Batılılaşma bir emperyalist projedir, hedef çağdaşlaşma olmalıdır!
Türkiye için Atatürk’ün çizdiği rota çağdaş medeniyet seviyesini yakalamak ve onu geçmektir. Ancak bu yalın ve çıplak gerçek, Batı’nın etki ajanları ve içimizdeki devşirilmiş aydınlar (!) tarafından gizli ve sinsi bir şekilde ülkeye “Batılılaşma” olarak şırınga edilmiştir. Tehlike de burada başlar. Çünkü Batılılaşma kültürel bir üst yapı meselesidir. Çağdaş uygarlığı yakalamak ise özünde ve ruhunda ekonomik kalkınmayı içeren büyük bir ülküdür. Ekonomik kalkınmanın olmaması, çağdaş uygarlığın yanına bile yaklaşılamadığını gösterir.
Her ulusun kültürü belirli ölçüde bir karışımı bünyesinde barındırır. Kavimlerin karışması güçlü bir kültür doğurur ama biz bu yazıda kültürün sadece içyapısına bakacağız. Örneğin bir İngiliz kültüründen bahsediyorsak, bunun içinde değişik sosyal sınıfların (burjuva, işçi, köylü vb.) kültürel öğeleri de yer alır. Ortaya çıkan karışım –sentez de diyebiliriz- bir bütün olarak İngiliz kültürüdür. Diğer bir ifade ile kültüre sınıfsal bir elbise giydiremeyiz. İş adamı da işçi de aynı kalıbın içine girer.
İngiliz, bu kültürünü örneğin Pakistan’da zorla ya da rıza ile dikte etmeye kalkarsa, “siz de bu elbiseyi giyecekseniz ve medeni dünyaya katılacaksınız” derse, İngiliz kültürü emperyalist bir mahiyet kazanır. Pakistanlı İngiliz dilini, edebiyatını, örf ve adetlerini öğrenirken ve doğru yolda olduğunu düşünürken, gerçekte ülkeyi kalkındıracak ekonomik gelişmeleri tetikleyecek toplumsal örgütlenmelerden uzaklaşır.
İngilizler gibi giyinen, onlar gibi düşünen sözde aydınlar ortaya çıkar ama bunların ekonomik alt yapıyı güçlendirebilecek konularda hiçbir fikri yoktur. Toplum bir yandan aydın-halk ayrışması yaşarken, diğer yandan kalkınmanın ve bir anlamda uygarlığın motoru olan ülkeye özgü ekonomik gerçeklerin uzağına düşer.
Yarbay rütbesinde Turgutreis Fırkateyni’nin Komutanı iken Pakistan’da bir harp gemisinde 10 gün süreyle Türk Deniz Kuvvetleri temsilcisi olarak bulundum. Karaçi’de gemiye katıldım ve seyir öncesi brifing için köprüüstüne çıktım. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Brifing İngilizce veriliyor ve tüm subaylar birbirleriyle İngilizce konuşuyordu. Seyir başladı ve zaman zaman gemi içi anonslar yapılıyordu. Anons dili de İngilizce idi.
Bir fırsatını bulup astsubay ve erlerin arasına katıldım. Yapılan anonsları kimse anlamıyor ve bir görevli mahalli dile tercüme ediyordu. Ortada öylesine büyük ve güçlü bir çelişki duruyordu ki kör gözler bile bu çarpıklığı görebilirdi. Erlerin yemeği sadece çorba ve kuru ekmekten ibaretti. Yani emperyalistin dili ile yapılan anonsun ekonomik karşılığı kuru ekmekten başka bir şey değildi.
“Allah’ıma şükürler olsun! Biz hiç sömürge olmadık ve en azından birbirimizle Türkçe konuşuyoruz!” diye içimden geçirdim. Ama aynı zamanda, ülkemdeki İngilizce eğitim veren Anadolu liseleri çılgınlığını hatırladım. Dünyadaki en acı olayla karşılaşmıştık. Emperyalizme muharebe meydanında sopayı çekmiş ama onların dilini gönüllü olarak hatta birbirimizi ezerek okullarımıza sokmuştuk!
