Nâzım Hikmet: Ben vücudumdaki 20 kilo kanı, bir gram Türk toprağı için dökmeye hazırım
Biri Nâzım Hikmet’le aynı cezaevinde kaldı; onun sayesinde ressam oldu. Diğeri, onu eşi Vera’yla birlikte Paris’te ağırladı; onunla röportajlar yaptı. Üçüncüsüyse Nâzım Hikmet’in Türkiye’de ‘vatan haini’ ilan edildiği yıllarda kendisiyle Moskova’da iki hafta geçirdi; onunla Rusya’da görüşen son Türk gazeteci oldu. Nâzım Hikmet’in ölümünün 54’üncü yıldönümünde, Nâzım’ın hayatta kalan üç arkadaşını, ressam İbrahim Balaban, gazeteci-yazar Hıfzı Topuz ve gazeteci-yazar Orhan Karaveli’yi bir araya getirdik. Sanat ve edebiyat dünyasının bu üç çınarı, bize Nâzım Hikmet’le olan anılarını ve büyük şairin bilinmeyen yönlerini anlattı.
Ressam İbrahim Balaban (96), gazeteci-yazar Hıfzı Topuz (94) ve gazeteci-yazar Orhan Karaveli’yle (87), Hıfzı Topuz’un Esentepe’deki evinde buluşuyoruz. Onlar Nâzım Hikmet’le olan anılarını anlatırken, sadece o büyük şairin değil; Orhan Kemal, Selahattin Eyüboğlu, Sait Faik, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi Türk edebiyatının önde gelen diğer yazarlarının isimleri de havada uçuşuyordu. Kendimi bir ‘edebiyat tarihi filmi’nin içinde gibi hissettim.
Kimse Nâzım’ı sevmiyordu elini omzumdan çekti
Konuşmaya İbrahim Balaban’dan başlıyoruz. Balaban, Nâzım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde tanıştı. Nâzım’ın desteğiyle resim çalışmalarını sürdürdü; daha sonra da Türkiye’nin sayılı ressamlarından biri haline geldi. Balaban, kendisinden 20 yaş büyük olan ve ‘Şair Baba’ diye andığı Nâzım Hikmet’le geçirdiği günleri şöyle anlatıyor: “Yıl 1937. Ben 16 yaşımdaydım, bizim köyden üç kişiyle beraber kenevir kaçakçılığından mapushaneye düştük. Altı ay sübyan koğuşunda kaldım. Sonra üç yıl daha yatmam gerekti. Mapushanenin berberhanesinde çalışıyordum. Bir gün Nâzım Hikmet berberhaneye geldi. ‘Nasılsın evladım’ dedi; ‘Ben senin bir portreni yapmak istiyorum...’ ‘Ben sana resmimi yaptırmak istemem’ dedim. Nâzım elini omzumdan çekti ve ‘Neden evladım?’ dedi. O sırada Bursa Cezaevi’nde 500-600 kişi yatıyordu ve hiç kimse Nâzım Hikmet’i sevmiyordu.”
Neden olacak? Komünistlikten!
Orhan Karaveli lafa giriyor ve “Neden sevmiyordu?” diye soruyor. Hıfzı Topuz hızla cevap veriyor: “Neden olacak, komünistlikten!”
Devam ediyor: “Komünistlikten içeride olduğunu biliyorlardı. O yüzden de sevmiyorlardı. Ben de dayanamadım, ayağa kalktım, ‘Ben de resim yapmasını biliyorum’ dedim. Öyle deyince heyecanlandı; geldi boynuma sarıldı. Ben de ona sarıldım. ‘Madem resim yapıyorsun, hadi benim bir portremi yap’ dedi. Hemen Nâzım’ın karakalem portresini çizdim. ‘Müthiş!’ dedi; ‘Benim resmimi çok güzel çizdin. İbrahim Balaban, Seçköy’den (Bursa’nın köyü) geldin; berberlik yapıyorsun; çok güzel desenler çiziyorsun; üniversiteyi bitirdin mi?’ dedi. ‘Üniversite ne, bilmiyorum’ dedim. ‘Liseyi okudun mu?’ dedi. ‘Lise, ortaokul?’ diye sordu bu kez. Onu da okumamıştım. Seçköy’de üç sınıflı bir okul vardı, ona gitmiştim. Berberhaneyi bıraktım, Nâzım Hikmet’ten resim dersi almaya başladım.”
Orhan Karaveli, “Yağlıboyayı Nâzım’dan mı öğrendin?” diye soruyor. Balaban, “Evet” diyor; “Bir gün Nâzım bana ‘Yağlıboya tablo yapabilir misin?’ diye sordu, ben de ‘Yaparım’ dedim. Benim yaptığım ‘Dokumacılar’ tablosunu Nâzım İstanbul’a gönderdi, bana iyi para verdiler.”
Sovyetler Birliği’nde çocuklarla beraber.
Balaban’dan sonra Hıfzı Topuz anlatmaya başlıyor: “Hapisten çıktıktan sonra Vâlâ’ların (Vâlâ Nureddin) evinde kaldı. Sonra ben UNESCO’da görevli olarak Paris’e yerleştiğim zaman (ressam) Abidin Dino da oradaydı; ‘Nâzım Paris’e gelirse ben sana haber veririm’ diyordu. 1961 yılıydı. Bir gün ‘Nâzım geldi; yarın Saint Germain’de buluşacağız’ dedi. Ben de kalktım gittim. Baktım, Nâzım otelin lobisinde. Çakı gibi bir adam, gayet yakışıklı. Öpüştük, bana İstanbul’daki dostlarını, Vâlâ Nureddin’i, Sait Faik’i, Orhan Kemal’i sordu. Ertesi sabah için randevulaştık. Ertesi gün UNESCO binasında resepsiyondan bana telefon ettiler, ‘Arkadaşınız Nâzım geldi’ dediler. İndim, bir de baktım ki UNESCO’da çalışan hayranları Nâzım’ın etrafını çevirmişler, resim çektiriyorlar, kitap imzalatıyorlar...”
Konuşmadan gelirsen seni gazeteci saymam
Sıra, Nâzım Hikmet’le Moskova’da görüşen son Türk gazetecide... Orhan Karaveli o günleri şöyle anlatıyor: “Temmuz 1960’ta Moskova’da bir Doğu Bilimcileri Kongresi toplandı ve Türkiye de davet edildi. Türk Dil Kurumu Başkanı, Türk Tarih Kurumu Başkanı, sanatçılar, akademisyenlerin olduğu bir heyet oluşturuldu, heyete gazeteci olarak da Ulus gazetesinden Ahmet Şükrü Esmer’i, Milliyet’ten Ömer Sami Coşar’ı, Vatan’dan da beni seçtiler. O zaman şair Fazıl Hüsnü Dağlarca da Vatan’da yazıyordu. Bana ‘Orhan, sen kongreyi boş ver, Nâzım Hikmet’le konuşmadan gelirsen, seni gazeteci saymam’ dedi.
Vera’ya olan aşkı nasıl evliliğe dönüştü?
“Moskova’daki kongrenin ilk günü, Nâzım Hikmet’in heybetli bir şekilde salona girdiğini gördüm, hemen fotoğrafını çektim. Çok şıktı, uzun boyuyla derhal fark ediliyordu. Ben kendisine Türkçe ‘Nâzım Bey!’ diye seslenince çok heyecanlandı, yanıma gelip bana sarıldı. ‘Siz ta buralara gelmişsiniz, bu gece beraber olalım’ dedi. İlk gece Nâzım bizi bir Gürcü lokantasına götürdü. Ekber Babayev, Nâzım, Ömer Sami Coşar ve ben... Sonra bu, çok samimi bir dostluğa dönüştü. O sırada Nâzım bir Rus kızına, Vera Tulyakova’ya âşık olmuştu. Ama arkadaşları karşı çıkıyordu.
Sovyetler Birliği’nde çocuklarla beraber.
