Marşlarımızı rahat bırakın!
Prof. Dr. Ertuğrul Sevday yazdı
Cehaletin yerini bilgeliğin değil de, cehaletten bile tehlikeli olan yarı cehaletin aldığı tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Kendilerini, sahip oldukları bilgi alanları içinde olmayan konularda da her türlü lafı söylemeye salahiyetli gören insanların tahammül edilmez boyutlara geldiği bir gerçek. Bu kişilerin ileri sürdüklerine, okuyup araştırıp karar vermek yerine körü körüne inananların sayısı da başka bir endişe kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarzda ileri sürülen keyfî fikirler ve temelsiz iddialardan marşlarımız da payına düşeni alıyor.
10. Yıl Marşımıza daha yazıldığı senelerde başlayan, temelinde genelde çekememezlik ve kıskançlık yatan, ancak sonraları belirli bir oranda durulan hücumlar son senelerde tarz değiştirerek birdenbire yeniden artmaya başladı. Bu tartışmalar yetmiyormuş gibi şimdi de İstiklâl Marşımızın yeniden yazılıp yazılmaması gündeme getiriliyor. Her ne kadar geçmişte bu marşın değiştirilme fikri zaman zaman birtakım gerekçelerle ileri sürülmüşse de, bunlar münferit olaylar olarak kalmıştır. Ama görülüyor ki bu tartışma günümüzde daha kapsamlı olmaya başladı. Daha güncel olduğu için İstiklâl Marşı’nın değiştirilme konusuyla başlayalım.
Belki en sonda söylenmesi beklenecek iki cümleyi en başta söyleyip, açıklamalara sonradan geçeyim:
Evet! İstiklâl Marşı harikulade sözlerinin yanında zayıf bir müziğe sahiptir.
Hayır! Millete mal olmuş, adeta tarihimizi kucaklamış, söz ve müziğinin dışında manevi değerlerimizi günümüze taşımış bu marşın değiştirilmesi düşünülmemelidir bile.
Müziğin zayıflığı nereden geliyor? Bugün müzisyen olmayanlar bile bu marşın sözleriyle müziğinin uyuşmadığını, mısraların kelime ya da cümle ortasında kesildiğini biliyor. Örneğin; “Korkma sönmez bu şafak” diye tamamlanmadan biten birinci müzik cümlesinden sonra “larda yüzen al sancak” diye ikinci cümle başlıyor. Ya da “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak o be” müzik cümlesi “nim milletimin”, “yıldızıdır parlayacak o benim”, “dir o benim milletimindir ancak” ile devam ediyor. Bu zayıflıklar tartışılamaz bile.
Bunlar bazılarınca iddia edildiği gibi alelade bir prozodi hatası olarak değerlendirilmemelidir. Prozodi, sözle müziğin arasındaki ahenk ve estetiği belirlerse de dogmatik bir disiplin değildir; müzik tarihinin muhtelif devirlerinde, hatta aynı devirde farklı dillerde farklılıklar da gösterebilir. Örneğin; ‘İstanbul’ kelimesi müziğe uygulanırsa biz ‘tan’ hecesini vurgulu söylediğimiz için (is.TAN.bul) müzikte bu hece prensip olarak vurgulu zamana getirilir. Bir İngiliz ya da Alman İstanbul kelimesini bir bestede kullanacak olursa vurgu birinci yani ‘İs’ hecesine gelir zira onların dilinde ‘İstanbul’ böyle telaffuz edilir (İS.tan.bul). Bir Türk, Paris kelimesini telaffuz ederken (ya da bestelerken) vurguyu birinci heceye; bir İspanyol ise ikinci heceye getirir. Bu konuda birtakım yanlışlıklar İstiklâl Marşı’nda da vardır ama cümle ve kelime parçalanmaları prozodi hatalarının çok ötesine uzanıyor. Sözlerin müziğe adeta zorla uydurulmaya çalışıldığı bariz bir şekilde ortada.
