Sonbaharda yapraklar dökülürken, özlemle baharı beklemek
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında görev yapan subayların; “değer yargıları, aidiyet duyguları, vatanı savunma azim ve kararlılıkları, cesaret ve atılganlıkları günümüzde de aynı şekilde devam ediyor mu?” sorusuna hep cevap aramışımdır. Çünkü Osmanlı dönemi de dâhil NATO’ya girdiğimiz 1952 tarihinden itibaren Türkiye, bir değişim ve başkalaşım sürecine girdi. Ülkenin, Batı ile mücadelenin bir muhasebesi olan tarih defterinin sadece kap kâğıdını değil, sayfalarının akış sırasını da değiştirdik.
Örneğin tarihi olarak kırmızı renkle işaret ettiğimiz kendi kuvvetlerimizi, düşman rengi olan maviye dönüştürdük. Tarihimizle, kültürümüzle, inanç dünyamızla ve hatta jeopolitik gerçekliklerle bağdaşmayan başka bir dünyaya entegre olabileceğimizi zannettik. Bu tercihimiz doğal olarak, A’dan Z’ye hemen her alanda önemli etkiler doğurdu. Özümüzü, alışkanlıklarımızı farkında olmadan, iyi ya da kötü yönde yavaş yavaş yitirmeye başladık.
Vatan, millet, bayrak, bağımsızlık, ulusal onur, ulusal çıkar, cumhuriyet gibi kavramların yerine, uluslararası toplum, uluslararası yükümlülükler, karşılıklı bağımlılık, barışı koruma ve destekleme, demokrasi ve insan hakları, sivil toplum, kazan kazan (win win), stratejik müttefik, koalisyon harekâtı gibi tanımlamalar kullanmaya başladık. Bu değişim ve dönüşüm, ister istemez subayların düşünce dünyalarında da yankılar yaptı.
NATO süreci ile birlikte 12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türk subayının değerler silsilesinde bir kafa karışıklığı yarattı. Batı, Karen Fogg gibi Büyükelçileri ile suçüstü yakalandığı gibi, Atatürkçülüğü kendisine yönelik bir tehdit olarak algılıyor, bu maksatla ülke içinde gizli örgütlenmeler kuruyordu. En iyi bildiği alan olan kitle iletişim teknikleri ile bu yönde azımsanmayacak bir mesafe almıştı. Atatürk düşmanlığına bir türlü gem vuramıyorlardı.
Cumhuriyetin başlangıcındaki ulusal hassasiyetler, NATO içindeki sözde uluslararası sorumluluklar ile aşındırılıyordu. Bu ise doğal olarak ideolojik bir dalgalanmaya neden oluyordu. Ortada şöyle bir sorun duruyordu. Ulu Önder’in devrimci ruhu ve gölgesini kaldırdığınız takdirde, geriye küresel dünyanın şırınga ettiği maddi değerlerden başka bir şey kalmayacaktı. Bu değerlerin içinde silah arkadaşlığı, dayanışma ruhu, ahde vefa, fedakârlık, vatan için her şeyden vazgeçme, meydan okuma gibi yüksek idealler yoktu.
“Ödülü de Balyoz oldu” adlı eserinde Balyoz soruşturmasından tutuklanan Kur Alb. Hasan Basri Aslan’ın eşi Sayın Nefise Aslan, bu durumu bakın nasıl betimlemişti:
“Hasan (hapisten sonra) işe başlamıştı. Kara Kuvvetlerine gittiğinde, Personel Başkanı (tümgeneral) Hasan’ı görünce kaçmıştı. Mevki makam meraklıları Hasan’dan kaçar olmuşlardı. Onca yetkiliden bir tanesi bile, halini hatırını, neler yaşadığını sormamıştı.
Sadece gerçek dostlarımız ve sivilden arkadaşlarımız bize destek olmuş, resmi sıfatla kimse bizi arayıp sormamıştı. Sanki hırsızlık yapmış ya da adam öldürmüştü! Oysa benim kocam bir kahramandı (ağır yaralandı, gazi madalyası aldı. SP.) ve dünyanın en iyi insanıydı.”
Nefise Hanım isyan ediyordu: “Ne oldu da insanlar bu kadar bencilleştiler, ne zamandan beri silah arkadaşları, ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ demeye başladılar?
Artık kim kahramanlık yapacak, kim ülkesi uğruna canını ortaya koyacaktı? Hepimizin çocukları, sevdikleri bu ülkede yaşıyordu. Onları kim koruyacak? Ne olmuştu silah arkadaşlığına? Nasıl bu hale gelmiştik? Yazıklar olsun!”
Nefise Hanım’ın aynı kitapta canlı tanık olarak naklettiği bir olay, gazilerimize gösterilen ahde vefanın (!)eşsiz bir örneğiydi. Kaderlerine terk edilen gazilerimize gelen vuruyor, giden vuruyordu!
“… Gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutmam mümkün olmayacaktı. Gazileri dövüyorlardı. Yerlerde sürükledikleri bir gazinin yakını çığlık çığlığa, “Yapmayın, bacağı çıkacak!” diye bağırırken, takma bacak çoktan fırlamış gitmişti…”
Bir şeref, onur ve fedakârlık mesleği olan askerlik, bir iş koluna dönüştüğü takdirde, kısa sürede içini boşaltarak sıradan bir meslek hüviyetine dönüşür ve kolayca küresel sistemin oltasına yem olarak takılır. Bu da Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarının altın tepsi ile düşmanlarına sunulması anlamına gelir.
Karanlık bir dönemden geçiyoruz. Karanlığa el feneri ile ışık tutabilecek kurumların ise pili bitmek üzere. Ama tüm bu olumsuz koşullara rağmen, Atamızın yaktığı ışık o kadar güçlü ve aydınlatıcı ki komadaki hastalar için bile mucizevi reçeteler var. Karanlığın en güçlü olduğu an aydınlığa en yakın olduğumuz andır. Gelecekten ümitliyim. Sonbaharda sararan yapraklar İlkbaharda yeniden yeşerecek! Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in 30 Ağustos mesajındaki şu satırların bir kez daha altını çizerek yazıya nokta koyalım:
“Yokluğun ve teknik imkânsızlıkların kol gezdiği bir dönemde, düşman karşısında dimdik durma cesaret ve kararlılığını gösteren Kahraman Ordumuzun taşıdığı yüksek ruh ve inanç, bugün bilgi çağının gereği olarak üst düzey harp yetenekleri ile donanmış Türk Silahlı Kuvvetlerimizde de aynen muhafaza edilmektedir. Bizlere düşen önemli bir görev de; aynı ruh ve inanç değerlerini benimsemiş, ecdadı ile gurur duyan, tarih bilinci ve şuuruna sahip parlak nesiller yetiştirebilmektir.”
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr