İtibar sorunu büyüyor
Usta gazeteci Nezih Demirkent’in bir sözü vardır: Para kazanabilirsiniz ama itibar satın alamazsınız. Söylendiğinin aksine Türkiye’nin parası yok. Ama yılları sair bir biçimde oluşturulan ve temelini de Atatürk’ten alan bir itibarı vardı.
Sahte Osmanlıcılık oynayanlar, bölgede ‘Türkiye’ denildiğinde ilgiyi kendilerine atfetseler de, oralarda geçer akçe hep Atatürk’ün Türkiye’si idi. Nitekim süreç içinde uygulanan politikalarla, kıymeti kendinden menkul olanlar tek tek gerçeklerle yüzleşmeye, faturasını da gelecek nesillere aktararak sertleşmeye başladılar.
Devlet adamı olmanın bağırıp çağırmak ya da her gün ayrı bir politikayla ortaya çıkmak olmadığı Birleşmiş Milletler toplantısında bizzat yüzümüze vuruldu. Yandaş basın konuyu ülke içine farklı aksettirse de, dünya yandaş basın okumuyor. Yani yine klasik bir devekuşu sendromu ile karşı karşıyayız.
Ama öncesinde bölgede itibarsızlaşmamız, her ülkeyi karıştırmamız, sıfır sorun derken, herkesle sorun yaşar noktaya gelmemiz bunda temeli teşkil etti. En son Kerry’nin Esad tutkusu nedeniyle Işid’i palazlandırmakla suçladığı Suudi Arabistan ve Katar’ın yanındaki ülkenin adı ne yazık ki Türkiye idi. Hoş kendileri de bu yolla sıyrılmaya çalışıyor ya, neyse.
Fakat itibarımızın yerlerde süründüğü, ‘dünya lideri’ diye içte pompalanan şahısların kapı kapı konuşacak adam aradığı bir dramı, utancı Türkiye olarak yaşamak zorunda kaldık. Bugün doğru ya da yanlış, inanalım ya da inanmayalım dünyada bizimle ilgili algı iki başlık altında toplanıyor.
Bunlardan biri adım adım kapımıza getirilen terörü destekleyen ülke olma ithamı... Eğer bu suçlamalar somut kanıtlarla ortaya konulursa bazılarının uluslararası mahkemede yargılanması, Türkiye’nin de BM kararları çerçevesinde ekonomik ambargo ile karşı karşıya kalması kaçınılmaz hale gelir.
Suçlamaya muhatap kaldığımız ikinci husus ise kara para aklamaya alet olma meselesi... Bir kamu bankasının şubesinin Amerika’da bu gerekçeyle incelemeye alınmasının, bir Türk işadamının Pentagon’u dolandırmaktan suçlanmasının alt alta koyulduğu bir fotoğraf içinde durumumuza bakalım.
Hatırlayacaksınız çok kısa süre öncesinde, OECD bünyesinde kurulu FATF, yani kara para aklama ile mücadele edilmesi görevini üstlenen Mali Eylem Görev Gücü nezdinde kara listeye girecek iken direkten döndük. Bunda da performansımızdan çok, içeride sıkışan yabancı fonların etkisi olduğu analizini paylaşmak isterim.
En son 2011’den beri bulunduğumuz koyu gri listedeki yerimizde saydık. O süreçte Tanzanya ve Kenya ise çıkmayı başardı. Bizim durumumuzun açıklaması ise temmuz başında griye çıktığımız haberleri ile yansıdı. Sonra Temmuz 2014 sonunda BM nezdinde Işid faktörü nedeniyle kara listeye alınabileceğimiz duyuruldu.
Bunların hepsini bir kenara atıyorum. Gerçek hayatta ne yaşanıyor, onu aktarayım. Hong Kong’ta yaşananlar can sıkıcı ve iç acıtı... Bire bir bana aktarılan yaşanmışlık şu: Finans merkezi sayılan Hong Kong’ta bankaların ortakları arasında Türk bulunan şirketlere hesap açmadığı iddia ediliyor. Gerekçe de FATF listesindeki yerimiz. Bizzat bu cevabı alanın aktardığı bu… Angola, Afganistan, Yemen gibi ülkelerle aynı muameleyi görüyoruz.
Yani işin özeti, Türkiye’yi çok ciddi riskler beklerken, günlük hayatta adı konmayan bazı uygulamalar hayata geçmeye başlamış bile... Hepsinin de siyasi sonuçları olacaktır. Algı da, yaşanan da bu… Eğer gerçek değilse de somut kanıtlarıyla dünyayı ikna etmemiz gerekiyor. Gerçek olma ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.
Peki tüm bunların ekonomiye etkisi ne olur? Hiç hoş olmaz; hem de hiç...
Çetin Ünsalan
ulusalkanal.com.tr