandı. Nokta."
Özkök Paşa'nın söylediği budur. Bu yorumu nasıl yapabiliyorum? Davaların sonucuna bakın. Sadece Balyoz davasında 1150 tane saptanmış ve kanıtlanmış maddi hata var. Bunların hiçbiri mahkeme tarafından dikkate alınmadı. Israrla bazı kişilerin tanık olarak ifade vermesi için talepte bulunuldu. Mahkeme bunları da dikkate almadı.
Kararlara bakıyorsunuz, aynı nedenle suçlanan, haklarında yanlış da olsa aynı kanıtlar bulunan kişilerin bazıları hapse mahkum edilirken bazıları beraat ettirildi.
Aynı suçtan yargılanan üç kadından ikisi hapiste kaldı biri çıktı. Ne ilk kararda ne gerekçeli kararda bunların neden böyle olduğuna değinilmiyor bile.
Bu da ister istemez "Kararlar zaten önceden verilmiş kimin ne alacağı, kimin ne kadar yatacağı, kimin burnunun nasıl sürtüleceği önceden biliniyordu" yorumunu güçlendirmiyor mu?
Gelelim Hilmi Özkök/dç Valla size bir şey söyleyeyim mi, kimin yerinde olmak istemezsiniz diye sorarsanız herhalde aklıma ilk gelen isim Hilmi Özkök olur. Bazen gazete sütunlarında boy gösteriyor ve açıklamalarda bulunuyor ya, "adamın keyfi yerinde" diye düşünmeyin. Aslında çok zorda. Biliyor musunuz Ordu evlerine bile gidemiyormuş. O gittiğinde ya herkes arkasını dönüp oturuyormuş ya da onun bulunduğu bölgeyi boşaltıp çıkıyorlarmış. Tabii şunu da söylemeliyim, üzücü bir durumda ama, sonuçta bu yaşamı da kendisi seçmedi mi? Özkök gibi birkaç paşa daha var, onlar da kendi camialarının arasına pek kolay giremiyorlar, insan içine pek çıkamıyorlar. Şimdi bir pişmanlıkları var mıdır, yoksa bu hayat tarzına alışmışlar mıdır bilemiyorum, ama buna kendileri neden olduğu için de fazla konuşmak istemiyorum.
Evet sevgili izleyiciler, galiba süremiz de dolmak üzere. Arkadaşlar "tamam artık" anlamına gelen işaretlerini verdiler. Kısacık bir şey daha söylemek istiyorum. Dünkü konuşmamdan sonra sizlerden çok güzel, güç ve cesaret veren mesajlar aldım. Hepinize çok teşekkür etmek istiyorum.
Az sonra Ümit Zileli ana haberlerle karşınızda olacak. Pazartesi akşamı saat 18.30'da yine sizlerle birlikte olacağım. O gün biraz bayram üzerine, kurban üzerine sohbet ederiz. Bu arada bayramın ilk üç günü ekranda olmayacağım. Ama arayı Cuma cumartesi ve Pazar günleri Halil Nebiler'le birlikte gündüz 13.30 15.30 arasında iki saat program yaparak kapatacağız artık.
Tatil için yola çıkanlara hayırlı yolculuklar, aman dikkat. Hepinize iyi hafta sonları dilerim. Hoşçakalın.