Tülin Uygur
Tülin Uygur Köşe Yazısı

Güldünya, Hatice, Rabia…

1996 yılının yazı Harran ve çevresinde yaptığımız geziyi tamamlamıştık. Nizipli Abidin dayı arabadaki klima son hızla çalışırken, benim 43 derecelik yaz sıcağında o serin arabadan çıkıp toz toprak arasında koşturmama akıl sır erdiremiyor kafa sallıyordu. Belli ki yumurtanın güneşte pişirildiği sıcaklıkta, Harran’da kümbet evler arasında koşturmam çok garip gelmişti. Gerçekten nefes aldıkça ağzımdan ve burnumdan içeri giren sıcaklığı ciğerlerime inene kadar hissediyordum. Her yer gibi Belkıs harabeleri de kazılmıştı, fıstık ağaçları, köyler yeni baraj için sulara gömülmeye başlamıştı. Çok yorulduk çok toz yuttuk. Israrlar üzerine dinlenmek için eşimin uzaktan akrabası olan “köy ağası” Mecit amcanın köy evine gittik. Köyün içinden akan lağım sularının çevresinde tavuklar horozlar koşturup dururken küçük çocuklar da oyun oynuyordu. Evlerin çatısındaki antenler her evde televizyon olduğunun kanıtıydı. Mecit amca köyün zengin olduğunu, her evde buzdolabı ve çamaşır makinesi olduğunu gururla anlattı. Bazı evlerin kapısının önünde de araba vardı. Benden başka kimse ortalıkta akan lağımdan ya da tek bir çiçek saksısı dahi olmamasından şikayetçi değildi.

Eve geldik. 4 erkek ve ben. Misafir odasına girdik, kapının kenarından birkaç kadın silueti gördüm. Biraz sonra ayranlar geldi. Biraz serinleriz diye düşünürken tepside sadece 4 bardak olduğunu gördüm. Ayranları getiren kadın benim önümden geçti ve erkek misafirlere ayranlarını verdi. Odadan çıkarken Mecit amca seslendi “Tülin hanımın ayranını buraya getirin o şehirli”. Kadın olarak kadınlar tarafından dışlandığıma mı yanayım yoksa Mecit amcanın “o şehirli” mazeretine mi bilemedim ama günüm zehir oldu!

Toplumsal cinsiyet işte bu! Kadınlar ve erkekler arasında toplumsal ve kültürel olarak inşa edilmiş farklılıklar. Yüzyıllardan günümüze ulaşan kadın ve erkeğin nasıl olması gerektiğine dair öğretiler, töre ve namus adına kadının ikinci sınıf vatandaş görülmesi. Babasının, ağabeyinin, erkek akrabalarının, kocasının, kocasının ailesinin isteklerini yerine getirip, onların gölgesinde yaşamak zorunda kalması. Kadının kendini ikinci sınıf yapan bu öğretileri doğurduğu yavrularına da aynen öğretip yıkılası bir düzenin sürmesine yardımcı olması. Kadının kendi yaşamı, kendi doğurganlığı, kendi eğitimi, kendi eş seçimi konusunda kararlarını verememesi. Kadınlarla eşit şartlara ve eşit imkanlara sahip olmaması.

Toplumsal cinsiyet kız çocuğunun kendisinden yaşça küçük erkek kardeşine hizmet etmek zorunda bırakılması, erkek kardeşin kız kardeşi veya ablayı “kontrol etmekle”

görevlendirilmesi. Erkek çocuklarının sadece bir organı nedeniyle kendisinin üstün cins olduğuna inandırılması. Ne yaparsa hakkı olduğu inancıyla büyütülmesi. Tacizden tecavüze, bakışlarıyla korkutmaktan kemiklerini kırmaya, tabakları fırlatmaktan karısını veya sevgilisini balkondan atmaya uzanan bir orta çağ anlayışının varlığı.

Bu öyle ağır bir kurallar düzeni ki öğretilerin dışına çıkan kız çocukları gibi bu öğretileri kabul etmeyen erkek çocuklar da tıpkı kız çocukları gibi dışlanıyor, şiddet görüyor ve öldürülüyor. Konuşmadan, bakışmadan, dokunmadan sadece uzaktan sevdiği için hunharca öldürülen genç kadınların hangisini hatırlıyorsunuz? Köy meydanında hunharca traktör altında çiğnenen ve paramparça olmuş bedeni başında akrabalarının zılgıt çektiği Rabia’yı hatırlıyor musunuz? Akrabasının tecavüz edip hamile bıraktığı, aile meclisi kararıyla öldürülen Güldünya’yı? Sinemaya gittiği için kocası tarafından sokak ortasında gırtlağı kesilen 13 yaşındaki Hatice’yi? Kendilerini farklı bir cinsel kimlikle, alışılmış sınırlar dışında tanımlayanlar da dışlanıyor, şiddet görüyor, ayırımcılığa uğruyor. Otoyol kenarlarında, karanlık otoparklarda cinsel obje olarak arabalara alınan kadınlar gibi homoseksüeller, translar da hunharca ve sapıkça kullanıldıktan sonra öldürülüp bir kenara atılıyor. Vahşice öldürülen trans kadınlar Begüm, Buse ve Esra’yı hatırlıyor musunuz?

Peki, 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’na rağmen siyasi çıkarlarla önce yeraltında sonra da serbestçe örgütlenmelerine izin verilen tarikatların Kuran kurslarında, öğrenci yurtlarında “badelemek” denilen sapıklıklarla sadece beyinleri değil bedenleri de ele geçirilen çocuklarımızı, gençlerimizi hatırlıyor musunuz?

Hiçbir uluslararası sözleşme ulusal hükümetlerin yaptığı kanunun yerine geçemez, onun üstünde olamaz. Ancak Türkiye’nin “kadın hakları insan haklarıdır” diyebilmesi, bunu “el aleme hoş görünmek için” değil, kendi vatandaşları için diyebilmesi şart. Devletin görevi cinsel tercihi, siyasi tercihi, yaşam felsefesi, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun vatandaşının canını, malını, ırzını korumaktır. Suçluları en ağır biçimde cezalandırmak, mağdurlara en uygun yardımı yapmak devletin görevidir.

Emperyalizme ve gericiliğe karşı en iyi cevap orta çağ karanlıklarını yıkmaktır. Kemalist devrimleri sürekli kılmak ve daha ileri taşımaktır.

kadın makale şiddet yazı tülin uygur