Anadolu’nun tarihini hiç böyle okumadınız!
Anadolu’nun bedenini Osmanlı, ruhunu ise Cumhuriyet döneminde ellerimizle Avrupalılara nasıl verdik…
Yusuf Yavuz
16 Ekim 2014’te yitirdiğimiz Türkiye’nin önemli eski çağ dilleri ve kültürleri uzmanı Prof. Dr. Sencer Şahin ile 8 yıl önce yaptığımız ve ilk kez yayınladığımız röportaj, Anadolu’nun tarihiyle ilgili ezberleri bozuyor: Türkçe Anadolu’daki 2 bin yılık Yunan dili hâkimiyetine nasıl son verdi? Türkler geldiğinde Anadolu’nun nüfusu en kadardı? Türkiye’nin kültür ve eğitim politikası neden yanlış? Dedesinin yazdığı mektubu okuyamayan torunların ülkesinde Türk dili ve edebiyatı eğitimi yeterli düzeyde verilemezken neden ölü dillerin eğitimi veriliyor? Anadolu’nun zengin kültür mirasının maddi kısmını Osmanlı, ruhunu da Cumhuriyet döneminde Avrupalılara ellerimizle nasıl verdik?
Bugün size Türkiye’nin artık daha çok varlığına ihtiyaç duyduğu gerçek bilim insanlarından birini anlatmak istiyorum. 2 yıl önce yitirdiğimiz, Türkiye’nin önemli eski çağ dilleri ve kültürleri uzmanı Prof. Dr. Sencer Şahin’i… Bu bir anlamda bir ‘anma’ yazısı ama aynı zamanda düşünceleri ve eylemleriyle hala ufkumuzu aydınlatan bir bilim insanının yokluğu karşısındaki yoksunluğun da altını çizebilme çabası…
SENCER HOCA İLE YAPTIĞIMIZ HİÇ YAYINLANMAMIŞ RÖPORTAJ
Yarım asra yaklaşan akademik yaşamı boyunca hep bilimden ve insanlıktan yana sergilediği tavırla çoğu zaman zorluklar yaşadı. Ancak hiç ödün vermeden sürdürdüğü bilim insanı kimliğiyle aramızdan ayrılışının ardından da yol göstericiliğe devam eden bir aydın olan Sencer Hoca ile yıllar içerisinde yolumuz defalarca kesişti. Türkiye’nin kültür mirasına ilişkin yaşanan çarpıklılar ve hatalı politikalar konusunda verilen mücadelede kimlikli bir duruş sergileyen Prof. Dr. Sencer Şahin ile çok sayıda röportaj, panel ve konferans yaptık. Ancak o röportajlardan uzunca olanlardan bir tanesini önemli bölümünü yayınlamadık.
VEFATINDAN 6, BUGÜNDEN 8 YIL ÖNCE…
Vefatından 6 yıl, bugünden ise 8 yıl önce; 1 Mart 2008’de yaptığımız bu kapsamlı röportajı ilk kez yayınlıyoruz… Türkiye’nin kültür ve dil politikası üzerine önemli tespitlerin ve önerilerin yer aldığı röportajda, cesur bir bilim insanının zamanı aşan görüşlerini okuyacaksınız. Aramızdan ayrılışının 3. Yılına girdiğimiz bugünlerde Sencer Şahin Hoca’mızı bu vesile ile bir kez daha anıyor, ruhunun, ömrünü adadığı Anadolu kültür mirasının o ışıklı yolunda sonsuza kadar yürümesini diliyoruz…
‘KENDİ ARKEOLOJİ FELSEFEMİZİ KURAMADIK’
İşte 8 yıl önce yaptığımız röportajdan, Prof. Dr. Sencer Şahin’in zamanı aşıp gelen ve yarına ışık tutan çarpıcı görüşleri:
“Batı karşısında bir ezikliğimiz var evet. Ama bu ezikliğe karşı uydurma tezlerle yanıt verirseniz, savunduğunuz şeye çok daha fazla zarar verirsiniz. Bunun tek çaresi inatla ve sebatla çalışmak. Yani o temsil ettiğiniz bilim sahasını hakkıyla ve bilerek temsil etmek. ‘Bilgi güçtür’ felsefesinden hareketle önce öğrenmek ondan sonra bir şey söylemek. Ama öğrenmeden bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olursanız, (Uğur Mumcu’nun ünlü sözüdür). O zaman o sizin savunduğunuz şey pamuk ipliğine bağlı olur ve uçar gider. O bakımdan Türk biliminin de rayına oturması lazım. Şimdi arkeoloji Türkiye’de bir bilim dalı ve oldukça da gelişmiştir. Aklı başında, iyi çalışan arkeologlarımız vardır. Ama bunların ne olursa olsun daha Avrupa seviyesinde olduğunu iddia etmek için bana göre çok erken. Avrupa seviyesinde değiliz. Biz Avrupa’yı sadece taklit ediyoruz. Kendi kaynaklarımızdan, kendi gerçeklerimizden hareket ederek bir arkeoloji felsefesi kurmuş değiliz.
