Montrö'ye dair her şey
Montrö, kimilerine göre 'barışın teminatı', kimilerine göre 'pranga'. İki görüş de kendince vatansever. Peki hangisi ülkemizin çıkarlarına daha uygun?
Tevfik Kadan / Aydınlık
TBMM Başkanı Mustafa Şentop'un Montrö açıklamalarıyla başlayan tartışma, Şentop'un iddiaları kesin bir dille yalanlamasına rağmen sürdürülüyor. İddiaya göre Mustafa Şentop bir televizyon programında 'İstanbul Sözleşmesi' gibi 'Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nden de çıkılabileceğini söylemiş, böylece Montrö'yü feshetme hazırlıkları olduğu yönünde mesaj vermişti. Bu iddia üzerine başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere pek çok basın yayın organı Şentop'u hedef aldı. TBMM Başkanı ise tartışmalar üzerine yaptığı açıklamada, "Lozan gibi Montrö gibi anlaşmalardan çıkmanın söz konusu olmayacağını açık bir şekilde söyledim. Bunun imkansızlığını ifade ettim. Başta Montrö olmak üzere Türkiye'nin taraf olduğu, İstiklal Harbi'yle elde ettiğimiz mevzilerle ilgili hiçbir düşünce aklımızdan geçmemiştir" ifadelerini kullandı. Fakat Meclis Başkanı'nın açıklamaları bu sefer de Akit Gazetesi’nin radarına girdi ve Montrö'nün bir pranga olduğu tezi ortaya atıldı. Akit Gazetesi'nin çözümü ise "Kanal İstanbul ile Montrö prangasını yıkmak."
Peki Montrö gerçekte nedir? Sözleşme'den çıkmak mı vatanseverliktir, yoksa hassasiyetle uygulamak mı? Kanal İstanbul Montrö'yü ortadan kaldırabilir mi? Şu an doğru mu uygulanıyor yoksa yanlış mı? İşte Montrö hakkında tüm merak edilenler…
YAPAY KANALLAR COĞRAFYAYI DEĞİŞTİRMEZ
Öncelikle Kanal İstanbul ile Montrö ilişkisini ele alalım.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hemen ön sözünde 'Boğazlar' deyimiyle Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nın birlikte kastedildiği görülüyor. Yani Sözleşme, Türk Boğazlarını bir bütün olarak değerlendirerek, bunların iki uluslararası suyu (Adalar Denizi ve Karadeniz) birbirine bağladığını kabul ediyor. Dolayısıyla Marmara'ya nereden girerseniz girin, Sözleşme'nin hükümleri geçerli oluyor. Yani İstanbul Boğazı yerine Kanal İstanbul'u kullanarak Karadeniz'e geçecek gemilerin de öncesinde Marmara ve Çanakkale'den geçme şartlarını Montrö düzenliyor. Böylece Karadeniz'deki mevcut rejimde herhangi bir gedik açılması olası görünmüyor.
Bir diğer önemli nokta ise; deniz hukukunda coğrafyanın değiştirilememesi ilkesine dayanıyor. Yani hukuki düzenlemelerde modernizasyondan önceki durum dikkate alınıyor. Amiral Cihat Yaycı'nın söylediği gibi, "Nasıl ki kıyı şeridini doldurarak karasuyunuzu uzatamıyorsanız, yapay kanallar açarak da kara ülkesini değiştiremezsiniz." Dolayısıyla ortaya çıkan ada görünümlü parça, karanın uzantısı kabul edilmek zorunda. Yapay kanalınız zaten iç sular rejimine tabii. Dolayısıyla ilgili ülke bu kanalda tam hakimiyet sahibi oluyor.
Yani Kanal İstanbul’un, pek çok sorunu içinde barındırmakla birlikte, Montrö'yü ortadan kesin olarak kaldırdığını söylemek zor.
MONTRÖ FESHEDİLEBİLİR Mİ?
Boğazların bugünkü hukuki rejimi, 20.07.1936 tarihinde Türkiye, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, İngiltere ve İngiliz Milletler Topluluğu’na dâhil olan Avustralya temsilcileri arasında imzalanan 'Montrö Boğazlar Sözleşmesi' ile düzenlenmiş. İtalya, 01.05.1938 tarihinde Sözleşme’ye katılmış. Japonya ise 08.09.1951 tarihli Barış Antlaşması’nın 8. maddesine uygun olarak Sözleşme’yi imza eden devlet sıfatından doğabilecek bütün hak ve menfaatlerinden vazgeçmiş. 85 yıllık Sözleşme'de bugüne kadar fesih başvurusunda bulunulmadı. Fakat taraflardan birinin Fransa’da fesih bildiriminde bulunması durumunda Sözleşme, iki yıl sonra bütün Taraf Devletler bakımından sona eriyor. İmzacı ülkeler, anlaşmanın feshedilmesi durumunda yeni bir Konferans toplayacaklarını da beyan etmişler.
HANGİ REJİM UYGULANIR?
Montrö'nün feshedilmesi durumunda uygulanabilecek 4 farklı rejim var. Bunlardan ilki, 85 yıldır bir örf ve adet hukukuna dönüşen Montrö hükümlerinin yeni bir sözleşmeye kadar geçerli olmasını içeriyor. Bu durumda Türkiye’nin egemenlik yetkilerinin asıl, yetki kısıtlamalarının istisnai olması koşulu devam ediyor. Yeni bir sözleşmenin yapılmasına kadar geçecek olan süre zarfında Boğazlardan geçiş ve seyrüsefer serbestliği ilkesi yürürlükte kalıyor. Çünkü Sözleşme'nin henüz 1. Maddesi'nde geçiş ve seyrüsefer serbestliği ilkesi, süresiz olarak belirlenmiş.
Bu özel anlaşma dışında deniz hukukunda Boğazlar için uygulanabilecek 3 rejim daha var. Bunlar transit geçiş rejimi, zararsız geçiş rejimi ve iç sular rejimi.
TÜRKİYE İÇ SULAR REJİMİNİ UYGULAR
Türkiye'nin egemenlik haklarının büyük oranda kısıtlandığı transit geçiş rejimi ve zararsız geçiş rejiminin Türk Boğazlarında uygulanması mümkün görünmüyor. Uzmanlar, İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı'nın ayrı ele alınması gerektiğini, bunların iki uluslararası suyu birbirine bağlayan uluslararası geçişler olmadığını belirtiyor. Bu boğazların bir uluslararası suyu (Karadeniz ve Ege) bir iç denize (Marmara) bağlaması nedeniyle iç suyolu olarak kabul edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla yeni bir rejim tartışmasında Türkiye'nin masaya koyacağı ilk seçenek, buralarda iç sular rejiminin uygulanması olacak. İç sular, kıyı devletinin yetkilerinin tam ve mutlak olduğu deniz alanları. İç sularda kıyı devletinin yetkileri, kara ülkesindeki yetkilerden farksız. Ayrıca uluslurarası hukuk, kıyı ile sıkı bir bağlantı içinde bulunan iç sularda kıyı devletinin çıkarlarına üstünlük tanıyor.
RESMEN BEYAN EDİLDİ
Nitekim Türkiye, Cenevre Konferansı’nda Marmara Denizi’nin iki boğazla açık denizlere bağlanan bir su alanı olduğunu, bu tür deniz alanlarının gerek coğrafya, gerekse tarihî nedenlerle iç sular rejimine tabi deniz kesimleri olduğunu bildirmiş. Böylece Türkiye, Marmara Denizi’nin tümünün iç sulardan sayılması hususunda çekişmesiz uygulamaya dayalı bir tarihî hakkı haiz olduğu yolundaki görüşünü resmen beyan etmiş.
Ayrıca doktrinde uluslararası seyrüseferde kullanılan bir suyolunun her iki kıyısının da aynı devlete ait olması şartıyla, özellikle genişliğinin karasularının iki katını geçmediği durumlarda iç sular kabul edileceği belirtiliyor. Bu bağlamda Türk Boğazlarının hukuki niteliğinin iç sular olduğu hususunda tereddüde düşülmemesi gerekiyor.
