Üreten değil tüketen köyler
Alpaslan
Son kez 2019 yılında gelmiştim. Mayıs ve Eylül aylarıydı. Mayıs ayının son günleri kiraz mevsimiydi. Köylü kiraz ile yatıp, kiraz ile kalkıyordu. Kiraz borsası her gün değişiyordu. Benim de topladığım o güzelim kirazlar yok pahasına satılıyordu, topladığım kiraz ile ne kadar az para kazanacağımın acısını yüreğimde hissediyordum. Buna rağmen kendisine yardım ettiğim kiraz bağı sahibi Cavit fiyattan da toplanan kirazdan da memnun görünüyordu. Benim için “Avrupa Birliği’nden kalifiye işçi getirdim, eğitimli işçi çalıştırıyorum” diye çevresine hava atıyordu. Sezon sonunda “Allah bereket versin” diyen köylüler, bir taraftan da rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. “Seneye kiraz yerine ceviz dikeceğim” diyorlardı ve ceviz ile kiraz fiyatlarını karşılaştırıyorlardı.
Bu köy Amasya’nın Alpaslan köyüdür. Aslında birkaç yıldır köy olmuş. Daha önce kasabaydı. Bir belediye başkanları ve dört muhtarları varmış. Kooperatifleri, postaneleri, hastaneleri, Tekel ve orman bakanlığına bağlı binaları varmış. Günümüzde kasaba olmanın şartlarını yerine getiremediğ için köye dönüşmüş. Bugün sadece bir sağlık ocağı var. Hastane, kooperatif ve diğer kurumlara ait olan yerler teker teker satılmış. Kooperatif binası önünde ağaçlardan dökülmüş elma dolu çuvallar kilosu 75 kuruştan alıcısını bekliyor. Köy olur da hayvancılık olmaz mı? Köpek havlamaları duyulmasa da sokak köpekleri yol boyunca upuzun yatmaktadır. Horoz sesi duyulmamaktadır. Koyun olmamakla beraber, köyün orta yerinde sadece bir hanede ahır var. Oradan gelen koku insana köyde bulunduğunu hatırlatıyor. Köyden bazılarının ise birer ikişer ineklerinin olduğu, o ineklerin ise köy dışında tuttuklarını öğrendim.
Köy, otuz ve kırklı yıllarda iki deprem atlatmış. Dağ eteklerinde kurulu olan bu köy, deprem sonrasında daha önce tarım alanı olarak kullanılan aşağıya çekilmiş. Bu sırada devletten ciddi yardım görmüş. Göze çarpan en önemli yardım, köyün planlı halidir. Bir köy için geniş sayılacak sokaklar boyunca, tahta iskeletin içi kerpiçlerle doldurulmuş tek türk eski evler görülmekte. Bu tür kerpiç evlerden bir kaçı günümüze ulaşmış durumda. Bazıları yıkılmış, bazıları ise hala kullanılmakta. Deprem sonrasında devletin yardımıyla yapılan ve yıkılmamış evler sit alanı ilan edilmiş.
Eski adıyla Zuday yeni adıyla Alpaslan adlı bu köy tarım ve meyveciliğe çok elverişli. Kirazdan elmaya, cevizden duta, haşhaştan tahıl ürünlerine ve her türlü sebzeye kadar ürün elde edilen Alpaslan yurt içi ve yurt dışına çok fazla göç vermiş. Yurt içi göçün ana sebebi memuriyet. Buna bir de yurt dışına göç eden işçileri eklersek, bir zamanlar belediye olan kasaba köye dönüşmüş.
köylerden gelen çocuklarla da olsa köyün ilkokulu hala açık bulunmakta. Alpaslan Köyüne öğrenci gönderen köylerden birisi 860 rakımlı Karsavul Köyü’ne gidiyoruz. Karsavul yörenin en yüksek tepelerinin birinin üzerine kurulu bir köy. Karadeniz’in Canik Dağlarını oradan gözlemlemek mümkün. Haritalarda Taşova Kasabasından Karsavul üzerinden Samsun Çarşamba’ya yol görünmekte. Ancak yol sadece inşaat halinde. Alpaslan Köyü’nden Birol, yabancı araçların köylerinden geçtiğini, yolun kapalı olduğunu bilmeyenlerin ne kadar sürede geri dönecekleri üzerine köy kahvanesinde bahse tutuştuklarını gülerek anlatıyor.
Karsavul’un en yüksek noktasında 1975 yılında taştan nefis bir ilkokul yapılmış. İlkokul günümüzde atıl durumda. Kapısı kırılmış. Öğretmen olacak kızım ile okuldan içeri sınıflara giriyoruz. Çok büyük ve yüksek duvarlı iki dershaneyi geziyoruz. Geziyoruz denmez, yerlere saçılmış kağıtlara, kitap ve okul belgelerine basmamaya özen göstererek bir köşeden diğerine geçiyoruz. Yerlere MEB Tebliğ Belgeleri, ders kitapları, bilgilendirme broşürleri, okulda görev yapmış öğretmenlere ait bilgileri kapsayan listeler ve okula ait demirbaş eşya defteri yerlere saçılmış. En acı veren de Atatürk fotoğrafları ile süslü gazete küpürleri ve kitapların yerlere saçılmış olmasıydı. Onları yerden kaldırıp sağlam kalmış dolapların gözüne kederle koyuyoruz.
Eskiden ortaokulun da olduğu Alpaslan Köyü’nün en önemli sorunu su ve çöp olarak görmek mümkün. İlçe merkezine sadece 9 km uzaklıkta olan, üretimin azaldığı, buna karşılık tüketimin çoğaldığı bu köyde, eylül ayında kiraz ağaçlarına yeterli suyun olmadığıdır. Köylü “kiraz ağaçlarını şimdi yeterince sulayamazsak, seneye kirazımız olmaz” diyerek su sorunlarına çare aramaktalar. Tüketimden dağ gibi çoğalan çöp sorununu dere boyunca gelişigüzel atmakla çözdüklerini düşünmüşler. Dere boyunda kokudan geçilmiyor. Şiddetli bir yağmurun sebep olacağı sel çöpü aşağıdaki köyün arazisine taşıyacaktır.
Karadeniz bölgesi iklim yapısına sahip bu köyden bir kaç günlüğüne Şarkışla’nın iki köyüne gitmek üzere çıktığım yol boyu bereketli toprakların altın sarısı ve yeşil renkler dikkat çekmekteydi. Amasya’nın Taşova kasabasından Tokat'ın Niksar ilçesine kadar göz alabildiğine bereketli ova. Niksar’dan Tokat yönüne dönüldüğünde yokuş başlıyor. Yokuş Tokat il sınırından Sivas il sınırına geçiş olan Çamlıbel geçidini geçene kadar devam etmekte. 1650 rakımlı Çamlıbel hem Sivas hem de Tokat yönünden gelindiğinde oldukça yükseklere çıkıldığı hissi uyanıyor.
Aşık Veysel’in Sivrialan’ı
Aslına bakılırsa doğup büyüdüğüm köyün rakımı Çamlıbel Geçiti’nin yüksekliğinden bir kaç metre daha fazla. Çamlıbel’in kuzeyi ile güneyi arasında fark çok bariz. Tarım arazisi hariç, Çamlıbel’in bir tarafı ağaç ve yeşil renkle bezenmişken, diğer tarafa demir renginde dağlar, çıplaklık ve kuraklık hakim. Güneşin kavurucu sıcağında Aşık Veysel'in köyü Sivrialan köyüne ulaştım. Benim çocukluğuma kadar Sivrialan’da tarım ve hayvancılık yapılırdı. Tarım, insan ve hayvan gücüne dayalıydı. Ağırlıklı buğday, arpa, yulaf gibi tahıl ürünleri ekilir, başta koyun ve inek gibi ev hayvanları beslenirdi. Hem hayvancılık hem de ekim köylülerimin sadece kendi ihtiyaçlarına cevap verecek kadar yapılırdı.
Altmışlı yılların sonu yetmişli yılların başında köyden yurt dışı göçü başladı. Hemen hemen her evden eli iş tutan erkekler yurt dışına çıktılar. Bir de çocukların eğitiminden dolayı büyük şehirlere göçüldü. Köyde bir ilkokul vardı. Göç daha sonra o okulun kapanmasını da sağladı. Göç ile birlikte tarım günden güne azaldı.
