Soner Polat
Soner Polat Köşe Yazısı

IŞİD, Peşmerge/PKK/PYD, Irak, Suriye kargaşasında Musul ve Kerkük için doğru rotayı bulmak

Yazıya 7 Şubat 2007 tarihinde, yani AKP iktidardayken ülkemizin Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’ün söyledikleri ile başlayalım: “Biz 1926’ta Musul’u verirken tek bir Irak’a verdik. Karşımızda tek bir Irak görmek istiyoruz.” Osmanlı döneminde Kerkük’ün de Musul’a bağlı olduğunu hatırlatalım. Nereden nereye geldik! Şimdi aynı çevreler Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan hayali ile yanıp tutuşan Barzani’yi, “Türkiye seninle gurur duyuyor!” nidaları ile bağırlarına basıyorlar. Emperyalizm bizleri öylesine büyük bir oyuna getirdi ki uluslararası hukuktan kaynaklanan doğal haklarımızın lafını bile edemez bir duruma düşürüldük. Biz Peşmerge, PKK/PYD, IŞİD, Suriye, Irak’la kör döğüşü yaparken, Batı hemen güneyimizde, hiçbir hukuki ve diplomatik tabanı olmayan yepyeni haritaları tezgâhlamanın hesaplarını yapıyor.

Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı’nda Irak’ı yitirdik. İngilizler 1914’te önce Basra ve dolaylarını, daha sonra Bağdat dâhil Orta Irak’ı işgal ettiler. Son olarak 15 Kasım 1918 tarihinde Musul’u da kapsayan Kuzey Irak elden çıktı. İngiliz işgali sürerken son Osmanlı Meclisi olan Meclis-i Mebusan, 28 Ocak 1920 tarihinde Misak-ı Milli (Milli Ant) ile ülkenin savunulacak sınırlarını belirledi. Bu sınırların tespitinde 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi temel belge olarak kabul edilmişti.

Burada Musul’un özel bir durumunun olduğunun altını çizmeliyiz. Çünkü Musul, bütünüyle Mütareke’nin hilafına, ateşkes sonrasında İngilizler tarafından işgal edilmişti. Yani, Milli Ant sınırları içerisindeydi. İngilizler hukuku çiğneyerek Musul’a girmişti. Kurnaz İngiliz, 1919-1921 arasındaki süreçte alavere dalavere yöntemleri ile bir halk oylaması tertipleyerek Basra, Bağdat ve Musul vilayetlerini bir krallık olarak birleştirdi. Uluslararası hukuka bütünüyle uygun düşmese de “de facto” olarak Emir Faysal’ın kral olduğu bir Irak devleti oluşturuldu.

Musul genç Türkiye Cumhuriyeti için kanayan bir yara olmaya devam etti. Lozan müzakerelerinde bir sonuca ulaşılamadı. Sorun, bir yıl içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça çözüme kavuşturulmak üzere, verilen sürede anlaşma sağlanamazsa, Milletler Cemiyeti’ne götürülme kaydı ile Lozan gündeminden çıkarıldı. Uzlaşma sağlanamayınca, İngiltere 5 Haziran 1924 tarihinde sorunu Milletler Cemiyeti’ne taşıdı. Bu sorunda uluslararası bir mafya örgütünden farkı olmayan Milletler Cemiyeti, tuzak ve hilelerle Musul’u Irak’a bıraktı.

İhsan Ş. Kaymaz, “Musul Sorunu” adlı eserinde bakın olayı nasıl betimliyor: “… alınan kararın içeriği, örgüte tanınan yetkinin sınırlarını büyük ölçüde aştığı gibi Milletler Cemiyeti’nin kuruluş antlaşmasında yer alan temel ilkelerle de çelişmektedir. İşi kitabına uydurup çeşitli hileler, çevrilen dolaplar, kurulan tezgâhlar, Türkiye’ye karşı kapsamlı, örgütlü ve sistemli bir eylem birliği içinde hiçbir kural ve ölçüte bağlı kalmaksızın hareket edildiğini ortaya koymaktadır. Hukuksal olarak bir takım terimlerle hafifletilmeye de çalışılsa, Türkiye’ye karşı bir haksızlık yapıldığı çok açıktır.”

Emperyalizmin Türkiye’den bu yöntemlerle kopardığı Musul’u, maalesef 5 Haziran 1926 yılında imzaladığımız Ankara Antlaşması ile Irak’a devretmek zorunda kaldık. Ama bu devir sanıldığı gibi kolay ve sancısız olmadı. CHP grubundaki tartışmalar neredeyse bir isyan boyutuna ulaştı. Antlaşma, 7 Haziran 1926 günü ikinci dönem için seçilen 286 milletvekilinin sadece yarısının katıldığı oturumda onaylanabildi!

Aynı gün dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey’in Meclis’te yaptığı konuşma ilginç ve dikkat çekicidir. Bir kesit sunalım: “Cihanın ve Şark-ı Karibin sulh ve huzûru ve Irak’ın istiklal-ü saadeti namına, Büyük Britanya İmparatorluğu ile münasebatımızı normal bir hâle getirmek için yegâne muallâk kalan bu arazi meselesinde fedakârlıklara katlandık. Nihai maruzat olarak, işin sükûnetle ve sulha muhabbet hisler ile mütalea olunarak karar verilmesini istirham ederim.”

Diplomasi dilinde “fedakârlıklara katlandık!” söyleminin ne anlama geldiğini okuyucularımın takdirine bırakıyorum. Bu konuda derin araştırmalar yapan ve çeşitli yayınlar çıkaran Prof. Dr. Yalçın Küçük, antlaşmanın onaylanması taraftarı olan dönemin Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı, başka gerekçelerle suçlamaktadır. Ama bu ayrı bir tartışma konusudur.

Tarihi sürece kısaca göz gezdirdikten sonra bugüne dönelim. Irak, resmen olmasa da “de facto” olarak üçe ( Şiiler, Kürtler, IŞİD) bölünmüştür. Irak Merkezi Hükümeti sınırları içinde denetim sağlayamamaktır. Bu durumun temel olarak Türkiye için üç olumsuz yansıması olmaktadır. PKK terör eylemleri için güvenli bir alan bulmaktadır. Kürdistan’ı kurma çabaları Türkiye’nin ve bölgenin huzur ve istikrarını bozmaktadır. Türkmenlerin güvenliğini sağlayabilecek hiçbir güvenlik mekanizması kalmamıştır.

Kerkük IŞİD bahanesiyle Kürtler tarafından işgal edilmiştir. Musul ise şimdilik IŞİD denetimindedir. Emperyalizm elini bölgeden çekmemektedir. Irak’ın bir ve bütün olarak yaşayabileceği bütün koşullar ortadan kaldırılmaktadır. Türkiye açısından Irak, Suriye ve İran’ın toprak bütünlüklerinin korunması en ideal durumdur ve Türkiye bu yönde bütün enerjisi ve birikimi ile çaba sarf etmelidir. Böyle bir politika, kendi toprak bütünlüğünün de bir teminatıdır. Ancak reel politik açıdan baktığımızda, Irak bölünme arifesindedir!

Peki, Irak bir devlet olarak ortadan kalkarsa, diplomasi ve uluslararası hukuk nasıl işleyecektir. Türkiye’nin Irak sınırı 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile çizilmiştir. Sınırlar değişecekse, 1926 yılındaki statükonun bir referans ya da bir başlangıç noktası olması makul ve akla yakındır. Bakın, özellikle dikkatinizi çekiyorum: “Musul otomatikman bizim olur!” demiyorum. Hem son sahibi hem de bir bölge devleti olarak Türkiye’nin bu konuda söyleyeceği hiçbir şey yok mudur? Ancak dünya siyaseti makul ve akla yatkın olanla değil, güç gösterisi veya güç kullanımı ile yürütülmektedir.

Batı için kalem tutanların şimdiden, “Kardeşim, 1970 Deklarasyonu, 1978 Viyana Konvansiyonu gibi belgelerden haberin yok mu? Yugoslavya dağıldı, Avusturya niçin Hırvatistan üzerinde hak iddia etmedi!” söylemlerini duyar gibi oluyorum. Hatta Demirel’in “Arzular dünde, Musul Irak’ta kaldı!” sözünü de hatırlatacaklardır. Peki, tek taraflı ve gerekçesiz olarak Irak’a saldıran ve onu parçalayan Batı’nın bu eylemi, meşruiyetini “Fi Tarihli Nalıncı Keseri Konvansiyonu”ndan mı alıyor? Arzular dünde, Musul Barzani’de mi kalmalı?

Türkiye, körü körüne uyguladığı Batı yanlısı politikalar nedeniyle, uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve çıkarlarını bile yüksek sesle söyleyemez bir duruma sürüklenmiştir. Türkiye, öncelikle tüm komşularının toprak bütünlüğünün sağlanması için cansiperane bir mücadele sergilemeli, bu çabalarından sonuç alamadığı takdirde, çekingenliğini ve mahcubiyetini bir kenara bırakarak, kendi oyununu sahnelemelidir. Bazı bölge dışı güçlerin bilet almaması oyunun kalitesini düşürmez. Kurt ortaya çıkınca, çakallar kaybolur. Birbiri ile çelişen bazı beyanlara rağmen, bu yönde devlet çapında bir kıpırdanma gözlenmektedir. Suriye politikası düzeltilirse, bu kıpırdanmalar daha da anlamlı bir boyut kazanabilir.

Amiral Soner Polat

ulusalkanal.com.tr

peşmerge pkk pyd suriye musul Kerkük doğru