‘AVRUPALI’NIN BİLGİ ÜRETİMİNE HAM LAMZEME SAĞLIYORUZ’
Biz Avrupa’nın metodunu taklit ederek arkeoloji yapıyoruz. ‘Onlar kazı yapıyorsa biz de yapalım.’ Hayır, bizim bunun için kazı yapmamamız lazım. Bizim kazı yapmamızın esas nedeni, kendi yaşadığımız coğrafyanın kültür mirasını tanımak ve onu kültürel kimliğimizle özdeşleştirmek amacıyla olmalı. Biz bunu yapmıyoruz, sadece Avrupa’nın bilgi üretim sistemine yardımcı oluyoruz. Yani Avrupalı ne yapıyor, geliyor burada kazıyor, malzemelerini topluyor, götürüyor ve kendi ülkesinde üniversitesinde değerlendiriyor. Biz Avrupa’nın bilgi üretimine ham malzeme sağlıyoruz daha açıkçası.
‘BU BİLGİLER TÜRKİYE’YE DÖNMÜYOR’
Şimdi 19. Yüzyılda ne yapıyordu Türkler; ‘Allah’ın taşını da mı gâvurdan esirgeyeceğiz’ diyerekten veriyorduk taşları. O dönemde kültür mirasımızın maddi tarafını veriyorduk. Sahip çıkmıyorduk. Sonra bu maddenin bir değer olduğunu, bu ister turizm amacıyla olsun ister tarihi ya da maddi kıymeti dolayısıyla bir değeri olduğunu anlayınca sahip çıkmaya başladık ve eski eser kaçakçılığını yasakladık. Ama günümüzde de o zaman maddi yanı çıkarılan eserlerin ruhu çıkıyor ortaya. Yani Avrupalı bir bilim heyeti Türkiye’ye geliyor, araştırma ya da kazı yapıyor ve çıkardığı malzemeyi değil, bilgisini alıp götürüyor. Bu bilgiler Türkiye’ye dönmüyor, dönmemek üzere çıkarılıyor ve Avrupa toplumuna bir ilham kaynağı oluyor. Oysa bu kültür mirası her şeyden önce bizim halkımız için ilham kaynağı olmalı. En azından biz bunu henüz kendimiz yapamıyorsak bile Avrupa’dan gelen o bilim insanlarına ve heyetlerine şunu söyleyebilmemiz lazım: Siz bu eserleri götürüyorsunuz, kendi ülkenizde üniversitelerinizde yayınlıyorsunuz fakat bundan elde ettiğiniz bilgilerin bizim halkımıza da bir ilham vermesi gerekir. Bunun için yaptığınız bu çalışmaların en azından bir örneğini ya da tercümesini de yaparak kütüphanelerimize göndermeniz lazım.
‘19 YÜZYILDA MADDESİNİ VERİYORDUK ŞİMDİ İSE RUHUNU’
Bu şartı koyabiliyor muyuz? Hayır! Koyamıyoruz. Avrupa’daki hiçbir çalışma ne Türkçe yapılıyor ne de yabancı dilde yayınlanmış olan kitaplar Türk kütüphanelerine girebiliyor. Dolayısıyla biz bir zamanlar maddeyi verirken ve onu şimdi yasaklamışken, şimdi o maddeden çıkan bilgilerin yurt dışına çıkarılmasına göz yumuyoruz. Biz ancak 100 sene sonra bunun farkına varacağız ve eyvah diyeceğiz. 19 yüzyılda bunun maddesini veriyorduk, onu 20 yüzyılda yasak ettik ama bu sefer de eserin ruhu gitmiş.
‘PATARA HAKKINDA BİR ŞEY ÖĞRENMEK İÇİN AVRUPA’YA GİDİYORUM’
Sonra da kendi ülkemiz hakkında bilgi edinmek için Avrupa’ya gidip öğrenmek zorunda kalıyoruz. Yani eğer ben Patara ya da Efes hakkında veya Anadolu arkeolojisi hakkında doğru dürüst bilgi edinmek istiyorsam Avrupa üniversitelerine gidiyorum. Viyana’ya, Paris’e Köln’e, Münih’e… Oradaki kütüphanede çalışıyorum. Neden? Çünkü kendi ülkemdeki araştırma ve kazıların ruhu orada. Ben bunu oradan gidip öğreniyorum. Çünkü bu bir kültür politikası meselesi, bir felsefe, program meselesi.
‘MİLLİ KÜTÜPHANE BİLE TÜRKÇE BİLİMSEL YAYIN SATIN ALMIYOR’
Bir takım spekülatif tartışmalar üzerinden bilimsel alanı dünyaya duyurmak çabası yerine işin ruhuna uygun sonuçlar ortaya koyabilmek için çalışılması gerekiyor. Bizim tarihçilerin esas görevi bu olmalı. Tarihçinin arkeologun, klasik filologun görevi ne? Anadolu kültür mirasını ortaya çıkartmak ve bunu halkın anlayacağı ve ilham alacağı şekilde yayınlamak. Şimdi Türkiye’de arkeologlar tarafından yapılan yayınlar yabancı dilde. Burada ben kendimi de eleştiriyorum. Bu neden böyle? Çünkü yazdığımız eser eğer Türkçe yazılırsa kimse satın almıyor. Türkiye’de ‘Milli Kütüphane’ bile satın almıyor. Yabancı dilde basılan kitaplar yurt dışında satılıyor. Oradaki üniversitelere gidiyor. 200 tane satılırsa yayınevleri kazancını çıkartıyor.
