Başını örten inançlı ise başı açık milletvekili ne olacak?
İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Bugün hemen dün yaptığım bir hatayı düzeltmek istiyorum. AKP’nin sanki Türkiye’ye hizmet getiren tek siyasi parti olduğunu iddia ederek Marmaray Projesi’ni abartarak sunmasına ve özellikle bunu 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na gölge düşürmek için kullanmaya çalışmasına karşı dün, bundan 40 yıl önce yapılan ve o döneme göre çok önemli bir proje olan Birinci Boğaz Köprüsü’nün açılışını anlatmıştım.
Birinci Boğaz köprüsü Süleyman Demirel’in Başbakanlığı sırasında yapımına başlanmış ve 1973 yılında hizmete açılmıştı. Ancak arada yaşadığımız 12 mart muhtırası nedeniyle açılışı yapmak, Demirel’e kısmet olmamış, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk açılışı yapmıştı.
İşe bakın ki Marmaray’ın yapımı ile ilgili projenin onaylanmasının altında da yine Süleyman demirel7in imzası var. O sırada başbakan ise Bülent Ecevit. Ama kaymağı AKP yiyor üstelik bunlardan hiç söz etmeden.
Dün bu köprünün açılış tarihini 29 Ekim olarak vermiştim sizlere. Oysa açılış 29 Ekim’de değil 30 ekimde yapılmıştı. Burada amaç 29 Ekim Cumhuriyet bayramı törenlerine gölge düşürmemekti. 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı kutlanmış bir gün sonra da o tarihe kadar yapılmış en önemli Cumhuriyet yatırımlarından ve hizmetlerinden biri açılmıştı. Sadece aradaki zihniyet farkını anlatmak için ve tabii ki dün yaptığım hatayı düzeltmek istedim.
Sevgili izleyiciler Cumhuriyet’in ve tabii ki devrimlerin 90’ıncı yılını kutladığımız şu günlerde, medyaya göre bugün yine tarihi bir gün. Çünkü bugün ilk kez Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bazı kadın milletvekilleri türbanlarını takarak geldiler.
Kısacası türban artık resmen Meclis’te. İlk yapılacak seçimlerde sanıyorum sadece AKP değil diğer başka partiler de türbanlı aday göstereceklerdir. Böylece önümüzdeki seçimlerden sonra Meclis’teki türbanlı milletvekili sayısında önemli artış olacaktır.
Bugün herhalde ulusal kanal ekranlarından da izlemişsinizdir. Bütün partilerin temsilcileri kürsüye çıkarak türbanın artık Meclis’te de takılacak olmasından duydukları sevinç ve mutluluğu paylaştılar. CHP’li Muharrem ince biraz farklı konuştu ama diğer bütün partiler özellikle başı açık kadın milletvekillerini kürsüye göndererek türban övgüsünde bulundular. Nedense AKP türbanlı milletvekillerinden birini kürsüye çıkarmadı. Oysa asıl hak onların değil miydi?
Şimdi belki bazılarınız sorabilirsiniz; “özellikle sen türbanın Meclis’e girmesine karşı mısın?” diyebilirsiniz.
Bakın artık mesele türbanın Meclis’e girip girmemesi boyutunu çoktan aştı. Bugünkü iklimde, medyanın, ikinci cumhuriyetçilerin ve tabii ki en önemlisi iktidarın aşırı dayatması karşısında halkın karşısına geçip de “Meclis’te türban olmaz” demek çok doğru değil. Sevimsiz olursunuz.
Çünkü bu olayın bugünkü etkileri ya da sevinç gösterileri değil, bundan sonraki yansımaları önemlidir.
Evet bugün tarihi bir gündür. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerinin tamamen bir kenara bırakıldığı, cumhuriyetin ve devrimlerinin anlamının yitirildiği bir gündür. Öncelikle bunu bilmemiz gerek.
O halde türban Meclis’te olmalı mı olmamalı tartışmasının artık bir anlamı kalmadı.
Ama bundan sonrasını düşünmek ve adımlarımızı buna göre atmak zorundayız.
Sevgili izleyiciler şurası bir gerçek ki, artık Türkiye “Bir İslam Devleti” olma yolunda çok önemli bir adım atmıştır. Bu türbanla ilgili değil, artık Türkiye’nin çok önemli bir kesiminin içine sinmiş olan zihniyetle ilgilidir. Bu zihniyet sırf oy kaygısı ile dini siyasete alet ederek bundan nemalanmaya çalışan kesimlerin, demokrasi, hukuk, insan hakları gibi kavramların içini boşaltarak her şeyi türbana indirgemesidir.
Masum gibi görünen “kimsenin kılık kıyafeti ile uğraşmayın” sloganı ile yıllar süren bir mücadele, düz mantıkla sanki akılcı tek yolmuş gibi halka dayatılmış, bu mantıkla fazla düşünmeden hareket eden geniş bir toplum kesimi de bu dayatmanın baskısı altında bunu demokrasi zannetmiştir.
Oysa konunun demokrasi ile ilgisi yoktur. Çünkü inançlar ve fikirler aynı potaya konup bundan bir sentez çıkarılamaz. İnançlar sorgulanamaz, değiştirilemez, inkar edilemez, eleştirilemez.
Oysa fikirler günün koşullarına göre değişebildiği gibi bu fikirler her an eleştirilebilir , sorgulanabilir, karşı çıkılabilir.
Bunları yıllar içinde çeşitli televizyon konuşmalarımda, tartışmalarda, günlük köşe yazılarımda, konferans ve panellerde anlattım. Konuyu burada yine uzun uzadıya anlatmaya gerek yok.
Bu nedenle gelelim bundan sonra olacaklara.
Evet bugün bir anlamda tarihi gün. AKP iktidarının 11 yıl boyunca sürdürdüğü mağduriyet edebiyatının ve bu edebiyat sayesinde oy toplama operasyonunun da son günüdür.
Meclis’te CHP’nin kerhen de olsa katıldığı yeni konsensusa göre artık bundan sonra bir türban tartışması ve türban üzerinden dini siyasete alet etme dönemi bitmiştir.
Ancak biten daha doğrusu bitecek olan bir şey daha var. Ben asıl bunu merak ediyorum. O da şudur; AKP iktidarı yıllarca demokrasi, özgürlükler, hukuk, ayırımcılığa karşı olma propagandası yaptı. Ama biliyoruz ki tüm bu söylemlerin çıktığı tek nokta vardı. O da türbana her yerde özgürlük. Bir simge haline getirilen türban bütün siyasetin de ana noktası oldu.
Elbette sadece türban demekle işin bitmeyeceğini biliyordu bu iktidar. İşte bu nedenle yıllardır inanmadıkları halde, türban dışında özgürlükler peşinde koşanlara da destek verilir gibi yapıldı. Başta Kürt hakları ve Aleviler’e yönelik ayırımcılık olmak üzere, hırıstiyanlar, Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, farklı cinsel tercihi olanlar bile AKP’nin söyleminde güya demokrasi özgürlüklere saygı adı altında hep gündemde tutuldu.
Peki ne yapıldı? Örneğin Alevilerin yaşamında bir değişim var mı? Yok. Kürtlerle ilgili ne oldu? Dil sorunu vardı ki zaten 2000 yılında kökünden çözülmüştü. Ondan sonrası? Hep laf. Sık aralıklarla paket açılıyormuş gibi yapılıyor o kadar. Diğerleri de öyle.
Şimdi türban konusu çözüldü bitti. AKP’nin demokrasi, özgürlükler, hukuk, ayırımcılığa son mücadelesi de bitti. Türban çözüldüğüne göre demokrasi sağlandı artık. Bundan sonra artık diğerleri AKP’nin gündeminde olmayacaktır. Olmayacağı gibi gündeme de çok gelmeyecektir. Göreceksiniz. Medyada da yavaş yavaş bu tartışmalardan çekilecektir. Belki Kürt konusu biraz daha kullanılabilir. Yani türbancılar dışında demokrasi özgürlük bekleyenler, artık daha çok bekler.
Diyeceksiniz ki “Yani ne yapacak, onları yok mu sayacak?” Hayır ama göreceksiniz, güya demokrasi hukuk diyerek savundukları bütün bu kesimleri kirletmeye, itibarsızlaştırmaya çalışacaklar. Basit bir örnek,. Bir AKP milletvekili kalktı ne dedi “Cemevleri DHKP-C’nin merkezleri oldu” demedi mi? Yarın öbürgün bir operasyon yaparlar, bir Cemevi’nde birini yakalarlar, tartışma birden alevlenir, herkes Alevi’lerin taleplerini unutur, bunu tartışmaya başlar. Aleviler bile ne olup bittiğini anlamaz.