MONTRÖ ESASEN BİR GÜVENLİK REJİMİDİR
Fakat Montrö, tüm bu anlatılan hukuki durumun ötesinde, bölgesel bir denge kuruyor. Dengenin ortadan kalkması durumunda Türkiye bütün taleplerin tek muhatabı olacak. ABD gemilerini geçirince Moskova'nın, geçirmeyince Washington'un öfkesini alacak. Halbuki Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile zaten Türkiye'nin boğazlar üzerindeki mutlak egemenliği tanınmış durumda. Kurulan denge sayesinde Karadeniz tam 85 yıldır bir istikrar adası olarak kalmayı başarmış; barış ve güvenliğin hüküm sürdüğü, ticari faaliyetlerin sorunsuz yürütüldüğü bir deniz halini almış. Bölgenin Soğuk Savaş'ın en sıcak günlerinde dahi çatışma ortamından izole kalmasını sağlayan temel dayanak Montrö olmuş. Türkiye bu antlaşmayı hassasiyetle uygulamış ve bir NATO üyesi olmasına rağmen yabancı savaş gemilerinin bölgedeki tahriklerine izin vermemiş. Bu yanıyla Montrö, her şeyden önce bir güvenlik rejimidir. Romanya ve Bulgaristan gibi yeni NATO üyeleri üzerinden ABD'nin bölgeyi provoke etmesinin önündeki engeldir. Türkiye-Rusya dostluğunun teminatıdır. Güncel siyasi kamplaşmalar ile bölgedeki huzurun kaçırılmasına karşı bir emniyet sibobudur.
Gerçek vatanseverlik ise; Türkiye'yi komşuları ile barış içinde yaşatmaktır.
ABD’nin Mahanist perspektifteki deniz hâkimiyeti iddiası, ticaret rotalarının kontrolüne imkân sağlamanın yanında, herhangi bir kısıtlama veyahut şarta bağlı kalmaksızın denizaltı ve deniz hava sahasının etkin kullanımını öngörüyor. Fakat dünyanın bütün okyanuslarına hakim olan Amerikan Donanması, 1936'da imzaladığımız Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamaları nedeniyle, dünyada bir tek Karadeniz'de rahatça dolaşamıyor. Anlaşma gereğince Karadeniz’de toplam tonaj 15 bin tonu geçmemek kaydıyla en fazla 21 gün kalabilen yabancı savaş gemileri, Türk boğazlarından geçmeden 15 gün önce de başvuru yapmak zorunda kalıyorlar.
EKONOMİYE 'KEMİKSİZ' KATKI
Montrö ile Türkiye'nin ekonomisine "kemiksiz" getiri sağlayabileceği pek çok hakkı da bulunuyor. Prof. Dr. Tahir Çağa'nın daha Aralık 1982'de yaptığı çalışmada, şu bilgiler yer alıyor:
Gemilerin boğazlardan geçiş ücretleri Montrö’de altın frank üzerinden belirlenmiş. Ancak Türkiye 1983’te altın frankı dolara sabitlemiş. 1 ons altın için 86.38 dolar değer biçilmiş. Yani bugünkü piyasa değerinin 16 kat aşağısı. Bu fark, Türkiye’nin yılda 2 milyar dolardan fazla kaybetmesine neden oluyor.
GEMİLER BOĞAZLARDAN ÜCRETSİZ Mİ GEÇİYOR?
Bugün boğazlarımızdan transit geçen ticaret gemileri, İsviçre’nin Montrö şehrinde imzalanan Sözleşme’nin 2’inci maddesine göre, her bir net tonilatoları üzerinden devletimize Sağlık, Fener ve Tahlisiye ücretleri ödemekle yükümlüler.
Bu ücretlerden Sağlık Resmi, halen Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü tarafından, Fener ve Tahsiliye Resimleri ise Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü tarafından alınıyor.
Örneğin 2017’de; İstanbul Boğazı’nı 42 bin 978 gemi, Çanakkale Boğazı’nı ise 44 bin 615 gemi kullanmış. Transit gemi geçişleri sırasında verilen hizmetlerden toplamda 312 milyon 11 bin 630 lira gelir elde edilmiş.
ÜCRETLER NASIL HESAPLANIYOR?
Gemilerin transit geçişleri sırasında ödemeleri gereken ücretler de Montrö’de karara bağlanmış. Sözleşmede Sağlık Resmi için her bir net tonilato başına 0.075 altın frank, Fenerler hizmeti için ilk 800 net tona kadar 0.42 altın frank, fazlası için 0.21 altın frank, Tahsiliye hizmeti içinse her bir net tonilato başına 0.10 altın frank saptanmış. "Bunlar, tediye tarihlerindeki kambiyo fiyatına göre altın frank veya Türk parası olarak tevsiye olunur" diye de belirtilmiş.