‘BÖYLE GİDERSE TÜRKÇE TÜCCAR VE ÇİFTÇİ DİLİ OLARAK KALACAK’
Bunun ikinci nende ise Türk üniversitelerdeki garip tutum. Eğer bir araştırıcı, bir arkeolog, bir eski çağ tarihçisi; aslında bütün bilim insanları… Türkçe yazdıkları zaman o yazdıkları eser dolayısıyla diyelim ki üç puan alıyorlarsa, yabancı dilde bir eser yazdıkları zaman ondan kırk puan alıyorlar. Dolayısıyla bu aldıkları puanlar onların terfi kriterlerine ekleniyor. Terfi ederlerken değerlendiriliyor. Diyelim ki bir yardımcı doçent, ‘doçent’ olacak, onun yabancı dilde yazmış olduğu makalelere önce bir bakılıyor. Yabancı dilde yazmışsa eğer makale ve kitabını, ona daha fazla puan veriliyor ve derhal doçent olması için yol açılıyor. Türkçe yazdıysa çok daha düşük bir puan veriliyor ve önü tıkanıyor. Onun için genç bilim adamları da ne yapıyorlar bu sefer, harıl harıl yabancı dil öğreniyorlar. Yabancı dilde yayın yapmaya özendiriliyorlar ve böyle bir fasit daire oluşuyor. Bu durumda hem alıcı kitlesi bakımından, hem ticari bakımdan Türkçe yazmak bir zarar oluyor. Ayrıca üniversitede yükselme kriterleri bakımından da aleyhinize bir durum yaratıyor. Dolayısıyla Türkçede bilim terminolojisi gelişmiyor. Eğer siz Türkçeyi bilim dilinde kullanmazsanız o bilim dalında terminoloji üretemezsiniz. Ve sürekli olarak yabancı terminolojiler kullanırsınız. Ve o dil, bir tüccar dili, bir çiftçi dili olarak kalmaya mahkûm edilir. Bir dilin edebiyat dili, bilim dili olması isteniyorsa eğer, bilimsel yayınların mutlaka Türkçe yapılması lazım. Türk kültür politikasında önemle bunun üzerinde durulması lazım.
‘BU COĞRAFYAYI ORTAK DEĞER SAYMAZSAK VATANA SAHİP ÇIKAMAYIZ’
Yani eserlerin yurt dışına çıkarılması, eserlerin ruhunun oraya aktarılmasından tutun da üniversitelerdeki yayınlara kadar ve yükseltme kriterlerine kadar her şeyin a’dan z’ye değiştirilmesi lazım. Türk bilim insanları olarak, eski çağ bilimleriyle uğraşan insanlar olarak biz ancak o zaman halkımıza şunu anlatabiliriz: Biz bu coğrafyada yaşıyoruz ve yaşadığımız mekan ile o mekanın tarihini kendi geçmişimiz olarak kabul etmediğimiz sürece bu vatana sahip çıkamayız. Yani tarih şuurunda ortak bir payda bulamayız.
‘ANADOLU’NUN GEÇMİŞİNİ BİLMİYORUZ’
Dün Ermenilerle, Rumlarla düştüğümüz kavgayı bugün Kürtlerle, Kürt vatandaşlarımızla sürdürüyorsak, bu tarih anlayışımızda ortak bir payda olmayışından kaynaklanıyor. Herkes diyor ki ‘ben başkayım, sen başkasın.’ Çünkü geçmişimizi başka başka anlıyoruz. Ve o geçmişte Anadolu tarihini topyekûn kavrayan ve topyekûn kavradıktan sonra da bütün toplumların, bütün etnik grupların birleştiği bir ortak payda yaratamıyoruz. Çünkü tarihi ve Anadolu’nun geçmişini bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de onu reddediyoruz. Bu nedenle mekân ve tarih ilişkisini çok iyi kurmak gerekiyor.
‘2 BİN YIL ÖNCEKİ YUNANLI BUGÜNKÜYLE AYNI DEĞİL’
Kültür mirasımızı tanımıyoruz. Tümüyle yabancıların ilgisini çeken gâvur malı bir taş olarak görüyoruz. Ama alsına bakarsanız ister romantik bilim insanları, isterseniz de gerçekçi bilim insanları olsun; birleştikleri bir nokta var. O da bu mirasın gerçekten hepimizin mirası olduğu. Yani bütün ulusun mirası ve Anadolu’nun öz malı olduğu. Bugün ne Perge’de ne Patara’da ne Termessos’ta Yunan etniği yoktur. Yani yunan etniği çok azdır. Oysa biz ne yapıyoruz, bugünkü komşumuz olan Yunanistan’la düşman olduğumuz için 2 bin sene önceki Yunanlıyla da sanki düşman olmamız gerekiyormuş gibi düşünüyoruz. Bu kadar anakronistik bir düşünce tarzı, yani geçmişi sanki güncel bir olaymış gibi görme tarzı çok abes. Çünkü ne eski Yunalılar bugünkü Yunanlılardı ne de eski Yunan dediğimiz insanlar gerçekten Yunan etniğine mensuptu. Anadolu’nun insanlarıydı bunlar ve bizim geçmişimizdi.
‘BUGÜN TÜRK ULUSUNDAN BAHSEDİYORSAK, BU DİLDEN KAYNAKLIDIR’
Türkler Anadolu’ya geldikleri zamanla ilgili 700 bin ila 5 milyon arasında bir nüfustan söz ediliyor. Kimisi 700 bin, kimileri de 5 milyon rakamını öne sürüyor. Ama kabaca 1 milyon rakamı üzerinden ele alırsak… Yani belli aralıklarla göç ederek gelen bu insan kitlesi bir macera, istila amacıyla gelmedi Anadolu’ya. Bir yurt arayışıyla geldiler. Ve burada bir yurt bulup yerleştiler. Bu tarz göçler çok oldu Anadolu’da. Bunun için Anadolu’yu bir halklar potası olarak görmek lazım. Yani biz karman çorman olmuşuz, birbirimizin içine girmişiz. Bir ‘hamule’ olmuşuz, birbirimizin içerisinde erimişiz. E şimdi o zamanki Anadolu nüfusunu düşünecek olursanız, 10 milyonun üzerindeydi. Şimdi insan rakamsal olarak da tahmin eder yani, o 1 milyon mu 10 milyonun içerisinde erir yoksa 10 milyon mu 1 milyonun içerisinde erir. Elbette ki gelen o 1 milyon insan, veyahut da 2 milyon, hadi 3 milyon diyelim; Anadolu’daki halk kitlelerinin içerisinde erimişlerdir. Ve biz bugün eğer bir Türk ulusundan bahsediyorsak bu sadece dilden kaynaklanan bir ulustur.
‘TÜRKÇE, ANADOLU 2 BİN YILLIK YUNAN DİLİ EGEMENLİĞİNE SON VERDİ’
Evet dilimiz Türkçedir, ama ne güzel ki Türkçedir. Çünkü bu Türkçe öylesine güçlü bir dil ki, 2 bin senelik hâkimiyetten sonra Anadolu’daki Yunan dilini bertaraf etmiştir ve bir ulusun dili olmuştur. Bu Türkçenin özelliği… Ulusalcılık işte bu. Eğer bu tarihi gerçeği görerek ‘ben ulusalcıyım’ diyorsanız, haklısınız. Çünkü bir gerçek var ortada, Türkçe konuşuyoruz. O bakımdan şimdi bu Anadolu’daki bu eriyik halk hamulesinin topyekûn bir geçmişi var.
Hititler, Urartulardan tutun da Romalılara, Bizanslılara, Selçuklulara, Osmanlılara kadar. Türkiye Cumhuriyetine kadar bir bütün olarak ele alıp ve bu bütünün geçmişini Anadolu tarihi olarak kabul edip, o tarihi bütün etnik grupların ortak mirası olarak halka aşılarsanız ‘bizim tarihi geçmişimiz birdir ve tektir o da Anadolu tarihidir’ derseniz, Kürdü de Lazı da Ermeni’si de hepsi bunda birleşecektir.
‘HERKESİN ANADOLU’NUN GEÇMİŞİNDE HAKKI VAR’
Hepimiz Nihal Atsız’dan beri ‘Türkün dostu yoktur’ deriz ve herkesi Türklere düşman olarak gösteririz. Bunda bir gerçek payı yok değil, var. Neden düşman? Çünkü o düşman gösterdiğin insanların hepsinin bu Anadolu’nun geçmişinde bir hakkı var. O hakkını eğer biz paylaşamıyor, onlarla bir ortak payda oluşturamıyorsak, işte o zaman nifak başlıyor.
Bunun düşünce anlamında bile olması bu meselenin halledilmesi anlamına gelir. Öncelikle bu mentaliteyi kavramamız lazım. Bence de Türk ulusalcılığı budur. Yani Anadolu’nun bir halklar hamulesi olduğunu, bu hamulenin Anadolu tarihiyle doğrudan doğruya ilişkilendirilmesi gerektiğini, sadece 1071’den itibaren değil, Urartu’dan itibaren birleştirilerek ortak bir tarih şuuru yerleştirilmesi gerektiğini kabul etmemiz lazım. Gerçek Anadolu Türk ulusalcılığı budur. Yoksa eğer biz milliyetçiliğimizi Arabistan’da, Orta Asya’da ararsak veyahut da Altay dağı ile Hira dağı arasında ararsak işte o zaman nifak giriyor.
‘BU SORUYU YANITLAYAMADIĞIMIZ İÇİN BİZİ ASYA’YA SÜRECEKLERDİ’
Çünkü bugün Türklere sorduğunuz zaman ‘sen kendini nasıl tanımlıyorsun’ diye, ‘Elhamdülillah Müslümanım’ diyor çoğunlukla. Bu yanlı bir şey mi? Hayır. Doğrudur, bir gerçek durum var. Müslümanız çünkü. Ondan sonra bir kesim katı ulusalcılar, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyor. Bir kısmına da sorarsanız ‘siz nasıl tanımlıyorsunuz?’ diye, ‘Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanım’ diyerekten ikisini birleştirmeye çalışıyor. Güya bir sentez yapıyor. Fakat dördüncü bir soruyu sorun; ‘Peki saydığınız bu üç şeyin, Anadolu ile yaşadığımız şu ülke ile ne alakası var?’ deyin. Hira dağının, Tanrı dağının, Müslümanlığın ne alakası var. Ve Orta Asya Türklüğünün ne alakası var Anadolu ile. İşte o soruya cevap veremiyoruz. O soruya cevap veremediğimiz için de birinci dünya savaşında bütün dünya birleşti, Avrupa birleşti ve Türkleri tekrar Orta Asya’ya sürmek istediler. Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk adında bir dahi çıktı ve ulusu kurtardı. Ve yeni bir milliyetçilik anlayışı getirdi. ‘Kökeninizi Anadolu’da arayın’ dedi. Hititlerin, Sümerlerin araştırılmasını istedi.
