Abdullah Gürgün
Abdullah Gürgün 4. Kuvvet

Büyük insanlığın sözü

Türkiye ziyaretlerimizi ve kısa tatilleri saymazsak elli küsur yıldır yurtdışında gurbetteydik. Çoğu gurbetçi gibi bugün yarın derken zaman bir film gibi aktı. Döndük. Şaşırıp, şaşırıp kalıyoruz memleketin hal i pür melaline… Gocunmadan, olduğunca nesnel bakarak teşhisi ve aklımızdaki ve gönlümüzdeki çözümü söyleyelim:

İsveç’te sözlü anlaşma bile yazılısı gibi değerliydi. Artık orası da epeyce yozlaştı, orada da insanlar çoğunlukla sözlerinde dururlardı. Mahkemede biri söylediğini inkâr ederse “ord mot ord (söz söze karşı)” diyerek karar vermekte zorlanılırdı.

Artık bizim memlekette de kimseye güvenememeye şaştık, alıştık. Biz böyle miydik?

Adam söz veriyor:

“Yarın sabah saat dokuzda buradayım aaaabi”.

Akşam saat dokuz oluyor; yok… Yok...

“Neden gelmedin?”

“Haftaya gelecem aaabi, sıkıntı yok” …!?!?!?!?!?......

Eskiden bizim oralarda (Milas-Bafa) başı sıkışan, paraya gereksinme duyan, önce güvendiği bir arkadaşına, dostuna başvururdu. Kimsenin duymayacağı görmeyeceği bir köşede konuşurlar, borç para kimseye gösterilmeden alınır verilirdi. Alınan para da söz verilen tarihten önce geri ödenirdi. Ağızdan çıkan SÖZ, NAMUSTU. Senet sepet gerekmezdi.

Sözünü tutmamış olana da bir daha güvenilmez, güvenilmeyen adama artık kimse borç vermezdi. O zaman devreye tefeciler girerdi. Tanınmış tefeciler vardı. Bunlar zor durumda kalanların mallarını mülklerini ellerinden almak için pusuda beklerlerdi. Onlar söze güvenmezler, sözü yazıya geçirirler, imza alırlardı. Yazılı sözünü tutmayan “namussuzu” mahkemeye veriverirler, dumanını çıkartırlar, elindeki malı mülkü alır; adamı hapse bile attırabilirlerdi.

Şimdi sözünü tutmayan “namussuzlar” da sözünü tutmayanların canına okuyan da çoğalmış. İşin acı tarafı namusuyla çalışıp geçimini sağlamak o kadar zorlaşmış ki, ekmek aslanın ağzından midesine inmiş…

İşçinin hali belli… İşsizin halini ne sen sor ne ben söyleyeyim... “Memleketin efendisi köylüdür” demiş ya Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk… Her gelişimde o efendilerin belinin nasıl büküldüğünü görüyorum. Köyleri kent yapmaya kalkmışlar; kentler köy olmuş.

Köylü sudan çıkmış balık… Bankaların elinde dilenciye dönmüş.

Ülkede beleşçinin, asalağın, virüsün, mikrobun, yalakanın, şarlatanın, üç kâğıtçının, onun bunun sırtından geçinen tembel parazitin, mirasyedinin, iç güveyinin, hazır yiyicinin sayısı belirsiz… Bir de, “devletin malı deniz- yemeyen keriz”…

Aç köpekler, çakallar, akbabalar, leş kargaları saldırıyorlar. Can çekişen aslan bulsak da, bırakın ağzındaki lokmayı almayı; kendisini kemikleriyle birlikte yesek, diye tam tam dansları yapıyorlar…

Günümüzde insanlar yoksullaştıkça sözün de, namusun da, ahlakın da, erdemin de değeri beş paraya düştü. Güvenilirliğini yitirenler ne yapacaklarını şaşırmaya, çaresizlikten her türlü yola başvurmaya başladılar.

“Her türlü kötülüğün başı yoksulluktur” denir ya… Yoksullaştırıldıkça yalan ağlarıyla ördük anayurdu dört baştan. Yoksullaştırdıkça milyonları yeni yetme dev varsıllar yarattık her mahallede her yaştan.

Görmemiş, görgüsüz, sonradan görme, gösteriş budalası, parayla itibar satın almaya çalışan, çiğ köfteyle viski içip, en son model Volvo’suyla, “seninki Toyota mı?” diye caka satan, pırlanta yüzüklü, kocaman altın zincirli, kolyeli bir sürü ne oldum delisi kasıntı her yerde…

Çürümüşlük, uyuşmuşluk, uyuşturulmuşluk, kokuşmuşluk, ahlaksızlık, şerefsizlik, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvetçilik, kayırıcılık, kirlenmişlik, kirletilmişlik her alanda, her kademede…

Her şey satılık… Satılmış ruhlar… Satılmış değerler, Satılmış bedenler… Satılık insanlar, hayvanlar, dağlar, dereler, tepeler, ormanlar … Her yer satılık… Bastır parayı - al malını… Türkiye delik deşik… Ne göl kaldı, ne deniz, ne nehir kirlenmedik. Haramiler, yağmacılar, çekirge sürüleri gibi yayılmışlar vatan sathına. Hat-ı müdafaa yoktur sathı müdafaa zamanıdır yeniden.

İnsanlar kör, sağır, dilsiz, duyarsız, duygusuz... Üç değil beş, on maymun... Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı de... Ye babam ye. Çatlayıncaya patlayıncaya kadar ye... Bu iştah senin...

“Söz uçar yazı kalır” derler. Namus olan söz kalmadı, sözünü tutan namuslu kaldı mı? Sözün yazıya geçirilmişi kalmasına kalıyor da kardeşin bile verdiği imzayı uçan mürekkeple yazdığını sanıp seni dolandırmaya kalkacak kadar salak ayağına yatıyor. Dolandırıcılıktan hapse girmeyi bile göze alacak kadar gözü dönmüş… Memleket gözü dönmüşlerle, çıkar için göz çıkaranlarla dolmuş… Yalandan kim ölmüş?!.

Ahlak değerlerimizi kaybediyoruz günden güne. Yozlaşıyoruz. Feodalizmin, Kapitalizmin, Emperyalizmin saldırısı sürüyor her yanda, her alanda. Siyasi, ekonomik, askeri, kültürel… Ahlakımıza, erdemimize, namusumuza, kişiliğimize, kimliğimize saldırılıyor…

Düşlerimize saldırıyor kanına susadığım düşman, kalleş müttefik, işbirlikçi, kara gücü, kara gücünün arka bahçesi, ırkçı, etnikçi, dinci, mezhepçi arsızlar, düşlerimize. Tam bağımlı ve sözde demokratik Türkiye yolunda gitmeyi yeğledi işbirlikçi büyükbaşlar kaç yıldır. Her türlü çöküşün ve çürümüşlüğün yaratıcıları. Planlı programlı ulusal demokratik şahlanışa saldırıyorlar kaç yıldır.

İyi insan olmak zor zanaat.

AMA... Ne var ki!!!

Büyük insanlığı öldüremediler.

Düşlerimizi yıkamadılar. Özlemlerimizi yok edemediler. Çoban yıldızını sökemediler gökyüzünden. Güneşi sıvayamadılar…

“Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik, Devrimci, Eşitlikçi, Refah Ülkesi, Uygar, Çağdaş Türkiye” düşümüz, özlemimiz, hedefimiz beynimizde ve yüreğimizde çakılı sevdamız…

Kavuşacağız sevdamıza mutlaka bir gün.

SÖZ…

türkiye isveç ziyaret hayvan insan emperyalizm yurt dışı Ahlak dere Tepe memleket insanlık kapitalizmin gurbet üç maymun