Tabi bugün altın frank dünyada kullanılmıyor. Bunun yerine ücretler dolara sabitlenmiş. Fakat ABD’nin özellikle Vietnam hezimetinin ardından, 170 yıl boyunca New York Borsası ile paralel giden ABD Hükümeti’nin resmi altın değeri farklılaşmış. "Ver 35 doları, al 1 ons altını" kuralını rafa kaldıran ABD, 1 ons altının fiyatını önce 38 dolara ardından 42.22 dolara yükseltmiş. Bu tarihten itibaren resmi fiyatla gerçek fiyat arasındaki makas da giderek açılmış. Şöyle ki; bugün ABD Hükümeti’nin ilan ettiği 1 ons altının fiyatı hâlâ kağıt üzerinde 42.22 dolarken, piyasada 1 ons altını bin 477 dolara alabiliyorsunuz.
NEDEN ALTIN FİYATINI KONUŞUYORUZ?
Altın frankın dolara sabitlenmesi, içindeki saf altın miktarı üzerinden yapılıyor. 1 altın frankın içinde, 0.29032258 gram saf altın bulunuyor. Dolar ise 0.736662 gramdan hesap ediliyor.
Fakat Türkiye, 1983 yılında 1 altın frankı 0.8063 dolara sabitlemiş. Altının ons fiyatı olarak ise ABD’nin resmi belgelerindeki 42.22’ı baz almış. Tersten bir hesapla, 1 ons altın için 86.38 dolar değer biçilmiş. Yani bugünkü piyasa değerinin 16 kat aşağısı.
İşte bu fark, Türkiye’nin her yıl yaklaşık 2 milyar dolar kaybetmesine neden oluyor. Ons altının fiyatı yükseldikçe kayıp miktarı da yükseliyor. Yani güçlü Türkiye, Montrö’yü uygulatabildiği ölçüde hakkını koruyacak. Aksi durumda, Kanal İstanbul’la birlikte 20 milyar dolar betona gömülecek. Tabi bir de bölge ülkelerinin boğazdan geçişi kısıtlayıcı tedbirlerimize vereceği tepkiyle uğraşacak.
BİR DÖNEM DENENDİ
Prof. Tahir Çağa, 1 ons altın serbest piyasa şartlarına göre hesaplandığında, Türkiye’nin geçişlerden alması gereken paranın yaklaşık 10 katını alması gerektiğini belirterek, komutanlar ve hükümet nezdinde girişimlerde bulunmuş. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu gizli bir kararname çıkartarak altının dünya borsalarındaki kuruna göre hesap yapılmasını kararlaştırmış. Ancak özellikle kendi armatörlerimiz olmak üzere denizcilik camiasından gelen şiddetli itirazlar sonucu, hükümet geri adım atarak mevcut katsayıyı kullanmaya devam etmiş. Bu artış döneminde bazı Rus gemileri boğazdan hiç ücret ödemeden geçmiş, daha sonra da ücretler tahsil edilememiş. Türkiye ise bu gemileri yeniden boğaza sokmamak iradesini gösterememiş.
Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni hassasiyetle uygulayarak bugüne kadar Karadeniz'deki barışın kilit ülkesi oldu. Öyle ki, 1952-1989 arasında Karadeniz'de bir NATO tatbikatı yapılmasına dahi izin vermedi. Güney Osetya krizi sırasında, Gürcistan'a yardıma giden Amerikan askeri hastane gemileri boğazlardan geçemedi. Türkiye'yi aldatmak için ticari gemi görünümü verilmiş hiçbir askeri unsur Karadeniz'e sokulmadı. 2000 yılından itibaren ise denizde güven ve güvenlik artırıcı işbirliği projeleri hayata geçirildi. Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyumu Harekatı (Blacksea Harmony), Karadeniz Sahil Güvenlik ve Sınır Güvenlik İşbirliği Forumu (BSCF), Karadeniz’de Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler (CSBM in the Naval Field) gibi kıyıdaş ülkelerin ortak faaliyet alanları yaratıldı. Böylece Türkiye, Deniz Kuvvetlerimizin büyük çabalarıyla inşa edilen bu işbirlikleri sayesinde, Karadeniz'de 'güvenilir arabulucu' rolünü üstlendi.