Biraz geçmişe uzanalım. Benim çocukluk ve gençlik dönemlerimde bazı müzik hocalarım İstiklâl Marşı’nın melodisinin (Tuna Dalgaları adlı meşhur valsin Romanyalı bestecisi, bando şefi, ) Ion Ivanovici (1845-1902) tarafından bestelenen Carmen Sylva valsinden alındığını söylerlerdi. (Şimdi düşünüyorum da, 10 sene öğrencisi olduğum Cemal Reşid Rey’le neden bu konuda hiç konuşmadığıma şaşıyorum. Belki de aşağıda değineceğim 10. Yıl Marşı’nın hikâyesini ondan defalarca dinlemekten İstiklâl Marşı temasına sıra gelmemişti.)
Johann Strauss kadar olmasa bile Ivanovici önemli bir müzik adamıydı. O zamanlar Romanya Avusturya toprakları içindeydi ve vals kültürü oralarda da çok yaygındı.
Bugün örneğin YouTube’da da mevcut olan bu eserin 15-20 saniye kadar süren giriş bölümünden sonra başlayan vals melodisiyle İstiklâl Marşı’nın melodisinin benzerliği tartışılmaz. 3’lük vals ritmi 4’lük
marş ritmine çevrilmiş. Üstelik bu uygulama yapılırken marşa besteci olarak imzasını atan Osman Zeki Bey (Üngör) büyük bir bestecilik hatası yapmıştır. Bu valsten alarak “Korkma sönmez bu şafak” müzik cümlesinde kullandığı melodiyi aynen bir dörtlü aralık yukarıdan “larda yüzen al sancak” cümlesinde de kullanmıştır. Bu teknik, yani bir melodi parçasını hiç değiştirmeden birkaç nota yukarıdan ya da aşağıdan tekrarlamak, tam tabiriyle işin kolayına kaçmaktır. Bestecilik okuyan öğrencilere bu hataya düşmemeleri sıkı sıkı tembih edilir. (Fransızlar bu tarz ‘ucuz’ melodilere ‘Rosalie’ derler. Özellikle 19. yüzyıl sonlarında Paris dışında yaşayan taşralı kızlar, Parisli şık aristokrat hanımlara özenir, onlar gibi giyinip süslenmek isterler, ancak bu işi tam beceremezlermiş. Ortaya çıkan komik görüntüde taklitleri her hâllerinden belli olan bu kızlara ‘Rosalie’ denirmiş.) Nitekim Ivanovici bu hataya düşmeden, müzik fikrini ikinci cümlede tekrarlarken bir oranda değiştirmiştir. (Bir müzik cümlesinin belirli bir değişime uğrayarak tekrarlanması, aynen tekrarının aksine bir bestecilik hüneri olarak kabul edilir. Binlerce örnek arasından bir tanesiyle yetinelim: Beethoven’in Do Minör 3. Piyano Konçertosu bu teknikle başlar.)
İnternette bazı yorumcular marşın sadece başının Carmen Sylva valsine benzediğini, bunda büyütülecek bir şey olmadığını söylüyorlar. Olmaz olur mu? Bütün eseri baştan sona kullanacak hâli yoktu ya Zeki Bey’in. Bugün Beethoven’in 5. Senfoni’sinin sadece ilk iki ölçüsünü; Glenn Miller’in Moonlight Serenade’ının ya da Üsküdar’a Gider İken şarkısının sadece iki ölçüsünü alın, devamını siz yazın ve sizin besteniz olsun. Olur mu öyle şey?
Ayrıca İstiklâl Marşı’nın melodisinde müzik terbiyesi ya da kuvvetli müzik kulağı olmayan kişilerin söylemekte zorlanacağı melodik aralıklar vardır. Bazı ortamlarda İstiklâl Marşı söylenince insan sözlerini duymasa “Bu adamlar ne söylüyor acaba?” der. Bu zorluk, bugün unutulup gitmiş olan 50. Yıl Marşı’nda da vardır.
İstiklâl Marşı’ndaki bütün müziksel yetersizliklere rağmen bu derece içimize sinmiş bir yapıtın şu veya bu sebeple değiştirilmeye kalkışılması tavsiye edilecek bir şey değildir. Yeni yapılacak beste çok daha iyi bile olsa ortaya “ölü doğmuş” bir müzik çıkacaktır, benimsenmeyecektir. İster tanınan ve kuvvetli kalemi olan bir klasik müzik bestecisine ister bir arabesk şarkıcısına yeni bir marş sipariş edilsin, sonu hüsran olacaktır. Bazı şeyler zorlamayla olmaz. Halkın benimsemesi her şeyden güçlüdür. Dünya tarihine bakmak yeter. Durup dururken şimdilerde zaten cepheleşmeye pek eğilimli olan insanlarımızı yeni bir tartışma ortamına sokmaya ne gerek var?
Konuyu değiştirmeden ilave etmek isterim ki İstiklâl Marşı için açılan güfte yarışmasını kazanan Mehmet Akif Ersoy ödülü bile kabul etmemiştir. Başta bir müddet Ali Rıfat Efendi’nin (Çağatay) acemaşiran makamındaki bestesi marş olarak söylenmişse de, sonra Osman Zeki Üngör’ün bestesine geçilmiştir.
Marşın orkestrasyonunu Edgar Manas yapmıştır. Hatta armonize eden kişinin bile Manas olduğu kuvvetle ileri sürülmektedir. Marş çıkartılan bir kanunla koruma altına alınmış, bu şekilde değiştirilmesinin önüne geçilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Riyaset-i Cumhur Orkestrası’nın başında olan Osman Zeki Bey’in hikâyesi Carmen Sylva’yla bitmiyor. 10. Yıl Marşı da Zeki Bey’den nasibini almıştır.
Burada bir parantez açalım: 10. Yıl Marşı’nın bestecisi olan hocam Cemal Reşid Rey’den defalarca duyduğum bu marşın yazılışının uzun ve gerçek hikâyesini; günümüzde bile hâlâ “Bu marş çalıntıdır” diyen kişilere cevaplarımı; Türk Beşleri adıyla tanınan çok sesli müzik alanındaki ilk bestecilerimize, yönettikleri TV programında “Türk Leşleri” diyen (İfadenin seviyesine bakar mısınız?) Murat Bardakçı ve Fatih Altaylı isimli yapımcılara cevaplarımı Andante’nin Ağustos/Eylül 2008 ve Mart 2011 sayılarında verdim. (Utanç verici “Türk Leşleri” ifadesiyle ilgili detaylar internette hâlâ mevcuttur.)
Konuya dönelim… Atatürk 10. yıl yaklaşırken bu amaçla bir marş yazılmasını ister. Recep Peker Atatürk’e İstanbul’da Paris’ten yeni dönen Cemal Reşid adlı genç bir bestecinin olduğunu ve marşı ona sipariş edebileceklerini söyler. Atatürk kabul eder. Cemal Reşid marşı yazar; orkestra, bando ve koro için düzenler, teslim eder.
Aradan aylar geçer. Atatürk bir gün 10. yılın yaklaştığını söyleyip marşın ne olduğunu sorar. Marşın hazır olduğunu söylediklerinde duymak ister. O sırada Riyaset-i Cumhur Orkestrası’nın şefi Zeki Bey’in de 10. yıl için bir marş yazdığını ve kendi marşını kabul ettirmek istediğini kimse bilmemektedir. Zeki Bey, Cemal Reşid’in marşını Atatürk’ün gözünden düşürmek için ne kadar (Cemal Reşid’in deyimiyle) sazende varsa Atatürk’ün huzuruna toplar ve marşı Türk müziği sanatçılarından kurulu tek sesli bir koroya kanun, tambur, ud gibi Türk müziği sazları eşliğinde söyletir. Atatürk çok hiddetlenir ve “Bu mu Cumhuriyet’in 10. yılını temsil edecek?” diye sorar. Recep Peker hemen atılır ve Atatürk’e bu işte bir komplo olduğunu; bu marşın tamamen Batı standartlarıyla yazıldığını söyler. İtfaiye bandosu çağırılır ve marş çalınır. Atatürk çok beğenir ve hışımla Zeki Üngör’e dönerek Ankara’yı derhal terk etmesini ve bir daha dönmemesini söyler.
10. Yıl Marşı tartışmasız en sevilen marşımızdır. Ancak günümüzde bu marşla da uğraşılmaktadır. Yukarıda da dediğim gibi bu marşın çalıntı olduğu iddialarına gereken cevapları yine Andante’de vermiştim. Cemal Reşid Rey’in öğrencilerinden değerli bestecimiz ve müzik adamımız Prof. Yalçın Tura’nın, Cemal Reşid Rey’in 10. Yıl Marşı’nı hazırlarken yazdığı nota müsveddelerini bulduğunu ve bunları derlemeye başladığını biliyordum. Bu yazıyı hazırlarken telefonla görüştüğüm Yalçın Bey bana çalışmaları tamamladığı ve yakında bu bilgileri kamuya sunacağı müjdesini verdi.
10. Yıl Marşı’nın belirli kesimleri rahatsız etme nedenleri ayrı bir konudur ve yazımızın kapsamı dışındadır. Ancak görüyorum ki hücum sırası marşın müziğinden sonra bu sefer de sözlerine gelmiş. Yaklaşık iki yıl önce gazeteci Ahmet Hakan’ın köşesinde bu konuda yayımladığı eleştirisi beni ziyadesiyle rahatsız etmişti. Sanatta bir eseri beğenip beğenmemek kişiden kişiye değişebilir, buna saygımız sonsuzdur. Ancak bir kişinin kendi alanı içine girmeyen bir konuda, özellikle bir sanat eserini küçük düşürücü sözlerle kritik etmesi kabul edilir bir durum değildir. Yine de bu münferit bir olaydır diye düşünerek Sayın Hakan’a bir cevap yazısı gönderdim ve konuyu kapattım. Cevap gelmedi, doğrusu beklemiyordum da. Mamafih bu marşla uğraşmak her ne hikmetse günümüzde bazı çevrelerce adeta bir “hobi” hâline geldiği için Sayın Hakan’a gönderdiğim cevabın özetini bazı kısaltma ve ilavelerle burada okurlara sunmak istiyorum.
Sayın Hakan 10. Yıl Marşı’nın “pek de matah bir marş olmadığını” ileri sürüyor. Yarım asırdan fazla bir zamandır müzikle meşgul olan ve dünyanın en önemli müzik okullarından birinde 29 senedir öğretim üyeliği yapan bir kişi olarak altını çizerek tekrar etmek isterim ki 10. Yıl Marşı, bir marş için gerekli olan (herkes tarafından kolaylıkla söylenebilme, akılda kolay kalma, teknik açıdan düzgün bir melodi, armoni ve forma sahip olma gibi) tüm özelliklere sahip, müzik açısından çok kuvvetli, mükemmel ve müstesna bir marştır.
Sayın Hakan 10. Yıl Marşı’ndaki “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri; bütün başlardan üstün olan başlarız; tarihten önce vardık tarihten sonra varız.” gibi ifadeleri “gazlama, ırkçılık, garabet” diye tasvir edip böyle şeyleri başka milletlerin marşlarında duysak içimizin burulacağını yazmış.
Müzikte çeşitli tarzlar vardır. Bunların belirli bir kısmında ritim ön plana çıkar ki dansların çoğu böyledir.
Marşı diğer ritmik eserlerden ayıran özellik, yazıldığı vesilenin gerektirdiği bir karakteri olmasıdır. Ağır ve hüzünlü bir karakteri olan bir cenaze marşıyla vakur, emin adımlarla hareket gerektiren, mübalağaya kaçmayan bir mutluluk yayan bir düğün marşı nasıl mukayese edilir? Millî ve askerî marşlar da belirli ortak yönleri olan, vatan sevgisi, kahramanlık, milliyetçi duygular gibi temaların, yeri geldiğinde abartılı bir şekilde ele alındığı, amacın her şeyden önce halkı coşturmak olduğu müzik eserleridir. İfadeyi kuvvetlendirmek için de genelde sözler yazılır.
10. Yıl Marşı’nın sözlerini bu denli haksızca kritik edenler, marşı ırkçılıkla suçlayanlar, “Başka ülkelerin marşlarında böyle laflar olsa içimiz burulmaz mı?” diyenler keşke bu sözleri sarf etmeden önce birkaç yabancı ülke marşını inceleselerdi. Örnek verelim:
Nefret ve intikam hislerinin ağır bastığı Fransa millî marşında (çocukların söylediği bölümde, Nous entrerons dans la carrier/ Quand nos aînés n’y seront plus… mısralarından itibaren) mübalağalı bir fanteziyle “yetişkin asker kalmasa bile kendilerinin (çocukların) askerlerin yerine geçip, ölen yetişkinlerin küllerinden kuvvet alarak, yaşamaktan ziyade o ölenlerin tabutlarını paylaşma pahasına savaşacakları” anlatılır.
Rus millî marşında “Rusya’nın dünyada tek ve emsalsiz olduğu” söylenir. (Odna ty na svete! Odna ty takaya…)
İsveç (Du gamla, Du fria… veya Du tronar på minnen från fornstora dar…) ve Avusturya (Hast seit frühen Ahnentagen…) millî marşlarında ise “çok eskiden, ezelden geldikleri” (bir anlamda “tarihten önce var oldukları”) söylenir.
Her ne kadar Almanya millî marşından “Almanya dünyadaki her şeyden (yani her milletten) üstündür” sözleri (Deutschland über alles in der Welt) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra harici müdahaleler sonucu çıkarttırıldıysa da, bu marş 1841’den 1940 sonlarına kadar 100 seneden fazla bu sözlerle söylendi. Japonlar, işin biraz da şiirsel yönüne kaçarak, millî marşlarında “bin kere sekiz bin (yani sekiz milyon)
nesil boyunca, çakıl taşlarının büyüyüp kaya hâline gelip yosun tutacağı zamana kadar geçecek süre içinde (yani sonsuza kadar) var olacaklarını” söylerler.
Macaristan millî marşında ise abartı ve ırkçılığı bir kenara koyun, “yabani Türkler, barbar Osmanlılar” (Vad török sáncára / Ozmán vad népének) gibi nefret ifadeleri bile vardır.
Görüldüğü gibi, bu marşlarda da abartılı hisler, ifadeler, ırkçılık sayılabilecek sözler, kendini başkasından yüksekte görme eğilimleri ziyadesiyle mevcuttur. Bunlar (hakaretleri saymazsak) bir yerde normal karşılanır, bir millî marşta hoş görülebilir ve bundan kimse rahatsız olmaz.
Milli marş olmamasına rağmen, bugün yere göğe sığdıramadıkları mehter marşının sözleri de buna bir örnektir. Başka milletlerin bizim topraklarımıza göz dikmesinin haklı bir reaksiyonla düşmanlık olarak nitelendirilmesine karşın, Osmanlı’nın pek çok ülkeyi fethedip Tuna’yı aşarak Viyana kapılarına dayanmasının kahramanlık diye nitelendirilmesi, bunların onca marş, şiir, destan ve benzerinde iftiharla bahsedilmesi, mübalağa olup olması fark etmeksizin büyük bir çelişki değil midir? 10. Yıl Marşı bunların yanında pek masum kalıyor.
Atatürk boşuna dememiş, “Yurtta sulh, cihanda sulh!” diye. 10. Yıl Marşı işte bu düşünce ve inancı temsil eder.
Prof. Dr. Dr. Ertuğrul Sevsay
Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi Kompozisyon Ana Bilim Dalı
*Prof. Dr. Ertuğrul Sevday’ın bu makalesi Andante’nin Mayıs sayısında yayımlanmıştır.