Can Ataklı ile günün yorumu

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; oylaması ben tam buraya geldiğimde bitti, Meclis bugünü Suriye fezlekesi ile geçirdi.

Hükümet gerektiğinde Suriye’ye asker göndermek için Meclis’ten yetki istedi. Bu yetki geçen yıl da istenmiş ve Meclis bu yetkiyi vermişti. Süre dolduğu için yetki tazelemesi yapıldı.

Ancak bu kez CHP tezkere için olumlu oy vermedi. BDP’de hayır oyu kullandı. MHP ise tezkereden yanaydı.

Suriye olayı son iki yılda Türkiye’nin başını en ağrıtan olayların başında geliyor. Başbakan’ın “Şahsi dostum” dediği, defalarca Şam’a gittiği, kendisini de ağırladığı, hatta ortak bakanlar kurulu toplantıları bile yaptığımız Esad şimdi Türkiye’nin can düşmanı.

Daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle durum böyle. Oysa çok değil iki yıl önce Erdoğan’ın en sevdiği yabancı liderlerin başında geliyordu Esad. Bu nedenle Esad için Türkiye düşmanı demek mi daha doğru yoksa Esad Türkiye’deki iktidara düşman mı oldu?

Suriye politikamız ilk günden beri yanlıştı. Türkiye’nin aklı başında insanları daha ilk günden bu yanlışlığa dikkat çektiler, iktidarı da yandaşlarını da uyardılar. Ama nafile.

PEKİ NEYDİ YANLIŞ OLAN?

Çok basit, şuydu; iktidar bütün plan ve stratejisini Esad’ın çok kısa bir sürede devrileceği üzerine kurdu. Aslında ilk anda çok da haksız sayılmazdı. Öyle sanılıyordu çünkü. Sadece bizde değil, bütün dünyada. Kaddafi, Mübarek, birkaç günde devrilmemiş miydi?

Biliyorsunuz Kuzey Afrika ülkelerinden başlayan ve hızla bütün İslam dünyasını saran, tamamen Batı ve Amerikan kaynaklı bir kalkışma başladı üç yıl önce. Tunus’ta ilk ateş yakıldı. Bu Mısır ve Libya’ya sıçradı, Bahreyn, Yemen bundan bir parça nasibini aldı, sıra Suriye’ye geldi.

Batı medyası bu kalkışmalara “Arap baharı” adını verdi. Oysa batı destekli başlatılan bu kalkışmaların bir bahar değil, aslında kış olduğu ancak bir yıl sonra ortaya çıkmaya başladı.

ARAP BAHARI NEDİR?

Neydi Arap Baharı denilen şey? Sizlere biraz ondan söz etmek istiyorum.

İslam coğrafyasında, engin bir kültür ve tarih var ama, demokrasi, hukuk, insan hakları konusunda sefalet derecesinde bir gerilik yaşanıyor. Halkı Müslüman olan ülkelerden sadece Türkiye demokrasi, hukuk, insan hakları konusunda varlık gösterebilmiş, medeni dünya ile ilişkilerini kurabilmiş, bütün aksaklıklarına rağmen gelişmeye açık, açık olduğu kadar bunda da başarılı bir ülke.

Bakmayın siz Türkiye’de yaptığımız demokrasi hukuk insan hakları kavgalarına bu konulardaki yetersizliğimize. Eğer kendimizi İslam coğrafyasındaki ülkelerle kıyaslarsak, aramızda neredeyse bir asır kadar çağ farkı olduğunu görürüz.

Evet demokrasimiz, hukukumuz bize yetmiyor, her gün biraz daha gelişmek için çaba harcıyoruz, oysa diğer İslam ülkeleri bu anlamda henüz Türkiye’nin 1920’lerdeki durumundan bile daha geri.

Türkiye dışındaki İslam ülkelerinde demokrasi ve hukuk pek geçerli olmadığı için doğal olarak bu ülkelerin yönetimlerinde de ya krallar, ya şeyhler ya da sözde seçilmiş adı altında neredeyse ömür boyu iktidarda kalmayı başaran diktatörler var.

Bu diktatörler, krallar, şeyhler kendi halklarını baskı altında tutar, iktidarlarını ancak zulümle sürdürürken, diğer yandan da batı ülkeleriyle, Amerika ile daha doğrusu dünya azgın kapitalist sistemle çok yakındırlar.

HALK EZİLİYORMUŞ NE GAM

Al gülüm ver gülüm hesabı, kapitalist sistem İslam coğrafyasındaki enerji kaynaklarını diktatör, kral şeyh gibi yerel otoritelerle alabildiğine kullanırken, bu kral şeyh ve diktatörler de bir yandan kişisel servetlerini herkesi kıskandıracak ölçüde büyütüp ülkelerinin başında da oturmaya devam edebildiler.

Sistem aslında çok iyi işliyordu. Ancak yeni dünya global sistemi içinde Asya’nın doğusu, Çin, Hindistan gibi ülkeler ekonomik olarak güçlendikçe ve dünya ticareti ve para sistemi buraya kaydıkça, özellikle Avrupa ülkeleri ve Amerika’nın İslam coğrafyasındaki egemenliklerinde zafiyetler başladı.

Global sistemin temeli tüketimdir. Daha çok mal satacaksınız, sadece satmakla kalmayacak sattığınız tüm ürünlerde her açıdan bağımlılık yaratacaksınız. Ama mal satabilmeniz için karşınızda geniş bir alıcı kitlesi bulmanız gerekir.

İslam coğrafyasının diktatörleri, kralları, şeyhleri, ellerindeki çok güçlü sermayelerle Batı’nın bu tüketim çılgınlığına milyonlarca dolar döküyordu.

Ama yeni global sistemde Çin’le, Hindistan’la baş etmekte zorlanmaya başlayan Batı kapitalizmi için İslam coğrafyasındaki bir avuç aşırı zengin egemenin saçtığı dolar ve eurolarla yetinemezdi.

Kendi ülkelerindeki halkları Çin’den gelen ucuz tüketim mallarıyla avutan ve sahte bir zenginlik sağlayan batı kapitalist sistemi elindeki malı nereye satacaktı. Sorun bu?

Örneğin Fransa parfüm satacak, ruj satacak, Almanya fırın satacak, ocak satacak, İngiltere tost makinesi satacak, sigara satacak. İtalya elbise satacak, gömlek satacak.

İslam coğrafyasındaki egemenlerin sayısı bir avuç ki zaten onlar her şeyin en lüksünü en pahalısını satın alıyor. Peki lüks ve pahalı satmayanlar ne satacak. Bu ülkelerin halkları fakir, alım gücü düşük.

400 MİLYONLUK PAZAR

Sevgili izleyiciler İslam coğrafyası dediğimiz bölgede 400 milyonun üzerinde insan yaşıyor. Ve bu insanların ezici bir çoğunluğu kendi ülkelerinde egemenlerin boyunduruğu altında, az tüketerek, kötü koşullarda yaşayarak dinle imanla aldatılarak bir gün cennete gideceklerinin hülyasıyla yaşıyor. Bunların bir kısmı kaderine razı biçimde her şeye boğun eğerken bir bölümü de radikal hareketlere kapılarak terör örgütlerinin hizmetine giriyor ve Batı’nın korkulu rüyası haline geliyor.

O halde yapılması gereken şuydu; İslam coğrafyasındaki egemenlerin beli kırılır, bu ülkelere demokrasi ve özgürlükler vaadi ile batı tipi yeni yönetimler getirilir, halk borçlandırılarak kısmı ve sanal bir zenginliğe kavuşturulur yanisi şu ki; iyi birer tüketici haline getirilir.

İşte dünyaya Arap Baharı diye sunulan oyun budur bana göre.

Sonuca gelelim, İslam coğrafyasında birçok iktidar devrildi, ama hepsinde de batı çıkarlarını koruyacak kişiler ya da partiler işbaşına getirildi. Ülkelerin kaynakları, özellikle enerji kaynakları eskiye oranla daha açık ve net biçimde batılı kapitalist ülkelerin eline geçti.

Bu ülkelerin hepsi şimdi kaos içinde. Sözde demokrasi ve özgürlüklerin savaşı veriliyor. İşte Mısır’ın hali. Ortadoğu’nun en güçlü ve sözü geçen Müslüman ülkesi Mısır bugün tamamen kendi içine kapanmış durumda. Artık bölge siyaseti ile ilgili eski ağırlığı yok.