Gemiden ayrıldım ve talebi üzerine izlenimlerimi nakletmek için Karaçi Deniz Komutanı Tümamiralin makam odasına gittim. Çay ikram etti ve hiç fikrimi sormadan kendi eliyle çayımın üzerine sıcak süt boşalttı. Herhalde İngiliz geleneği ile çay içmenin bir ayrıcalık olduğunu düşünüyordu. Kendisinden özür dileyerek, “çayıma hayatım boyunca süt koymadığımı ve mümkünse sade bir çay içmek istediğimi” söyledim. Şaşkınlıkla yüzüme bakarken, emir subayı bana bir fincan çay verdi.
“Gemimizi nasıl buldun?” diye sorup, üstüne basarak “diplomatik değil, samimi cevap beklediğini” söyledi. “Çok önemli bir sorun var!” diyerek başladım. Subaylar ile astsubay ve erler birbirlerinden kopuk, çünkü ortak bir dil kullanmıyorlar. Dilin dışında hiçbir şey onları kaynaştıramaz. Üst yapıda her şey güllük gülistanlık gözükse de alt yapıdaki derin sorunlar günün birinde ağır bir fatura çıkarır! Tümamiralin yüzü asıldı!
Ülkemizde Batılılaşma fikrini dışa bağımlı sermaye kılcal damarlarına kadar sahiplenmiş ve zaman içinde bürokrasiyi de buna ortak etmiştir. Batılılaşma bir egemen sınıf ideolojisidir. Bu ideoloji sanayiye dayalı ekonomik kalkınmanın önünde duvar olmuş, TSK’da da görüldüğü gibi, anti-emperyalist bağımsız bir ekonomiyi savunan Kemalizm’i, içi boşaltılan ve klişelere hapsedilen Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne dönüştürmüştür. Batı’yı savunan sözde aydınlar, aslında hem kendilerine hem de topluma yabancılaşmıştır.
Çağdaş Uygarlık rotasına giren aydınlar üretim, üretici, üretici sınıflar, üretim ilişkilerini ülke yararına masaya yatıran ve ülkeye özgü atıl kalmış ekonomik alanları keşfederek toplumun gündemine sokan öncü insanlarımızdır. Hiç kimse “duble yol yaptık!” diyerek bu insanları aldatamaz. Çünkü bilirler ki Batı ya da küresel sistem malını her ülkenin en ücra köşesine, çevreyi de yakıp yıkarak hızla sokmak ister. Bu nedenle, ülke yöneticilerini bu yöndeki yol ve benzeri yatırımlar için teşvik eder. Çağdaş bir aydın hayati bir alt yapı sorunu olan ekonomik boyutu ve toplumsal hareket yasalarını göz ardı ederek bir üst yapı konusu olan kültürel alanlarda lüzumsuz tartışmaların içine girmez. Batılıya da asla öykünmez!
Batı’da sıkça tartışılır: “Bayrak (kültür anlayınız!) mı ticareti, ticaret mi bayrağı takip eder!” Cümlenin ruhu şudur: Bir ülkeye kültürümüzü dayatırsak, onu daha rahat sömürürüz!”
Batılılaşma taraftarları bilerek ya da bilmeden yukarıdaki cümledeki “Bayrak”ın bayraktarlığını yaparlar. Çağdaş uygarlığı savunanlar ise “Bayrak-Ticaret” oyununda ülkelerinin, özellikle ekonomik çıkarlarının bayraktarlığını yaparlar…
Unutmayalım, Atatürk’ün bize verdiği görev, Türkiye’yi muasır medeniyetlerin üzerine çıkarmaktır. Körü körüne Batı’nın kuyruğuna takılanlara duyurulur…
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr