Son kale…
Çalışma yaşamının son dönemdeki tartışma alanlarının en popüler konularının başında geliyor; kıdem tazminatı… Temelde çalışanın işverene, işverenin çalışana, her ikisinin de bir araya gelip kamuya güvenmediği haliyle, bir Türkiye fotoğrafı gibi…
Peki bu güvensizlik bir kuruntudan, bir evhamdan mı kaynaklanıyor? Elbette hayır… Çok uzak dönemlere gitmeye gerek yok. Asgari ücret tartışmasında iktidarın işvereni nasıl yaktığını biliyoruz. Meseleyi çalışan – işveren boyutuna indirip, sonra da aradan çekilip, vergisini primini tahsil etmeye yöneldiğini, bundan taviz vermediğini kimse unutmadı.
Geldiğimiz noktada insanların nasıl işini kaybettiğini, işverenlerinin sırayla iflasa doğru koştuğunu, bir dizi sorunun üzerine gelen bu maliyetle, fabrikaların kapanma riskiyle nasıl karşı karşıya kaldığını görmüyor muyuz?
Her iki kesim açısından meseleye baktığınızda, kamuya teslim edilen fonlar zaten başlı başına sicili bozuk bir görüntü sergiliyor. Bugüne kadar depremden konut edindirmeye kadar ne kadar fon adı altında para toplandıysa har vurup harman savruldu.
Yine çok uzağa gitmeyelim. İşveren ve işçinin ortak maliyetini ödeyerek oluşturduğu işsizlik sigortası fonunun nasıl dağa taşa yatırıldığı, sistemin adeta kimse yararlanmasın ilkesi üzerine kurulduğu, zaten gerçekleşmelerden de ortada.
Her fırsatta bu paraya göz dikildiğini biliyoruz. Bu para yerinde duruyor mu; aslında ondan bile kimse emin değil. Bir fonun kâğıt üzerinde varlığını koruyor olması, o fonun kasasında nakdi ve ihtiyacı karşılayabilir para olduğu anlamına gelmiyor.
Gelelim çalışanlar cephesine… Kıdem tazminatı gerçekten kritik bir konu… Sürekli gündeme geliyor ve bunun fona devredilmesi ısrarı sürüyor. Türk-İş de bunun üzerine başkanlık düzeyinde bir açıklama yaptı.
Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, kıdem tazminatının SON KALE olduğuna dikkat çekti. ‘Kızımızın çeyiz, oğlumuzun düğün parası’ diyerek esasen bunun bir zenginleşme değil, ihtiyaç karşılama amacı olduğunu da belirtti.
Öncelikle meselenin kızın çeyiz parasına kadar düşmüş olması zaten başlı başına sıkıntı. Çünkü bir zamanlar insanlar, işten çıkarıldıklarında uzunca bir süre hayatlarını idame ettirir, bu süre içinde de iş bulup, sıkıntı yaşamadan gelirsizlik sorununu ortadan kaldırırdı.
Yani dünün aylarca idare edebilecek nafakası, bugün küçük bütçelerle karşılanabilecek kızın çeyiz parası seviyesine indiyse, ortadaki kayıp büyük demektir. Nitekim aynı oranı emekli olduktan sonra alınan tazminat için de söyleyebiliriz. Geçmişte insanları ev sahibi yapan bu haklar, bugün ancak kredi kartı borcunu kapatmaya yetiyor.
Ve son kale ifadesi… Esasen bir sendika başkanı çıkıp bunu vurgulamak zorunda kalıyor ve elde kalan hakkı ‘son kale’ olarak nitelendiriyorsa, orada zaten iş bitmiş, ortada çalışma barışı diye bir şey kalmamış demektir.
Asıl tartışılması gereken son kaleye gelene kadar hangi hakların kaybedildiği, insanların nasıl haksızlıklar yaşadığı, çok sendikalı diye satılan yaşamın, nasıl sendikasızlaştığı, çalışanlar köleleştirirken, işverenleri de nasıl bağımlı hale geldiğidir.
Yani lafın özü, son kale tanımı önemlidir. Bu tanım tartışılmadan da o ekonomide ne verimlilikten, ne haktan, ne de büyüyen firmalardan bahsedebilirsiniz.
Çetin Ünsalan