Sivrialan tarıma pek elverişli bir köy değildir. Tarım ile geçimin sağlandığı dönemlerde köylü, başka şanslarının bulunmadığından adeta yoktan var ederdi. Tarlalar karasabanla sürülür, sadece kar ve yağmur suyuyla sulanır, orak ile biçilir, öküz kağnıları ile taşınır, döven ile ezilir, yaba ile savrularak saman ile taneler ayrılırdı. Daha sonraki yıllarda savrum makinesi ile saman ve taneler ayrılmıştı. Köyün dağlık ve taşlı yapısından dolayı makina ile tarım yapmaya zaten elverişli değildir.
Köyü 2000 metre yükseklikte bulunan dağlardan, tarlaların ve çevrenin halini gözlemlemek için arkadaşım Kurt Dursun ile bir sabah yola çıktık. Dursun bana hem yoldaş ve hem de kılavuz oldu. Köyün batı yakasında köye ait bir koruluk vardır. O koruluğa köylü ormanımız derdi. Orası artık köye ait değil. Kamuya ait işletmeleri özelleştiren devlet, köyün ormanını kamulaştırmış. Devletleştirilen ormanda özel işletmeler meşe kömürü çıkartıyor. Köyden çıkıp, üç kilometre gittikten sonra ormandan çıkıyoruz. Kayanın Başı denilen tepeden çevreyi sindirmeye çalışıyoruz. Arkadaşım Dursun bir mevki gösteriyor ve soruyor “ Biliyor musun burası kimin?”. Ermişmalan civarında olduğumuza göre, bizim tarlayı soruyordur. “Bizim tarla” diyorum. Ama biliyorum ki bizim tarla da diğer tarlalarla beraber kamulaştırılan tarlaların arasındadır. Başına Yayla denilen dağın tepesinden çevreyi şöyle bir gözlemliyoruz. Ormanın yeşili bir tarafta, diğer tarafta ise yüksek dağların kıraç yüzü. Dağ eteklerinde bulunan tarlaların yüzeyi de onlarca yıl sürülmediği için dağ ve tepelerinin görünümünden farksız. Zirveden Sivrialan ve çevrenin iki bin metrenin üzerinde dağlarını sayıyoruz. Karababa, Karlık Dağı, Beserek, Mezarlı Boyun, Gül Dede, Güngörmez, Pircan ya da Karataş.....
Başına Yayla’nın yüksekliğini navigasyon tam 1966 metre gösteriyor. Bu yüksek dağların her birinde birer ulu kişinin oturduğu inanılırdı. O yükseklikten yörenin ozanlarının bu dağlara yakmış oldukları türküleri mırıldanıyoruz. Önce Sarıkaya Köyü’nden Aşık Hüseyin Gürsoy’un Karlık Dağı türküsü var dudaklarımızda. Aşık bu dağların eteklerinde yağmurda, boranda, kavurucu sıcakta yıllarca çobanlık yapmış. O yıllarda Aşık Hüseyin kemaniyesi eşliğinde aşağıdaki türküsünü söylemiş.
Karlık Dağı
Behey Karlık Dağı sana ne oldu
Durulmuyor iniltinden çoşundan
Sana bu emirler haktan mı geldi
Hiç dumanın eksik olmaz başında
...
çok genç yaşta türküleri ve yöreyi terk eden Aşık Hüseyin’in bu içli türküsünü, Emlek Hüyük Köyü aşıklarından Aşık İzzet Savaş kadar içli söyleyemezsek de yüreğimiz burkuluyor.
Sivrialan dağlarında türkü söylenir de Veysel olmaz mı? Onun da Beserek Dağı türküsü dudaklarımıza yerleşiyor. Görkemli Beserek Dağı yöre köylüleri için kutsal bir dağdır. Aşık Veysel bu kutsal dağa özlemini bir türküyle dile getirir.
Beserek Dağı
Arzusunu çektiğim Beserek Dağı
Elvan elvan çiçeklerin açtı mı?
Çevre yanın güzellerin otağı
Bizim eller yaylasına göçtü mü?
......
Başına Yayla’dan aşağı inip, tekrar bir tepeye, Çataltepe’ye yöneliyoruz. Bir zamanlar köy ormanı olan Meşelik çevresi Çataltepe’ye doğru dikenli telle çevrilmiş. 2000 metre yüksekliğe varan tepelerde devlet kendine ait sınırları dikenli tellerle belirlemiş. Dikenli teller bir de yörede kalmamış olan su arayışına çıkan yabani domuz ve ayıların sınırları ihlal etmesine engel olmaktadır diye gülüyoruz kendi kendimize.
Dağlarda eskiden gözeler vardı. O gözelerde kana kana su içilirdi. Şimdi bir dirhem su kalmamış. Var olan sular köyün kullandığı suya katılmış. Su ve yiyecek bulamayan yabani domuz ve ayılar köye kadar sokulduğu anlatılıyor. Bizi de “Aman dikkat edin, kurt, domuz ve ayılar var ha” diye uyarmışlardı. Herhangi yabani bir hayvan göremediğimiz gibi, yeni biçilmiş ekin tarlası da görmedik. Başka köylülerin bir iki tarla ektikleri söyleniyordu yalnızca. Yine köyün yabancısı olanlar arılarını getirip koymuşlardı. Köyden iki hanenin sürülerinin dağlarda yayıldığı bilinmektedir. Köylü evlerinin önündeki bostanlarda bulunan sebzelerin dışında hiçbir şey yetiştirmemektedir. Zorunlu ihtiyaçlar kasabadan sağlanmaktadır. Eylül ayının başlarına kadar kağnılarla sap taşıma, düven sürme, taneyi samandan ayırıp, onlardan büyük bakır kazanlar içinde buğday pişirip bulgur yapma ve un öğütme çoktan tarihe karışmış. Köylünün yaşam merkezi Ankara, Mersin ve yurt dışı olduğundan köyde yeniden tarım yapılacağa benzemiyor. Burada da esas sorun su ve çöp. Annemin mezarından yadigar aldığım bir taş ile Şarkışla’nın başka bir köyüne ulaşmak üzere yola çıkıyorum.
Yassıpınar
Bu köye ablamı yaklaşık 50 yıl önce gelin vermiştik. O da bu köye birbirinden çalışkan ve zeki 7 çocuk verdi. Ancak her köyde olduğu gibi onlar da kısmetlerini aramak için köylerini terk ettiler. Göç bu köyün de sorunu, köy boşalmış. Okul kapalı. Bu köy Altınyayla kasabasında Yassıpınar. Bu köy de diğer köylerden çok farklı değil. Fark, oldukça geniş bir ova çevresine kurulu köylerden birisi.
Ova tarıma elverişli görünüyor, ancak toprağın verimli olmadığı söyleniyor. Ova çevresine kurulmuş köylerin de ortak sorunu susuzluk. Yetmişli yıllarda ovanın Yassıpınar köyü yakınlarında “baraj” bulunmaktaydı. Baraj denilen yer gerçekte bir su göletiydi. Bu gölette su kalmamış. Ekinleri sulamak mümkün olmamış. Buna rağmen köylü burada ekin ekmiş. Köyün arazisinin düz olması yörede makinayla tarım yapmayı mümkün kılmaktadır.
Bu köyde yaşamını sürdüren ablam “bu sene 3,5 ton buğday aldım” diye anlatıyor. Bu 3,5 ton buğdaydan çocuklarının ve kardeşlerinin un ve bulgur ihtiyacını karşılamış. Diğer gereksinimler Altınyayla kasabasından satın alınıyor. Hayvancılık yok . Köyde meyve bahçesi dikkatimi çekmedi. Sadece Ordu’dan sürekli gelen bir arıcı var. Göz alabildiğince geniş ova ve çevresinde gölgelik edecek ağaç görünmüyor. Bu ağaçsızlık köyden çıkıp Sivas Çamlıbel Geçidi’ne kadar devam ediyor. Çamlıbel’in güneyinden kuzeyine geçince ağaçsızlık bitiyor ve başka bir coğrafya başlıyor sanki. Çorak Sivas toprağından ve kavurucu sıcağından, Tokat ve Amasya’nın zengin topraklarına ve serin havasına bir an önce ulaşmak için yola koyuluyorum.