Rumları, Ermenileri, Yahudileri kirletmek, itibarsızlaştırmak daha da kolay. Çünkü zaten dindar AKP’li tabanda özellikle gayrı Müslimlere sanıldığı gibi bir sempati, hoşgörü yok ki. Onlar parti yönetiminin politikası böyle diye öyle davranıyorlardı.
Bakın şimdi aklıma geldi yine. Daha önce anlatmış mıydım bilmiyorum, şu liberal maskeli faşistler var ya, işte onlardan biri güya demokrasi ve özgürlükler için AKP’nin yanında saf tutuyorlar ya, işte onlardan biri Adıyaman’da bir panele katılıyor. Ve diyor ki konuşmasının bir yerinde “Ben bir ateist olarak Müslüman olanların sorunlarını anlıyorum, onların bu başörtüsü mücadelesini sonuna kadar destekliyorum.” Bunu bana anlatan AKP’li gazeteci aynen şunu söylemişti: “ben de salonda konuşmaları dinliyorum, yanımdaki vatandaş yumruklarını sıkıp hırslanarak bana baktı ve (Ne diyor bu Allahsız be) diyerek tam ayağa fırlıyordu ki ceketinden tutup oturttum (oğlum sakin ol, bunlar bize lazım daha) dedi.”
Yani AKP’nin temel zihniyetindeki demokrasi, özgürlükler, başka fikirlere, inançlara saygı, ayırımcılığa karşı çıkma filan hep laftan ibaret. Bunların hepsi türban sorununun halledilmesi içindi, bu iş bugün bitti. AKP’den kendileri için demokrasi, özgürlük bekleyenler artık çok beklerler.
Sevgili izleyiciler, gelelim konunun bir başka yönüne.
Türbanın Meclis’e girmesi, düz mantıkla belki sevindirici olabilir ve toplumun önemli bir kesiminde “olması gereken buydu” duygusu yaratabilir, ama iş sadece bu kadar kısıtlı olarak ele alınamaz.
Bakın; Türkiye Büyük Millet Meclisi bütün halkın temsilcilerinin toplandığı yerdir. Şimdi türban da Meclis’te. Gerek bugüne kadar söylenenler gerekse bugün meclis’te özellikle sağ kesimin sözcülerinin söylemlerinden biliyoruz ki türban bir kültür bir yaşam biçimini değil inancı simgeliyor. AKP’li sözcüler özellikle üzerine basa basa söylediler, inancımız gereği böyle giyiniyoruz, kimsenin buna karışma hakkı olamaz.
Eğer türban inancın sembolüyse, demektir ki artık lafı hiç dolandırmadan şunu söyleyebiliriz: “Artık Müslüman kadınlar da Meclis’e girdi.”
Eğer türban Meclis’te takılabiliyorsa ve bu da inancın sembolüyse, demek ki türban aynı zamanda İslamın da simgesidir, vazgeçilmezidir.
Bakın sokak farklı. Orada kimsenin kılığına kıyafetine karışamayız, o öyle düşünüyor, öyle inanıyor diyebiliriz. Ama Meclis farklı. Orası temsil yeri. Türban takarak Meclis’e gelen kadınlar “Müslüman olduklarını” herkese göstermek için öyle geliyorlar, bunu saklamıyorlar.
Bu durumda, Meclis’te başı açık olan, başta AKP’li diğer kadın milletvekilleri ile diğer kadın milletvekillerini nereye koyacağız.
Başında türban olan kadın milletvekili Müslüman da başı açık olan kadın milletvekilleri Müslüman değil mi?