Şimdi bizimkiler Mısır’da darbe oldu, demokrasi ayaklar altında diye çağlıklar atıyorlar. Hiç fark etmez, Mısır’da yarın yine darbe olabilir. Biri gider biri gelir. Sürekli bir demokrasi savaşı gibi sunulur bu dünyaya. Ama şunu biliyoruz ki bütün bu coğrafyada milyonlarca insan güya yeni düzen içinde birer tüketici haline getirildi. Siz bakmayın bölgedeki kaos, karışıklık laflarına, bu işleri tezgahlayanların işyeri tıkırında artık.

TEK ÇIKINTI SURİYE

Bu oyunda hesaplanmayan tek çıkıntı Suriye oldu. Benzer bir düzenlemeyi Suriye için de başlattılar. Ama olmadı. Esad bir şekilde direndi ve başarılı da oldu.

İşte Türkiye’nin açmazı da burada. Erdoğan ve akıldaneleri Esad’ın tıpkı Kaddafi gibi, Mübarek gibi bir çırpıda devrileceğini sandı. Hatta bu işte ön almaktan bile çekinmediler. Erdoğan ve derin dış siyaset uzmanı Davutoğlu, sanıyorum Amerika’ya “Suriye’yi bize bırakın, biz onu sakin biçimde hallederiz, Esad çeker gider” dedi, bölgede abi olmak, lider olmak sevdasına kapıldıkları için Suriye’yi çözen adam olma rolüne soyundular.

İlk bakışta sanki doğru politika gibi göründü bu. Erdoğan Esad’a Davutoğlu’nu gönderdi. Davutoğlu Esad’la 9 saat baş başa kalarak onu ikna etmeye çalıştı. Muhtemelen bazı güvenceler bile sundu. Ancak oynanan oyunu anlayan ve başına geleceği de bilen Esad direndi, Davutoğlu’nu eli boş gönderdi.

Açıkçası Erdoğan iktidarı Amerika karşısında çok zorda kalıverdi. Öyle ya Amerika’ya “tamam sen karışma biz hallederiz” diyeceksin ama halledemeyeceksin, adam bozulmaz mı?

Bozuldular tabii ve belli ki Erdoğan’a “Senin yüzünden sorun uzadı, şimdi sen çöz bakalım” dendi. İşte o andan itibaren Türkiye, hani mahallede kabadayının gözüne girmek isteyen yeni yetmeler vardır ya, onlar gibi Suriye’yi açık kapalı tehdit etmeye başladı.

Suriye’deki liderin de el armut toplamıyor ki, o da karşı hamle başlattı. Türkiye’nin Suriye’deki muhalefete verdiği desteğe misilleme olarak bir uçağımızı düşürüverdi. Bu elbette iktidarı delirtti ama, açıkçası yapılacak bir şey de yoktu. Savaş ilan etsen olmaz, bir kerelik misillemeye kalksan, eh zaten adam sana misilleme yapmış, durum 1-1 olmuş.

EL KAİDE’YE DESTEK

Ondan sonra iş çığrından çıktı artık. Türkiye iç savaşta taraf tutarak muhalefeti güçlendireceğini ve sonunda Esad’ın buna dayanamayacağını düşünerek Suriye sınırımızın kevgire dönmesine göz yumdu. Afganistan ve Pakistan’dan 10 binin üzerinde Taliban ve El Kaide militanının bölgeye gelmesini sağladı, bunlara lojistik ve askeri destek sağlandı.

Bunları çok rahat söylüyorum, çünkü henüz Vatan Gazetesi’nden atılmadan önce bu gazetede yazmıştım bunları, ne bir tekzip ne de düzeltme geldi.

Hatta sevgili izleyiciler El Kaide işi o kadar ileri götürmüş haldeydi ki bir ara İstanbul Kadıköy mekanları olmuştu. Oradaki otellerde kalıyorlar, ceplerindeki tomar tomar dolarlarla Kadıköy’de askeri destek malzemeleri satan dükkanlardan battaniye, uyku tulumu, savunma bıçakları, aydınlatma gereçleri, komando çantaları satın alıyorlar ve Antakya’nın yolunu tutuyorlardı.

