Bakanlar görmezse...
Ülke yönetiminde bakan olup, görmeyenlerin açmazını yaşamaya devam ediyoruz. Bu iktidarın görmeyenlerinin en büyük hastalığı ekonomiyi kâğıt üzerinde bir oyun zannetmesi…
Önce psikoloji yöneterek, ekonomik sonuçlar alabileceklerini düşündüler. Para bolken kısmen de insanları, firmaları borçlandırıp sorunu öteleyerek başardılar. Fakat sonra iş çığırından çıktı, istatistiklerle oynamaya, sonuçları şekillendirmeye giriştiler.
Gelinen noktada ise hayatın gerçeklerinden kopuk bir biçimde, ortaya kendi attıkları yalana inanır hale dönüştüler. Reel piyasada ne yaşandığı hakkında en ufak bir fikirleri yok. Bunun iki nedeni olabilir. Ya gerçekten tamamen kendi yalanlarına ikna oldular ya da insanlar, firma yetkilileri bizlerle konuştuklarını, yaşadıklarını bakanlara söylemeye çekiniyorlar.
Şimdi çıkmış herkes sıkıntıların geçici olduğundan bahsediyor. Zannedersiniz nezleyi tarif ediyorlar. Vücudun tamamen kanser hücreleriyle kaplandığını ve mutlak bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu ise görmezden geliyorlar.
Oysa bakın karşılıksız çek oranında patlama var. Ocak - Ağustos döneminde karşılıksız çek adedi yüzde 21 arttı. Bundan daha ürkütücü olan ise meblağ… Değer bazında karşılıksız oranındaki yükseliş yüzde 49. Yani kaba bir tarifle, son dönemde yapılan her 2 TL’lik tahsilâtın 1 TL’si ödenememiş.
Açıklamayı yapan ise kilimcinin kör oğlu değil… Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi… Fakat iddia ederek söylüyorum ki, bu karşılıksız çekler, gerçekte yaşanan tahsilât problemini bile temsil etmiyor.
Piyasada insanlar vadesi gelmiş çekleri yeni vadelerle değiştiriyor. Baktığınızda o çek karşılıksız özelliği kazanmıyor; ama karşılıksız. Açık hesap büyük ölçüde arttı. Vadeler sektörler ortalamasında 20 aylara dayandı. İnsanlar çaresizlikten 20 ay sonra parasını alıp alamayacağını bilmediği bir malı satıyor.
Üretici/toptancı ve perakendeci arasındaki zincir bu durumdayken, asıl sahadaki sıkıntı ise daha büyük bir alarm veriyor. Siz ne üretirseniz üretin, satamıyorsanız ancak stok maliyeti yaratırsınız. Peki, kime satacaksınız? Dış pazarda durum rezalet; geçelim bir kalem.
İçerideki tüketicinin harcama yapması gerekiyor. Orada da toplam tüketici borcu 291 milyar TL’yi, yani yaklaşık 97 milyar doları bulmuşken, bireysel kredi kartı borcunu ödeyemeyip, takibe düşenlerin sayısı 2 milyon kişiye ulaştı. Bu durum, ortalama 3 kişiden, harcama yapabilecek 6 milyon kişiyi etkiler.
Bu insanlar borcuyu ödeyip nasıl, ihtiyacını karşılar? Çalışarak… Oradaki ücret politikaları malûm… Kimsenin aldığı gıda, giyim, ulaştırma ve barınmaya yetmediği için krediler, kredi kartları devreye girdi. IMF bile Türkiye’nin büyümesini aşağı yönlü revize ediyor. Ayrıca özel sektörün borç ödeme kabiliyetinde de sıkıntı büyüyor. Bu ne demek? İşsizlik…
İşsiz kalındığında zaten film bitiyor; ama orada da işsizlik sigortası fonunda biriken 90 milyar TL’nin, sadece 1,5 milyar TL’si dağıtıldıysa buradan gelecek para yaraya merhem olmuyor demektir. Bu ülkede işsiz olduğunu kabul ettirmek bile bir dert.
Göstergeler düzelir mi? Bakmayın doların 3 TL seviyesinin altına indiğine; onun gidecek çok yolu var ve nitekim SPK’nın üst düzey yöneticiler anketinde de dolardaki artış beklentisi, taşın altında eli olanların sorunun farkında olduğu gösteriyor.
Şimdi bir de seçim öncesi asgari ücret tartışması çıktı. Açlık sınırına bile ulaşmayan ya da onun civarında gezen rakamların 7 Haziran’da nasıl verilebileceği tartışılıyordu. Benzer öneri AKP’den gelince, dün kaynaksızlıktan bahseden Babacan, bugün dramatik bir savunma ile ortaya çıktı.
Asgari ücret işçi ve işveren arasındaki sorun imiş ve kamuya maliyeti yokmuş. Oysa mevcut koşullar içerisinde bu rakamları telaffuz etmek, hayata geçirmek, asgari ücreti alanı tatmin etmeyeceği gibi, bu yapı içerisinde firmaları batırır ve işsizlik olarak sonuçlanır.
Asgari ücretin nispeten bu seviyelere gelebilmesi için, vergi ve prim oranlarında kamunun fedakârlığından, sübvansiyona kadar bir dizi destek gerektiği çok açık. Ama Babacan’ın söyleminden anlıyoruz ki, bunu vaat ederken, ‘borç özel sektörün bize ne’ kafası yine devreye girmiş ve ‘işveren verecek bize ne’ olarak hayat bulmuş.
Anlaşılan o ki, kafa hiç değişmiyor ve Türkiye adım adım bakıp da göremeyenler yüzünden vatandaşından firmasına iflasa koşuyor. Sokaktaki adamın iflas etmesi halinde, kamunun bütçesi sağlam kalmaz. Bankacılıktan başlayan bir krizi de derinleştirerek kucağında bulur. Bakan görmeyenlere duyurulur.
Çetin Ünsalan