Bakın sakın yanlış anlaşılmasın. Bu konuları konuşurken insan kendini çok dikkatli olmak zorunda hissediyor. Kimsenin inancını sorgulama hakkımız yoktur, olamaz da, çünkü bu haddimiz değildir. Ancak eğer bir milletvekili inancını bir sembolle açık açık dile getiriyorsa, herhangi bir sembolü olmayan kadınların farklı inançlarda olduklarını mı düşüneceğiz. Çünkü bugünden itibaren durum öyle bir hale geldi ki, türbanlılar İslamın gerçek temsilcileri gibi algılanabilir. Çünkü başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Başbakan’ın ve tüm bakanların eşlerinin başında türban var. Yani onlar inançlarını açıkça gösteriyorlar, bunu gizlemek ya da fazla açık etmemek gibi bir kaygıları yok.
Oysa başı açık kadın milletvekilleri için artık bir sorun var. Herhalde aynı inancın çeşitli kuralları olmasa gerek. AKP’li bir kadın milletvekili “Ben de inançlı bir müslümanım ama başımı kapatmadan yaşıyorum inancımı” diyebilir mi? Şahsen sormuyorum, İslam inancı gereği soruyorum bu soruyu. AKP’li başı açık kadın milletvekiline göre Müslüman bir kadın başını türbanla sarmalı mı sarmamalı mı? Eğer inanca göre Meclis’te temsil edilmeyi kabul ediyorsak, aynı temsil biçimini kullanmayanların inancı farklı mı?
Paradoks değil mi? Evet, işte inancın siyasete bu kadar alet edilmesinin sonucudur bu..
Peki bundan sonra ne olacak?
Devlet katında oluşturulan yeni iklim Müslüman bir kadının başının türbanlı olmasını öngörüyor demektir artık. Bu nedenle artık yükselmek, kademe atlamak, daha önemli hale gelmek isteyen kadınlar bunu açıkça göstermek ihtiyacını hissedecektir. Başı açık kadın artık bilecektir ki, eğer çalıştığı devlet dairesinin başındaki erkek müdür, bugünkü iktidarın paralelindeyse, kendisinin yükselme şansı yoktur. Ya işini bırakacaktır ya da ortama uyacak ve dini inancını açıkça belli eden sembollere sarılacaktır.
Bu bugüne kadar daha alt kademelerde zaten uygulanıyordu. İktidarın tam egemenlik sağladığı bazı devlet kurumlarında erkekler eşlerinin başının kapalı olmasını bir referans olarak kullanıyordu.
Oysa şimdi, iş daha da büyüyecektir. Bizzat kadın memurlar, kamu görevlileri yükselmek için bu avantajı kullanmaya çalışacaklardır. Hiç kuşkunuz olmasın, eşyanın tabiatı böyledir çünkü.
Tabii şimdi bir merakım da, başları açık olduğu halde hergün ekran ekran gezip “Türbana destek veren” anlı şanlı yazarların, sözde aydınların, liberallerin bundan sonra ne yapacakları. Örneğin bir canlı yayında o çok bildiğimiz bazı kadın gazetecilere biri çıkıp da “hanımefendi, karşınızdaki bu hanımefendi inancı gereği türban takıyor, siz de inancınız gereği mi başınız açık geziyorsunuz?” diye sorarsa ne olacak?
Dedim ya, bugünü tarihi bir gün olarak niteleyenler aslında nasıl bir paradoksun içine düştüklerini şu anda fark etmiyorlar. Yakında görürler. Kimbilir belki mecbur kalıp onlar da kapanmak zorunda kalırlar. Bakın Mısır’da bu aynen böyle oldu. İran gibi değil, İran’da bir sabah İslam devrimi yapıldı, herkes anında kapandı. Ama Mısır tıpkı bizim gibi bir süreç geçirdi. Bundan 35-40 yıl önce Mısır’da kadınların başları açıktı. İskenderiye Üniversitesini gezmiştim, orada yıllara göre duvarlara asılmış öğrenci ve öğretim üyeleri fotoğrafları vardı. Bu fotoğraflarda bütün kızların ve kadınların başı açıktı. Oysa bugün Mısır üniversitelerinde okuyan bütün kızların başı kapalı. Sadece üniversiteler mi, Mısır’da bütün Müslüman kadınların başı kapalı artık. Başı açık olan kadınlar sadece gayrı Müslimler. Bir süre sonra bizde de böyle olması kimseyi şaşırtmasın. Türkiye’de de başı açık olan kadına “Sen Müslüman değilsin herhalde” denmesinin olmayacağını kim söyleyebilir. Ayrıca bu tür bir dayatma olduğunda kim ne yapabilecektir ki?
Ama sevgili izleyiciler şimdi gelin bu paradoksun eğlenceli kısmına geçelim. Benim bazı önerilerim var. Örneğin Ankara ve İstanbul’daki; genellikle daha varlıklı olan kesimlerin uğrak yerleri olan Alışveriş Merkezleri’ndeki dükkanlarda hiç türbanlı çalışan görüyor musunuz? Örneğin Akmerkez’de, Kanyon’da, İstinye Park’ta, Zorlu’da Ankara’da Panora mı neydi orada dünyaca ünlü markaların mağazalarında türbanlı çalışan var mı?
Ben görmedim. Görmediğim gibi bildiğim bir şey var, bu tür ünlü alışveriş merkezlerinden birinin sahibi “Bütün mağazalarla toplantı yaptık. Anlaştık, buralarda hiç türbanlı tezgahtar çalışmayacak” dedi. Doğal olarak “Nasıl bir anlaşma, nasıl yaptınız?” diye sordum. Dediği şu “Türbanlı tezgahtar birincisi görüntüyü bozuyor, ikincisi asıl para harcayan kesim türbanlıyı görünce içeri girmekten vazgeçiyor. Bu nedenle türbanlı çalışana izin vermiyoruz.” İyi mi?
Yani lafa gelince “demokrasi var, özgürlükler var, kadının ne giyeceğine niye karışıyorsunuz” diyen, İstanbul sermayesinin önemli isimleri, alışveriş merkezlerinin en gözde mağazalarının sahipleri, iş kendilerine gelince yan çiziyorlarmış, “aman türbanlı çalıştırmayalım satışlarımız düşer” diyormuş.
O halde gelin bir çağrı yapalım. Artık istediğiniz gerçekleşti. Türban Meclis’e de girdi. Herkes sevinç içinde. O halde siz de şu yasağı kaldırın. Hatta alışveriş merkezlerinin yönetimlerine bile bırakmayın bunu. Herhalde bu yasağın bir müeyyidesi yoktur.
Bence bu işin öncülüğünü de bir bakanımız yapmalı. Hani eşi çok çok ünlü bir moda kuruluşunun bayisi olan bakan. Bir alışveriş merkezinde görkemli açılış yapmışlardı. Bakanımız da katılmıştı, kurdele kesmişti, eşinin bu güzel gününe katkı sağlamıştı. İşte şimdi o bakanın eşi, kendi mağazasında türbanlı bir tezgahtara iş versin. O bakanımız da Meclis kürsüsüne çıkıp göğsünü gere gere “İşte görüyor musunuz, benim eşim ne kadar demokrat ne kadar özgürlükçü olduğunu, ayırımcılığa karşı durduğunu göstermek için yanında türbanlı bir kadını çalıştırmaya başladı” desin.
Der mi? Bilmiyorum.
Acaba bundan sonra o büyük holdinglerin, dev şirketlerin yönetim kademelerinde türbanlı kadın olacak mı? TÜSİAD başkanlığı yapan kadınlarımız var. Onların dev şirketleri var. Mağazaları, alışveriş merkezleri var. Sembolik de olsa türbanlı birine iş verecekler mi?
Evet sevgili izleyiciler, elbette bugünün gündemi sadece türban değildi. Örneğin CHP için de çok önemli bir gündü bugün. CHP’nin bir Genel Başkan yardımcısıyla İstanbul İl Başkanı bugün Şişli Belediyesi’ni ziyaret ederek Mustafa Sarıgül’ü CHP’ye davet etti. Dualarla, hayırlı cumalarla Allah razı olsunlarla” dolu konuşmalar yapıldı medyanın önünde. Ama ilginçtir bu davet CHP’li olmayan Sarıgül’ü davet değil. Sarıgül CHP’den ihraç edilmişti. Geri dönebilmesi için bir af dilekçesi yazması gerekiyor. Bu dilekçe önce merkez karar Yönetim Kurulu’nda ele alınıp uygun görüldükten sonra Parti Meclisi’ne sunulacak. Parti meclisi de onaylarsa Sarıgül CHP’ye dönüş yapacak. Yani bugünkü ziyaret için “Sarıgül’ü davet ettiler” demek teknik olarak yanlış aslında. Yapılan Sarıgül’ün “af dilekçesini” teslim almaktır. Şimdi belli ki Sarıgül CHP’nin İstanbul Belediye Başkan adayı yapılacaktır.
Bana sorabilirsiniz “senin adaylık ne oldu?” diye. Ben aynı yerimde duruyorum. Bana söylenen bir anket yapılacak, senin de adını koyacağız” şeklindeydi. Sarıgül’ün partiye gelmesiyle birlikte böyle bir ankete gerek duyulur mu duyulmaz mı bilemem. Ama eğer İstanbul halkı solun lideri, İstanbul’u AKP’den kurtaracak kişi olarak Sarıgül’ü görüyorsa buna söyleyecek bir şeyim olamaz değil mi? Efendim Sarıgül AKP’yi hiç eleştirmiyormuş, bir yandaş gazeteci ile Başbakan’a haber gönderip “sayın başbakana karşı kötü bir söz söylemem, diktatör falan da demem, kendisiyle Topbaş’tan bile daha uyumlu çalışalırım” diyormuş, cemaatlere yaptığı yardımları anlatıyor ve onlardan Allah rızası için oy alıyormuş, soldan hiç söz etmediği halde halka göre solun kurtarıcı lideri olarak görünüyormuş, birlik ve beraberlik içinde hepimiz Sarıgül’ü destekleyelimmiş deniyorsa benim adaylığımın bir hükmü olabilir mi? Buna gücüm yetebilir mi? Eğer İstanbul halkı ve aslında tüm Türkiye Sarıgül’ü CHP’nin başında bir kurtarıcı olarak görmek istiyorsa benim adaylığımın esamisi bile okunmaz. Anladığım kadarıyla CHP, sol, Atatürk ilke ve devrimlerine yürekten bağlı milyonlar, Cumhuriyet sevdalıları, laik demokratik hukuk devletinden yana olanlar kurtarıcılarını bulmuş durumda. Hepimize hayırlı olsun demekten başka bir şey söylemem olmaz artık.
Sevgili izleyiciler, bir noktayı daha paylaşmak istiyorum sizlerle. Başbakan Erdoğan dün İzmir İktisat Kongresi’nde konuşurken sözü yabancılara mülk satışına getirdi ve bir cümle ile Atatürk’ün de yabancılara mülk sattığını söyledi.
Yabancılara mülk satışı olamaz mı? Olur tabii de, bugün yapılan satışları masum göstermek için Atatürk’ü de işin içine karıştırınca merak ettim ve biraz araştırdım. Atatürk’ün kime ne mülkü sattığı ile ilgili bir bilgi bulamadım. Bilmiyorum Başbakan söylediğine göre bir bildiği vardır. Belki yarın öbürgün bunları da belgesiyle ortaya koyar.
Ama kendisine mülk satışı yapılan bir yabancı kişi buldum. Arkadaşlarımdan rica edeyim bir fotoğrafı ekrana getirsinler.
Tamam bu fotoğraf. Ünlü traktör fotoğrafı. Bu fotoğraf 1930’lı yıllarda çekilmiş. Ankara Atatürk Orman Çiftliği’nin ilk günleri. Atatürk bilimsel yöntemlerin kullanılması halinde, ki o yılları düşünün, çorak araziden bile ürün alınabileceğini kanıtlamak için bu çiftliği kuruyor. Bu çiftlik bugün Başbakan’ın oldu. Ortasına, ağaçları keserek dev bir Başbakanlık sarayı inşa ediliyor. Neyse konumuz o değil. Fotoğrafta Atatürk’ün hemen yanında görünen kişi bir Alman. Adı Hans Willbrandt. Almanya’daki Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’ye gelen bir bilim adamı, bir tarım uzmanı. Atatürk’e Orman Çiftliğinin kuruluşunda danışmanlık yapıyor bazı projeler hazırlıyor. İşte Atatürk bu Willbrandt’a Şile taraflarında bir arazi veriyor. Tabii bedeliyle. Acaba Başbakan’ın kastettiği mülk satışı bu mu?
Bu akşam da bu kadar. Az sonra Ümit Zileli ana haberlerde sizlerle birlikte olacak. Yarın aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar dilerim. Hoşçakalın…