“Sovyet Barış Komitesi Merkezi’nde Sovyet Rusya Barış Komitesi Genel Sekreteri Mihail Kotof bir toplantı düzenledi ve Türk heyetini de davet etti. Nâzım Hikmet de kürsüdeydi. Türk heyeti, Türki devletlerin temsilcileri ve Ruslar vardı. İki gazeteci olarak da Ömer Sami Coşar ve ben... Salonda konuşma yaparken Kotof birden bize döndü, ‘Biz size Milli Mücadele’de yardım ettik; siz gittiniz NATO’ya girdiniz’ diye Türkiye’yi suçlar tarzda konuşmalar yapmaya başladı. Nâzım çıktı; ‘Biz Ruslarla dost kalmak isteyen bir ulusuz. İnanıyorum ki çok fazla zaman geçmeden Rusya sıcak denizlere inecektir. Ama turistleriyle...’ dedi. ‘Ancak’ diye devam etti; ‘Burada benim ülkemin toprakları konuşuluyor, ben vücudumdaki 20 kilo kanı, bir gram Türk toprağı için dökmeye hazırım’ diye haykırdı. Müthiş bir konuşmaydı. Bizim Türkiye’den gelen akademisyenler dondu kaldı.
“Toplantı bitince yaptığı konuşmanın etkisiyle Nâzım o kadar heyecanlanmıştı ki birden benim kucağıma yığılır gibi oldu; korktuk. O zaman ‘Bir şey olmaz, ben öleceksem burada, sizin yanınızda kendimi İstanbul’da hissederken öleyim. Ama öldüğüme yanmam da buralarda gömerler, ona yanarım’ dedi.”
“Peki, Nâzım Hikmet hayatta olsaydı bugün yine cezaevine girer miydi?” diye soruyorum üçüne birden. Hıfzı Topuz, “Nâzım hep Türkiye’den gelecek güzel haberlerle yaşadı. Aklı fikri Türkiye’deydi. Bence yaşasaydı hapishanede olmazdı ama Çiçek Pasajı’nda ve Cumhuriyet Meyhanesi’nde olurdu. Nâzım’ın en büyük korkusu Türkiye’de anlaşılmamaktı. Ama bugün yaşasaydı ona şunu söylemek isterdik: Nâzım, Türkiye seni seviyor!”
Dünyanın en büyük şairi, Kadıköy’den Beşiktaş’a kadar tablolarımı taşıdı (İbrahim Balaban)
“Vatan gazetesinden Faruk Fenik, Nâzım Hikmet’le röportaja geldi. Birdenbire Nâzım Hikmet coştu; ‘Vatan gazetesi yazarlarından rica ediyorum. İbrahim Balaban’ın yaptığı resimlerden ikisini size göstereceğim; bunları değerlendirin’ dedi: Bir tanesi ‘Mapushane Kapısı’, ikincisi ‘İlkbahar Tablosu’. Bu tabloların ikisine de şiir yazmıştı Nâzım. 1950’de hapisten çıktıktan sonra bir gün Sabahattin Eyüboğlu geldi, ‘Bu iki tablonun resmini çektirelim, sonra satalım’ dedi. Beşiktaş’ta çok güzel fotoğraf çeken birisi varmış. Tablolar büyüktü, 1.25 metre. Nâzım Hikmet ön taraftan tuttu, ben arkadan tuttum, vapurla Kadıköy’den Kabataş’a geçtik. Nâzım Hikmet önde, ben arkada, Kabataş’tan Beşiktaş’a kadar tablolarla birlikte yürüdük. Dünyanın en büyük şairi, iki tabloyu benimle birlikte taşıdı. Bu iki tarihi tablodan birisi, ‘Mapushane Kapısı’ Ayvalık’ta Cundalı Ailesi’nin evinde. Diğerinin nerede olduğunu bilmiyoruz.”
NÂZIM HİKMET’İN HİÇBİR YERDE YAYIMLANMAYAN PARİS’TEKİ SES KAYDININ HİKÂYESİ
Hıfzı Topuz anlatıyor: “Castro Nâzım’a, ‘Ben seni yaşlı başlı adam zannederdim; sen gençmişsin; ben gençken senin şiirlerini okurdum’ demiş. Nâzım’a puro ikram etmiş, o puroyu da Nâzım bana verdi. Bir de karısı Vera’ya yazdığı ‘Saçları Saman Sarısı’ şiirini okudu. Ben bunları banda aldım. Benim için bu çok büyük bir belge oldu. Bu ses kaydı da bende var ve hiçbir yerde yayımlanmadı...”/Kaynak: Hürriyet