Bunlar hep yazıldı çizildi, ilk kez söylemiyorum yani.

Ama sonuç ne? Suriye’deki iç savaş bitmedi, tam tersine muhalefet sürekli beslendiği için onlar da kazanacağız umudu ile hep saldırdı. Saldırıya karşı Esad’ın ordusu da saldırdı. Şimdi burada oturup “amanın orada kan gövdeyi götürüyor, insanlar ölüyor, buna vicdan mı dayanır” diye sahte gözyaşları dökerken, kanın neden aktığını da bilmemiz gerek. Acaba önceleri kimi Müslüman ülkeler Türkiye ile birlikte, şimdi Türkiye tek başına bunca silah, mühimmat vermeseydi muhalefete, El Kaide, Taliban militanlarını besleyip korumasaydı, acaba Suriye’de bu kan akar mıydı?

KEŞKE HİÇBİR ŞEY YAPMASAYDIK

Geçenlerde Ulusal Kanal’a gelirken İstiklal Caddesi üzerinde uğradığım bir züccaciyeci “Can Bey sizin fikirlerinize katılmıyorum, ama yorumlarınızı izliyorum, anlamadığım bir şey var, Suriye politikasını eleştiriyorsunuz, peki ne yapacaktı, o kanın akmasına göz mü yumacaktı Tayyip Bey?” diye sordu. Çok basit bir cevap verdim, muhtemelen bunu hiç beklemiyordu bile, dedim ki “Hiçbir şey yapmamış olsaydı bile durum şimdikinden daha iyi olurdu, bu kadar insan ölmezdi.” Çok şaşırdı tabii. “Ama” dedi “O zaman Esad bütün muhalefeti öldürmez miydi?” Mantık böyle tabii ama doğru değil. Çünkü sonuçta Esad devlet. Ne olursa olsun devlet olmanın ayrı bir ciddiyeti ve sorumluluğu vardır. Esad için bir diktatör diyebilirsiniz belki ama kendine silahla saldırmayan, kentleri ele geçirmeye çalışmayanlara karşı neden şiddet kullansın, dünyanın gözü önünde böyle bir vahşete neden girişsin, ki ayrıca zaten bir saldırı yoksa sonunda masaya oturmak Esad’ın da işine gelir.

Kısacası Türkiye bir komşu ülkedeki iç savaşın tarafı olup, üstelik tarafı olduğu kesimlerin mutlak zaferini sağlayamadığı sürece Suriye’de dökülen kana ortak olmuş demektir.

KOMŞUDAKİ İÇ SAVAŞTA TARAF OLMAK

Ayrıca komşunuzdaki bir kavgada taraf olmak sizi de bu savaşın içine sokar ki Türkiye aslında görünmeyen bir savaşın içindedir bunu da bilmemiz gerek.

Nedeni çok basit. Şu anda belki toplarla tüfeklerle savaşmıyoruz ama, Suriye’de yaşanan pek çok kanlı terör olayı bizim topraklarımızda planlanıyor, karşı tarafta uygulanıyor. Bunların bir kısmına para ve silah yardımı yapılıyor ama en önemlisi bunların destek ve himaye görmeleridir.

Peki karşılığında ne alıyoruz. Artık beslemekte büyük zorluklar çektiğimiz zaten zengin olmayan Türkiye halkının kaynaklarını seferber ettiğimiz 500 bine yakın mültecimiz var. Bunun dışında hemen sınırımızda yaşanan çatışmalardan sınır boylarındaki köylerimiz kasabalarımız hayli etkileniyor, can kayıplarımız mal kayıplarımız oluyor. Hepsinden ötesi, kendi topraklarımızda onlarca insanın canını alan vahşi bombalamalar yaşıyoruz.

Reyhanlı, Cilvegözü’ndeki patlamaları unutabilir miyiz? Biliyorsunuz son Reyhanlı patlamasını birkaç gün önce El Kaide’nin üstlendiği bildirildi. Her nedense Emniyet Müdürlüğü büyük bir cevvaliyet göstererek haberi yalanladı. Yalanlama metnine bakıyorum, dayanakları patlamayı gerçekleştirenleri yakalamış olmaları. Diyorlar ki “20 kişi yakaladık, bunların Suriye istihbaratı ve DHKP-C ile bağlantılarını ortaya çıkardık.” Yani El Kaide de ne oluyor? Biz biliyoruz kimin ne yaptığını. Maksat Emniyetin fiyakası bozulmasın. Kimbilir belki de doğru söylüyorlardır, gerçekten failleri yakalamışlardır. Ama tersinin olması da hiç şaşırtıcı değil.

ŞAM BOMBASI KİMİN İŞİ?

Geçelim bunu, bakın size bir olay anlatmak istiyorum. Bundan 20 gün kadar önce Takvim Gazetesi’nin yazarı Ergün Diler bir yazı kaleme aldı. Dehşet bir yazıydı, okurken inanamadım. Oysa kimse benim hassasiyetimi göstermedi, bu yazı ne başka bir yerde haber oldu ne de yalanlandı.

Diler’in yazdığı şuydu; Suriye uçağımızı düşürdükten bir süre sonra Şam’da Ulusal Güvenlik Kurulu toplantısı sırasında bir bomba patlamıştı. Patlama sonunda Genelkurmay Başkanı ile savunma bakanı öldüğü, Esad’ın çok yakın bir akrabasının da ağır yaralandığı belirtilmişti.

İşte Takvim yazarı bu patlamayı bizzat Türkiye’nin yaptığını hatta kararı Erdoğan’ın verdiğini yazdı. Diler’in yazısına göre, patlama günü Erdoğan Rusya’ya Putin’le görüşmeye gidiyor. Uçağı Moskova’ya indikten sonra Erdoğan tam 45 dakika inmiyor, çünkü patlama haberinin uluslar arası ajanslara düşmesini bekliyor. Ne zaman ki patlama haberi geliyor Erdoğan da uçaktan iniyor ve Putin’le görüşmeye gidiyor. Takvim yazarı Diler yazısını mealen söylüyorum tabii, cümle cümle değil “Elbette Erdoğan bunu kimseye söylemedi, ama Türkiye’ye kafa tutanların nasıl cezalandırıldığı da gösterilmiş oldu” diye bitiriyor.

Sevgili izleyiciler, Türkiye garip bir ülke oldu. Aklımız mı tutuldu, yoksa artık hiçbir şey bizi etkilemiyor mu? Şam’daki bomba Türkiye’yi terörist devlet sınıfına sokar. Kimileri “İşte büyük devlet, haddini bildirmişiz işte, ne var yani” diyebilirler. Ama siz başka ülkeleri teröre destek vermekle suçlar, terörü insanlık suçu olarak niteler ve teröre karşı sıfır tolerans olması gerektiğini savunurken, bizzat kendiniz üstelik bu kadar kanlı bir terör olayını nasıl gerçekleştirebilirsiniz. Bugün size hiç ses çıkarmayanların yarın sizi “terörist” olarak damgalamasının önüne nasıl geçersiniz.

Üstelik bunu açıkça dile getirirseniz Türkiye’yi teröre en yakın hedef haline getirmiş olmaz mısınız? Zaten bölgemizde bütün terör örgütleri cirit atıyor, sizin eliniz kolunuz bağlı. Peki yarın Şam’dakine benzer bir terör olayı ülkemizde yaşanırsa ne yapacaksınız. “Bunu biliyoruz, Suriye yaptı” dediğiniz zaman yitirdiğimiz canlar geri dönmüş olacak mı?

Valla sevgili izleyiciler artık ne diyeceğimi bilemiyorum. Türkiye’nin bu hale düşürülmesine kimsenin hakkı yok, olamaz da.

Neyse gelelim sonuca, Meclis bugün Suriye’ye yönelik bir askeri harekâta izin veren tezkereyi kabul etti.

Değişen bir şey olacak mı? Hayır. Bölgedeki gerginlik aynen sürecek, Türkiye yine el altından muhalefete destek vermeye devam edecek. Onlar da sırtlarını Türkiye’ye dayamış olmanın verdiği güvenle Esad’la savaşmak adı altında kan dökülmesinin sürmesine vesile olacaklar.