‘BUGÜNKÜ MİLLİYETÇİLİK TAMAMEN DESTANCILIĞA DAYALI’
Atatürk ardından Türk Tarih Kurumu’nu kurdu. ‘Araştırın’ dedi. Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Dikkat edin, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir fakülte yoktur. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi… ‘Dilinizi, tarihinizi bu coğrafyada araştırın’ dedi. Biz yaptık mı onu? Yapmadık. Türk Tarih Kurumu nedir bugün? Tamamen bir devlet dairesi. Türk Dil Kurumu’nun düştüğü durum bugün nedir? O da bir devlet dairesidir. E Atatürk’ün o ideolojisi ne oldu? Uygulanıyor mu? Ankara’daki Dil VE Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bilim mi yapılıyor zannediyorsunuz? Bugün bilimin ‘b’si yok bana göre. O bakımdan eğer Atatürk’ün kurmuş olduğu bu kurumları tekrar kültürel felsefemiz ve politikamızla birleştirerek, ulusun geçmişini Anadolu’da araştırmak üzere, halka bu yönde yeni ilhamlar, yeni fikirler vermek üzere organize edersek, işte ben o zaman ulusalcı bir tavır izlenir derim. Ama bugünkü ulusalcılığımız da milliyetçiliğimiz de tamamıyla destancılığa ve duygusallığa dayanan bir anlayışla gelişiyor. Ben üzülüyorum buna.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIKLARININ BİRLEŞTİRİLMESİ
Şimdi bakanlık olarak kültürün turizmle birleştirilmesi zaten abes. Bu kültür mirasını kendi mirasımız olarak değil bir gâvur mirası olarak telakki ediyoruz ve gâvurlar da ona ilgi duyuyor diyerekten onları kazıp çıkararak sergiliyoruz. Onlar gelsinler, baksınlar para bıraksınlar buraya. Yani tamamıyla ticari ve dışlanmış bir kültür mirası. Turizm anlayışının altında yatan felsefe, bu mirası reddetmekten kaynaklanıyor. Kendimiz için, kendi halkımızın ilham alması için değil, buraya gelen turistlerin onları görmesi, seyretmesi için yapılıyor. Halk da buna seyirci kalıyor. Ne yapsın? Sen halka ‘bu senin geçmişin’ demiyorsun ki. Devletin böyle bir politikası yok ki. Eğer ben o mirasın ecdadımın mirası olduğunu reddediyorsam, elbette ki kendimi bulamam. Hatta onu yok etmeye çalışırım. Öyle de yapıyoruz yani.
‘GERÇEK TARİHİ BELGELER AÇIKTA, İNCİK BONCUKLAR MÜZEDE’
En abes tutumlardan biri de şu: tarihi açıdan çok önemli olan belgeleri, kırda, kazı yerinde açık yerlerde bırakıyoruz, tarihi bakımdan hiç önemi olmayan, görselliğe hitap eden ya da incik boncuk altın kolye bilezik küpe bilmem ne gibi şeyleri alıp hemen cam kafeslerin içerisinde sergiliyoruz. Ve ondan sonra gazetelerde haberler çıkıyor mesela, ‘filanca kentte paha biçilmez bir ser bulundu’ diye. Yahu neye paha biçiyorsun sen? Tarihi esere sen ne pahası biçeceksin? Onun maddi olarak hiçbir kıymeti yok. Onun değeri tarihi değerdir. Bunun bir maddi değerle ölçülmemesi lazım. Bu bir kültür mirasıdır, tarihtir. Yani siz tarihi nasıl paraya çevirirsiniz. Bunun yıllar öncesinden bize bir bilgi aktardığı için değeri olmalı. Tarihi açıdan bize en çok bilgiyi veren yazılı belgelerdir. Ama Patara’ya, Ksantos’a, Perge’ye ya da Phaselis’e gidin; o yazılı belgelerin hepsi açıktadır. Müzeye gidin… Müzede yazılı olan taşlar dışarıda, bahçededir. Yazılı olmayan, incik boncuk, gösterişli mermer heykeller içeride sergilenir. Ama esas tarihi değeri olanlar o yazıtlar.
‘PATARA YOL ANITI PARÇALARI MÜZENİN BAHÇESİNDE DURUYOR’
‘Gâvur geldiği zaman görsel olarak güzel olanı görsün’ diye bakılıyor. Ama tarihi açıdan ne bileyim bir imparatorun Antalya’yı ziyaret ettiğini gösteren yazıt önemli bir belgedir ama bunu kaldırıp şuraya koyalım, bir yerde koruyalım kaygısı yok. Ya da ne bileyim bir Roma askeri sisteminin can alıcı bir yanını belirten bir yazıt söz konusu, bir kumandanın genelgesi bulunmuştur… Bakıyorsunuz o dışarıda yağmurun yaşın altında duruyor. İşte en yakın örneği, Patara yol anıtının blok parçalarına gidin bakın nerede duruyor. Müze bahçesinde!
‘AVRUPA DEVLETİNİN TEMELİ HACI BAYRAM CAMİİ’NİN YANIBAŞINDA’
Bir de toprak altından bir eseri çıkarırsanız çok daha kıymetli oluyor. Fakat yeryüzünde duran bir anıt daha kıymetsiz oluyor. Onu herkes kırabilir, tekmeleyebilir.. Antik çağ insanı ‘şu eser gelecekte toprak altında kalsın, şu yüzeyde kalsın’ diye bir değer ayrımı yapmamış. Bu ayrımı biz yapıyoruz. Örneğin Ankara Hacı Bayram Camiinin yanında bir Augustus tapınağı vardır. O tapınağın dış yüzünde Yunanca olarak Augustus’un vasiyetnamesi vardır. İç tarafında da Latince olarak yer alır bu vasiyetname. Bunu ünlü tarihçi Monsen ‘yazıtların kraliçesi’ olarak tanımlamıştır. Çünkü Avrupa devlet felsefesini oluşturan yazıt odur. Augustus’un mirasıdır. Eğer bugün biz Avrupa devlet sistemlerini kendimize örnek alıyorsak, o sistemin dayanak noktası Augustus’a gider. İ.Ö 30 ile İ.S birinci yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenir ve biriciktir. Bir tek orada kalmıştır. Biz o eseri korumuyoruz, pul pul dökülüyor. Ama bulduğumuz kıytırık bir yüzüğü ‘aman ha paha biçilmez buna’ diyoruz. Paha biçilmeyen eser orada, Ankara’da, Türkiye’nin başkentinde duruyor. Üstelik de Türk Tarih Kurumu’na 5 yüz, TBMM’ne bin metredir. O kadar gözümüzün önünde yani.
‘ULUS OLARAK KÜLTÜR MİRASIMIZI YOK ETMEKLE MEŞGULÜZ’
Biz tarihçiler olarak, eski çağ araştırıcıları olarak ilk görevimiz, önce tahribe en açık olan kültür miraslarının korunması için çalışmalıyız. Hatta bunu bir devlet politikası haline getirmeliyiz. Öbürü zaten toprağın altında korunuyor. Koyarsın yanı başına üç beş tane jandarma, bekler. Eğer doğru dürüst bir kültür mirası koruması yapmak istiyorsan. Fakat öbürü korunmuyor. Öbürü arazide. Defineci geliyor kırıyor, dinamit atıyor, ormancısı geliyor yol açıyor, elektrikçisi geliyor tarumar ediyor, direk dikiyor üzerine, DSİ geliyor su kanalı geçiriyor. Yani bütün ulus olarak kurumsal ve kişisel temelde kendi kültür mirasımızı yok etmekle meşgulüz.
‘NE MÜZEMİZ, NE DEPOMUZ NE DE YAYINIMIZ VAR’
E şimdi böyle bir ülkede siz kalkmışsınız noktasal olarak şurada kazı yapıyorsunuz, orada kazı yapıyorsunuz… Bunun anlamı, değeri ne olabilir? Bence sıfır. Kaldı ki kazılardan çıkan eserleri de doğru dürüst koruyamıyoruz. Ne yeterli müzemiz, ne depomuz, ne de yayınımız var. Bu çıkarılan eserler yayınlanmıyor. Öylece kalıyor. Peki amaç ne o zaman? Amaç üç beş tane paha biçilmez diye tanımladığımız lahdi ya da üç beş tane heykeli ‘gâvurun ilgisini çekiyor’ diyerekten müzeye koymak mı? Bu mudur yani kültür politikamız.
‘HEPİMİZ ESKİ ÇAĞI ARAŞTIRIYORUZ, BU AYRIM NİYE?’
Ben Türkiye’de hiçbir meslek kuruluşuna üye değilim. Bir arkeologlar derneği var ama ne iş yapar bilmiyorum. Çünkü Türkiye’de şöyle bir anlayış var: ‘Arkeolog olmayan bizden değildir’ diyorlar. Eski çağ dillerini ve kültürlerini araştıranlar ayrı bir grup, onlar apayrı işler yapıyorlar, biz apayrı işler yapıyoruz gibi görüyorlar. Hayır, hepimiz eski çağı araştırıyoruz. Aslında eski çağ bilimleri bir bütündür. Dünyanın her tarafında bu böyledir. Dernek olarak da kurulsa bunları içerisine almanız lazım. Mesela bu sene Alman Arkeoloji Enstitüsünün başına atanmış bir başkan vardı. Eski çağ tarihçisiydi. Ben özgeçmişini okudum; ömründe bir saat bile arkeoloji yapmamış. Demek ki Almanlar orada ‘bu arkeologdur, bu eski çağ tarihçisi’ gibi bir ayrım yapmıyorlar. Ama bizde arkeolog titri taşımadığınız zaman ne bu tür derneklere üye olarak alınıyorsunuz ne de koruma kurullarında yer alabiliyorsunuz. Ne de sözünüz dinleniyor. Mesela müzeye eleman alınacak; illa ki arkeolog olması lazım. Peki tayin ettiğiniz yerde arkeolojik malzeme kadar yazılı belge var, nümizmatik var, sikke var. Neden bir tane filolog almıyorsunuz? Bu durumdan etnologlar da mustarip, filologlar da, sanat tarihçileri de…
‘ANTİK ÇAĞIN ORİJİNAL BELGELERİYLE UĞRAŞIYORUZ’
Türkiye’deki üniversitelerde sadece üç tane eski çağ dilleri eğitimi veren bölüm var. Ankara, İstanbul ve Antalya’daki Akdeniz Üniversitesi’nde. İstanbul ve Ankara’daki bölümlerin eğitimi edebiyat ağırlıklı. Bizimkisi ise epigrafi temeli bir eğitim. İkisi arasındaki fark nedir diye sorarsanız, İstanbul ve Ankara’daki üniversiteler Aristoteles ve Platon’u okuturlar biz ise kendi coğrafyamızda, Anadolu’daki kazılardan çıkarılan yazılı tarihi kaynakları deşifre ederek onu tarihi açıdan açıklamakla ilgili bir eğitim veriyoruz. Edebiyat el yazmalarına dayanır. Antik çağdan günümüze el yazmaları aracılığı ile intikal eden edebi eserlerdir. Epigrafi ise o zaman halkın yazdığı yazıt kazılarda size ilk elden ulaşır. Ama el yazmaları belki yüz kere el değiştirmiştir. Bu bakımdan el değiştirince orijinalliği de bozulmuştur. Aradaki fark bu. Biz tamamıyla antik çağın orijinal belgeleriyle uğraşıyoruz. Onlar ise değişikliğe de uğramış olan el yazmalarıyla.
‘KENDİ EDEBİYATINIZIN ÖĞRETİLMEDİĞİ BİR YERDE 2 BİN YILLIK ÖLÜ DİLİ ÖĞRETİYORSUNUZ, AYIP DENEN BİR ŞEY VAR’
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki biz daha 50 yıl önce babamızın, dedemizin yazmış olduğu mektubu okuyamıyoruz. Eski Türkçeyi bilmiyoruz. Şimdi siz bana diyorsunuz ki bize eski Yunancayı öğret. Ayıp denen bir şey var. Ben de önce ana dilini öğren diyorum sana. Kendime de söylüyorum bunu. Ben kendi ana dilimi öğrenmeden hasbelkader eski Yunancayı öğrendim. Burada mensubu olduğum üniversitede Türk dili edebiyatı isim olarak var ama gerçekten bir bölüm olarak yok. Ama eski Yunan dildi ve edebiyatı bölümü ismen de cismen de mevcut. Ne kadar ayıp bir şey. Çünkü ben kaç kere mensubu olduğum üniversitedeki fakülte kurullarında bunu dile getirdim. ‘Ben Türk dili ve edebiyatının bulunmadığı bir fakültede eski Yunan dili ve edebiyatı bölümünün başkanlığını yapmaktan sıkılıyorum’ dedim. Hakikaten sıkılmak lazım. Ayıp denen bir şey var. Kendi edebiyatınızın öğretilmediği bir ülkede 2 bin sene öncesinin ölü dillerinden birini öğretiyorsunuz. Ama bu benim kabahatim mi? Hayır. Bana bu görev verildi ve burası Perge’siyle, Side’siyle malzeme açısından bir laboratuvar. Ben nereye gitsem yazılı eserler buluyorum, onları alıp tarihi açıdan inceliyorum, kitaplar, makaleler yazıyorum. Aynı şeyi Türk dili edebiyatı tarihçileri, Osmanlı tarihçilerinin de yapması lazım. Ama bu yapılmıyor. Bu neden yapılmıyor? Bugün bir Selçuklu yazısını okutacak insan bulamıyorum ben. Roma köprüsünün üzerine Selçuklu köprüsü yapılmıştır ama üzerindeki yazıtı okuyacak doğru dürüst insan bulamıyoruz. 2 bin sen önceki roma yazısını okuyorum ama bin yıl önceki Selçuklu yazısını okuyacak uzman bulamıyorum.
‘ÖĞRENCİ ÜNİVERSİTEYE GELİNCE ŞAŞKINA DÖNÜYOR’
Eski Yunan ve Roma diliyle uğraşmak Anadolu’nun tarihiyle ilgili bir zorunluluk ama öbürü daha büyük bir zorunluluk. Ama birini yaparken öbürünü kenara itmek doğru değil. Her ikisine de aynı biçimde değer vermek ve üniversitelerimizde temsil edilmesi yoluna gitmek gerekiyor. Bugün bu yapılmıyor. Yani burada kültür politikasının temelinde bir bozukluk var. Biz şimdi orta eğitimde nasıl bir yol izliyoruz; ne eski Türkçe öğretiyoruz ne Latince öğretiyoruz ne Farsçayı öğretiyoruz… Öğrenci bunlardan habersiz liseyi bitiriyor, üniversiteye geliyor. Üniversitede dersimize girince soğuk duş almışa, şaşkına dönüyor öğrenci. Çünkü bunun orta öğretimde temeli yok. Oysa Türk eğitim sisteminin bugünkünden çok daha bambaşka olması lazım. Bugünkü kadar bilinçsiz bir eğitim sistemi düşünemiyorum.
‘SADECE TEKNİĞİ ÖĞRENMEKLE VATANDAŞ OLUNMUYOR’
Mesela fen lisesine giden bir öğrenci üniversiteye geldiği zaman alt yapısını almış oluyor. Onun için iyi matematikçi, iyi mimar ve mühendis yetiştirebiliyoruz. Ama sosyal bilimlerde durum nasıl? Eski Yunancayı, Latinceyi, Arapçayı, Farsçayı, eski Türkçeyi üniversiteye geldiği zaman a’sından başlayarak öğrenmeye başlıyor. Şimdi 20 yaşına gelmiş insana sen kalkıp da nasıl bunu öğreteceksin. Buraya gelen öğrencilerin herhangi bir yabancı dil bilgisi bile yok. Verilen dil bilgisini burada kullanamıyorsunuz. Bu bakımdan uyduruk olmayan edebiyat liseleri kurulması ve doğru dürüst dil eğitiminin verilmesi lazım. Daha birinci sınıftan itibaren klasik batı ve doğu dilleri olarak ayrılıp, seçmeli ders olarak öğretilmeli. Klasik doğu dillerini okuyacak olan bir öğrencinin yardımcı ders olarak klasik batı dillerinden birini de alması lazım. O dile vakıf olması şart değil ama aşina olması lazım. Biz böyle bir liseden mezun ettiğimiz öğrenciyi üniversitede arkeolog da yapabiliriz, eski çağ dilleri uzmanı da yapabiliriz, hukukçu, tüccar ya da politikacı yapabiliriz. En önemlisi de ondan vatandaş yapabiliriz. Yani sadece tekniği öğrenmekle, matematiği öğrenmekle vatandaş olunmuyor.
İşin içerisinde bu ruh var.
‘TÜRK AYDINININ SORUMLULUĞU AVRUPALIDAN İKİ KAT FAZLA’
Bugün Avrupalı bir aydın Gymnasium’a gittiği zaman Latinceyi ya da eski Yunancayı öğrenir. Çünkü onun kültürü bunun üzerine kurulu. Ama bizim kültürümüz her ikisinin üzerine kurulu. Hem klasik batı dillerini üzerindeyiz hem de klasik doğu dillerinin üzerinde. Bunu için Anadolu coğrafyasında yaşayan bir Türk aydınının sorumluluğu Avrupa’dakinin sorumluluğundan en azından iki kat daha fazladır.
‘1071’DEN ÖNCESİNİ REDDEDİYORUZ, SONRASINI İSE İHMAL EDİYORUZ’
Biz aydınımızı eğer böyle liselerden mezun ettiğimiz zaman, bu insan bir diplomat olduğunda Latinceye, eski Yunancaya, Arapça, Farsça ve eski Türkçeye hâkim olduğunda işte politikacı, diplomat budur. Yoksa gittiği ülkenin dilini bile konuşmayan bir elçi olursa ondan ne hayır gelir, nasıl temsil edebilir ülkesini? Türkiye’de kaç kişi Selçuklular hakkında kazı ya da araştırma yapıyor? Kaç kişi o dili öğreniyor. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Bizim kültür politikamızda bir yanlışlık var. Tarihe bütünüyle sahip çıkmıyoruz. Bütünüyle ihmal ediyor, kısmen reddediyoruz. İhmalkârlık hepsini kapsıyor ama reddediş bir kısmını kapsıyor. 1071’den öncesini reddediyoruz, sonrasını da ihmal ediyoruz.
‘İÇİNE RUH KATMAZSANIZ RUHSUZ BİR MADDE OLUR’
Öğrenciye Antalya’nın coğrafyasını tarif et dediğimizde bunu anlatamıyor. Kendi yaşadığı ülkenin coğrafyasını, tarihini, dilini bilmiyor. Fen bilimlerinde yine bir şeyler yapılıyor ama esas önem vermemiz gereken sosyal bilimler alanında hiç insan yetiştiremiyoruz. Biraz önce dediğim gibi; fen bilimleri madde ama öbürü de ruh. Eğer siz o maddenin içine ruhu katamazsanız ruhsuz bir madde olur. Ruhsuz bir mimari, ruhsuz binalar. İşte görüyorsunuz çevrenizde, bu binaları yapan mimarların bir sosyal donanımı yok. Ona ‘sen fen lisesinde okuyorsun ama biraz sanat, felsefe, arkeoloji bilmen lazım, eski Türkçeyi bilmen lazım’ denilmeli.”
***
PROF. DR. SENCER ŞAHİN:
1939’un 11 Mayıs’ında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Klasik Filoloji Bölümünü ‘Sokrates’in Ölümü’ başlıklı teziyle1967 yılında bitirdi. Almanya Münster Vestfalya-Wilhelm Üniversitesi’nde, Eskiçağ Tarihi Bölümünde tamamladığı doktora eğitiminin ardından 1973 yılında Dr., 1983’te Doçent, 1986’da ise Profesör oldu. 1997 yılında Akdeniz Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Bölüm Başkanlığına getirildi. 2007 yılına kadar yürüttüğü bu görevinin ardından emekli oldu. Çok sayıda bilimsel kitap ve makaleye imza atan Prof. Dr. Sencer Şahin, onlarca değerli bilim insanı yetiştirdi. İki yıl önce yakalandığı zatürreye yenik düşen Şahin, 16 Ekim 2014 tarihinde 75 yaşında aramızdan ayrıldı. Türkiye’de yazıt bilim alanında önemli çalışmalar yapan Şahin, pek çok antik yerleşimin yanlış adlandırıldığını ortaya çıkarmıştı.