İki anahtar
Türk siyaseti adım adım yeni bir seçime doğru koşuyor. Yine vaatler havada uçuşacak; yine vatandaşın gönlü okşanacak. Belki de hiçbir zaman tutulamayacak vaatler sıralanacak. Çünkü vaatlerin hiçbiri bir temele dayanmıyor.
Hiç kimse dünyayı sarmaya hazırlanan, Türkiye’de iliklerine kadar hissedilen ama büyük patlamayı yapmayan krizden bahsetmiyor. Herkes bunu yok sayıyor. Fakat vaatlerin ortaya atılıp, tutulamamasından daha büyük sıkıntı ne biliyor musunuz? Bunların hesapsızca, ‘içinden ne kapabilirim’ düşüncesiyle hayata geçmiş halidir.
Bunun en güzel sağlamasını ‘iki anahtar’ vaadiyle yapabiliriz. Hatırlayacaksınız; iki anahtar Tansu Çiller’in adına proje denilen ve hiçbir altyapısı hazırlanmamış bir söylemiydi. 1991 seçimlerinde Demirel’in ekonomi kurmayı olarak siyasete atılan Tansu Çiller’e aitti.
DYP – SHP Hükümeti’nde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak Çiller, herkese bir ev bir de araba olmak üzere ‘iki anahtar’ vaat etmişti. Ardından Başbakan oldu ve elbette yerine getiremedi. Fakat o günü bugünden okuyunca insan ‘bu sadece bir seçim vaadi değilmiş’ diyor.
Çünkü alışageldiğimiz siyasetçi vaatlerinin ötesinde, projelendirilen bu durumun sistematik olarak uygulandığına şahit olduk. İki anahtar kötü bir proje mi? Elbette hayır... Eğer insanların işi varsa, para kazanıyorlarsa ve tasarruflarını da otomobil ve ev almak için kullanıyorlarsa, bunun bırakın sakıncasını, ekonomi için de son derece faydalı sonuçları olabilecek yanları var. Elbette ekonominizi sadece bunun üzerine kurmuyorsanız.
O dönemde başarılamadı. Neden? Çünkü ne gerçekten üretim ile elde edilen bir tasarruf vardı; ne de bunu dünyadan finanse edip, borçlanabilecek bir ortam. İkincisi çok tehlikeli olmakla birlikte, istense de yapılamadı.
Ardından içten finanse edilmenin yolları aranarak bu sistem devam ettirildi. Nitekim 2001 krizine geldiğimizde sokaklar hacizli otomobillerle doldu. Arabalar sokaktaydı zira sayıları o kadar fazlaydı ki, haczeden bankalar için bunları bir alanda toplamak daha maliyetli hale gelmişti. Bu nedenle kullanıcısının altında bırakıldı; ama sokakta hacizli olarak gezdi.
Her şeye rağmen o dönemde toplam borcun içinde hane halkının borç oranı yüzde 4’ler civarındaydı. Ne yapılırsa yapılsın, kazanmadan harcamaya alışmamış bir millet istendiği gibi borçlanmaktan imtina etmişti.
Fakat 2 binli yıllara gelindiğinde dünyada parasal bollaşmaya paralel, gelişmekte olan ülkeler gibi, Türkiye’ye de yağmaya başlayan para ülkenin kimyasını bozdu. Bu paranın üretime gelmemesi, hatta ülkede üretim yapanın pişman edilmesi, ‘sen harca para kolay’ anlayışının ekonomi zannedilmesi, cahil bir takımın elinde bir ülkeyi felakete sürükledi.
Bugün 2001 yılında toplam borç içinde yüzde 4 ile en az riskli durumda olan sokaktaki adamın, borç içindeki oranı yüzde 65’ler civarına ulaştı. Ne ile? Kredi kartı, bireysel kredi, ihtiyaç kredisi, konut ve otomobil kredileri…
Parayı getirenler kendi mallarını hem bu yolla sattılar; hem de faiziyle karşılıksız para kullandırıp ülkeyi borca batıran politikacıları desteklediler. Artık Türkiye üretmiyordu; borç parayla tüketiyordu. Hiç kimse çıkıp da ‘cep telefonu satılıyor, ne bu bilinçsizlik’ cinsinden açıklamalarla kendisini kurtarmaya çalışmasın. Kendi deyimleriyle: Hepiniz oradaydınız.
İnsanlara 90’larda vaat edilen iki anahtar bir anlamda gerçek olmuştu. Herkese ev ve araba sattılar. Ama borçlarını ödeyene kadar, bunların kendilerine ait olmadığını söylemediler. Gelirinin çok üzerinde borçlandırılan ve bunun ödenmesi ancak yeniden borçlanmayla mümkün olan sistemde, musluğun suyu kesilince de ‘takke düştü kel göründü.’
Şimdi fabrika sahibi olan, konut ve gayrimenkul haczetmek durumunda kalan finans kuruluşlarını görüyoruz. Son olarak küçük bir araştırma yine çarpıcı durumu ortaya koydu: “Türkiye’de faaliyet gösteren 22 bankanın satışa çıkardığı gayrimenkul toplamı 10 bini aştı. Kamu bankaları ise başı çekti.” Neden? Çünkü artık kimse borcunu ödeyemiyor.
Şimdi insanların elinden evi ya da arabası gidiyor; üstüne borcu miras kalıyor; üstelik faiziyle… Bu ise sadece öncü deprem… Bunu artan ödenemeyen krediler, kredilendirilen müteahhitlerin batışı, ekonomik sıkıntıyla düşecek sahte değerler ve borcu karşılayamayan fiyatlar izleyecek.
Bu ülkeyi yönetenler bu sistem patlamasın diye bugüne kadar elde avuçta ne var ne yok sattı. Şimdi üretimsizlikten, durdurulamayan dolardan bahsediyorlarsa dün ne yapıp ne yapmadıklarına bakacaklar.
Sistematik bir biçimde iki anahtar ile başlayan projeyi, 24 sene sonra iflasla sonuçlandıranlar ve eldeki varlıkları yok pahasına satın alanlar ise uzaktan kıs kıs gülüyor. İki anahtar gerçek oldu; ama gırtlağa kadar borç ve iflasla… Neden? Tekzip edilmeyen bir açıklama var.
Açıklamayı yapan Özer Çiller idi. Tansu Çiller’in eski eşi; bilenler kendisini İstanbul Bankası performansından başlayarak bilirler. Ne demişti daha ortaklıklar bozulmadan, 14 Şubat 2010 tarihli Zaman Gazetesi’ne verdiği ve hiç yalanlanmayan sözleriyle eşi ile ilgili olarak bir röportajda?
“Kendisi Tayyip Bey’e ekonomi anlamında yardımcı oluyor. Zaman zaman görüşüyorlar.” İşte bir Millet böyle batırılır. İnsan bugünden düne bakınca, ister istemez sanki çok iyi kurgulanmış bir romanda aktörleri değişen bir iflas hikâyesini okuyor duygusuna kapılıyor.