Keşke Meclis bu durumu fark ederek tezkereyi engelleseydi. O zaman belki iktidar da durup düşünür ve Suriye politikasını yeniden gözden geçirme kararı alırdı. Çünkü zararın neresinden dönsek kardır. Suriye’deki iç savaş bizim işimiz değil. Müdahil oldukça oradaki kanın akmasının hiç bitmeyeceğini görmemiz gerek.

Sevgili izleyiciler, bu konu daha çok uzar. Çünkü lafın bittiğini sandığınız an aklınıza bir yenisi geliyor. Öyle bir gayya kuyusu yani.

İSTANBULUN KABUSU TRAFİK

Aslında bugün sizlere İstanbul’un sorunları ile ilgili özellikle trafikle ilgili bazı bilgiler vermek istiyordum. Ama Suriye’den girince laf lafı açtı, süremizin önemli bir bölümünü geçirdik.

Dün İstanbul yağışlıydı. Trafik keşmekeş halini aldı. Hele Taksim’i görmeliydiniz, ki bazı ekranlarda bu görüntüler var. Hani güya yeni yapıldı, İstanbul halkının daha rahat ve huzur içinde olması amaçlandı değil mi?

Hiç de öyle değil. Alel acele, “biz yaptık oldu, kimse bizden iyi bilemez, uzmanlara danışacağız da ne olacak, bizden çok mu biliyorlar, otursunlar oturdukları yerde” mantığının egemen olduğu iktidarın yaptığı Taksim daha ilk yağmurda göle döndü.

Şimdi kimse kalkıp da “Efendim orası daha bitmedi ki” demesin. Bitmeyen meydan düzenlemesi, çiçeklendirilmesi. Yani bir şey fark etmeyecek. Geçen hafta da söylemiştim, şimdi o yapılan garabetin düzeltilmesi için belki de yapılan işten çok daha fazlası gerekecek, yapılan masraf ikiye katlanacak.

Önümüzdeki günlerde anlatırım, çünkü trafik İstanbul’un en büyük ve en önemli sorunu. Hepimiz hergün saatlerimizi trafikte kaybediyoruz. Oysa evimizde sevdiklerimizle, çocuklarımızla geçirebiliriz o süreyi. Sevdiğimiz bir işi yapabiliriz. Ama nafile. Peki neden trafik bu kadar kötü. Sevgili izleyiciler, daha sakin bir günde hepsini anlatacağım. Ama şunu söyleyeyim, çünkü bu iktidar her konuya rant açısından bakıyor. Hiçbir hamlesi, yatırımı, planı programı bilimsel değil, akıl ve mantık süzgecinden geçmiyor. İlk düşünce “bundan ne kazanırız, bize bundan ne kalır?” Böyle olunca her şey dışarıdan bakınca parlak görünse bile lime lime akıyor aslında.

Vaktimizin sonuna geldik, ama kısa bir şey daha eklemek istiyorum, çünkü iki üç gündür mutlaka değiniyorum.

GÜLSUYU OLAYLARI

Henüz tam bitmedi ama, Gülsuyu olayında şimdilik bir ara yol bulundu. Öldürüldükten sonra üç gündür Armutlu’da tutulan gencimizin cenazesi bugün nihayet teslim edildi. Yakınları Gülsuyu’nda, vurulduğu yerde bir tören düzenledi. Merak ediyorum, madem için verilecekti niye üç gündür çile çektiriliyor gerginlik yaratılıyor. Şimdi ne değişti.

Ve bu arada yine tekrarlamak istiyorum. Gezi olaylarındaki halkın tepkisinden çok ürken iktidar şimdi çeşitli provokasyonlarla olayların seyrini değiştirmek ve geniş halk kitlelerini korkutarak kitlesel eylemlerden uzak tutmak istiyor. Bu oyunlara gelmeyin. Herkes sakin olmalı, özellikle iktidarın ekmeğine yağ sürecek provokatif girişimlerden uzak olmalı. Bu iktidar kadrolu teröristlerin orada burada olay çıkarmasıyla değil bu halkın gücüyle gidecektir.. Bunu herkes iyi bilmeli.

Evet sevgili izleyiciler, bugünün de sonuna geldik. Az sonra Ümit Zileli ana haberlerle karşınızda olacak.

Hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşçakalın…