Şule Perinçek yazdı: Washington Sözleşmesi
Şule Perinçek, kadın cinayetleri ve kadına şiddet olayları sonrası sıkça gündeme gelen kadın mücadelesini ve İstanbul Sözleşmesi'nin toplumdaki etkisini kaleme aldı.
Şule Perinçek/Aydınlık Gazetesi
Arkadaşlarım telefonla bildirdiler. Fatih Altaylı bana öğüt veren bir yazı yazmış. Önce O'nu muhatap alan bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Ama edep erkan ve terbiye sınırları dışındaki satırlarını okuyunca, kendisiyle iletişim kurulamayacağını anladım.
Bu yazıyı insanlarımızın İstanbul Sözleşmesi’ni anlamalarına yardımcı olmak için yazıyorum. Teori Dergisinin şu anda bayilerde bulunan Ağustos 2020 sayısında konuyu tarihsel ve güncel boyutlarıyla daha geniş olarak işledik.
ON YILLARIN EMEĞİ
Canımız yanıyor.
Her kadın cinayetiyle.
Hem de yıllardır.
Ben kadınlara acımam. Çünkü onlar zavallı, canlarına kıyılınca, gözleri morarınca, acınacak varlıklar değildir.
Biz gücümüzü biliriz.
Biliriz ki cinayeti daha olmadan engelleyebiliriz.
Yaşamım mücadeleyle geçti.
Siz beni hep cezaevi kapısında gördünüz.
Gerçi o da mücadeleye dahil.
Bu güzel vatanımın kadını başı dik ve özgür yaşasın diye,
Kendi ayakları üzerinde durabilsin,
Kendi seçimini kendi yapsın,
Üretsin,
Düşünsün,
Yaratsın,
Söylesin,
Çizsin
Diye.
Yıllardır haber başlıklarından, kullanılan fiillere, fotoğraflara, reklamlara kadar her şeye müdahale ettim. İnce ayrıntılarda ayrımcılığa karşı geldim.
Yazı yazdım, konuştum, tartıştım.
1968'den bu yana siyasi mücadelenin içinde yer aldım.
Jön Türklerin simgesindeki kadının gözlerine bakın, Cumhuriyet'in ışığına ışık katanlara bakın,
bizi göreceksiniz.
KADINI KURTARMAK MI YOKSA ERKEĞİ SALLANDIRMAK MI
Biz kurucu gelenekten geliyoruz. Eskiyeni yıkarız, ama bizim esas işlevimiz kurmaktır, kurtarmaktır.
“Kadını kurtarmak” için kaç tane erkeği sallandıralım diye bakmayız.
Yalnızca slogan atıp bağrışıp evimize dönmeyiz.
Zor işin üstesinden gelmeye bakarız.
Erkeklerin onurunu da kurtarmak için çalışırız.
DOĞUMSUZ ÇÖZÜM VAR MI
O erkeği de doğuran bir kadındır.
Kadın mücadelesinde hiç doğurmamayı önerenler de var. Çözüm olabilir mi?
Biz sağlıklı çocuklar doğurmaktan yanayız.
O el daha yukarı kalkmadan, kirlenmeden yakalamaya çalışırız.
Eline gülün gülle tartıldığı bir terazi vermeye çalışırız.
Çünkü her kadın cinayetiyle kadının canı çok yanar.
1908 Devrimi ve zincirlerini kıran kadın
MEHMEDİMİN KIZ KARDEŞLERİ
Kadın cinayetlerinin kurbanları, bizim kız kardeşlerimiz, evlatlarımız. İlle bizim ahvalimizi bilmeyenlerin söyledikleri gibi anadan ve babadan kız kardeşimizin başına gelmesi gerekmiyor.
Hepsi bizim kız kardeşlerimiz.
Benim de çok sevdiğim Memedimin ve Canomun kız kardeşleri var.
Kız kardeşleri de her zaman mücadelenin içindedir, görevlerinin başındadır.
Zaten Memedim onlar için yıllarca hapis yattı.
FETÖ'nün temizlenmesi mücadelesine yalnız ulusal değil, uluslararası alanda da katkıları oldu.
O nedenle FETÖ'nün hedefi oldu. Kadını baş tacı yapacak toplumu kurmak için.
Daha kundakteyken kulağına bu millet, bu milletin kadını ona bunları üfledi. Ninnilerde esas görevi öğrettik çocuklarımıza.
Her şeyden önce biliriz ki bir kadın, hele uğruna iki yüzyıldır etkin olarak mücadele eden Türk kadını, ayağını sağlam basacağı bağımsız bir vatan toprağı yoksa başı dik yaşayamaz.
O Pera'da işgalcinin koluna girip salına salına dolaşmaya kalkışacak kadın bize düşmandan öte düşmandır.
1979 Kahramanmaraş Pazarcık köylüleriyle Aydınlık için pamuk toplarken
OLTANIN UCUNA TAKILAN MAKSATLAR
Gelelim İstanbul Sözleşmesi'ne. İşte karşı çıkışımız bu kapsamdadır.
Ah o oltanın ucuna takılan “maksatlar”!
Elbette öyle diyecek. Yoksa sizlere nasıl ayakta alkışlatacak! Bu toplantıları hep bizim gibi ülkelerde yaparlar. Washington DC'de toplayacak halleri yok. Seneca Falls'un üzerinden yüzyıl geçti.
“Washington Sözleşmesi”??
Adını İstanbul Sözleşmesi koymak bir sıcaklık yaratır mı? Çünkü bizler hâlâ hakları için mücadele eden kadınlarız. Değiştirme gücümüzü, hayallerimizi, umutlarımızı kaybetmedik. Cinsellik, uyuşturucu, tüketim batağına saplanıp kalmadık. ABD'deki kadına karşı şiddet rakamlarını hiç incelediniz mi? Hele şu son küresel salgın döneminde?
BATI GÖKLERİNDEN İNMEDİ EMEĞİMİZİN MÜCADELEMEZİN ÜRÜNÜ
Kadının şiddet görmesini engellemek için o maddeler sanıyor musunuz ki, “Batılı efendilerimiz” parmaklarını salladılar da hemen ertesi gün bizim yasalarımıza girdi!
Kadın hakları, Türkiye'ye göklerden inmedi. Hele hele Batı göklerinden...
Atatürk de herhalde 23 Nisan 1920'de sabah kalkıp gözünü açtığında “Hadi, şimdi de kadınlara biraz hak verelim...” demedi. Birkaç yıl sonra kadın öğretmenlere şöyle seslendi: “Keşke benim annem sizler olsaydınız...”
Her devrimin öğrencileri, yenisinin öğretmenleri oldu.
Biz yasal haklarımızla 1800'lerden bu yana uğraşıyoruz. Her ileri atılımda, yeni kazanımlar elde ettik.
Sözleşmede anılan haklarımızın önemli bölümü zaten vardı. Bırakın maddeleri, her sözcüğünü, i'nin üzerindeki noktasına kadar emek emek mücadeleyle yazdırdık. Sözleşmeden sonra yapılan düzenlemeler ise; uygun bir zemin hazırlanmış olmasa, uğruna bedeller ödenmemiş olsa başarıya ulaşmazdı.
İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açıldı, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girene kadar yüzyıldır, hatta binlerce yıldır mücadele ediyoruz. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun da o mücadelelerin bir ürünüdür. 8 Mart 2012 tarihinde kabul edildi. Emeğimizi hor görenleri tanıdık ve tanıyoruz.
BATIDAN DAYATILAN TOPLUM MODELİ
Dünyada kadın hakları için mücadele, 1970'lerden sonra kadın-erkek karşıtlığına, esas olarak erkek egemenliğine karşı mücadeleye dönüştü. Erkek düşmanlığı bize esas 12 Eylül darbesinden sonra geldi. Elbette peşinden eşcinsellik propagandasını, uyuşturucu vb.yi de sürükleyerek.
Kadını kafese atan köleci ve feodal toplumlar, erkekler arası aşkı kurumlaştırdı. Kafesteki kadınlar da doğurma aracı sayıldı. İstanbul Sözleşmesi'nin bize dayattığı da budur.
Bu toplum modelinin Türkiyemize dayatılmasının tarihçesi öğreticidir. 70'ler emperyalizmin yayılmacı karakter kazandığı bir dönemin başlangıcıdır. 80'ler ise Yeni Dünya Düzeni'nin temellerinin atıldığı, milli sınırların, ekonomilerin, devletlerin hedef alındığı yıllar. Göğün yarısını bu mücadeleden alıkoymak; hakları için mücadeleden, devrimlerin itici gücünden düzenin içinde oyalanmaya sürüklemek anlamlıdır. Yolu düzlemenin önemli bir girişimidir. Kadınları cinsellik ve cinsiyet üzerine kurulan bir dünya ve mücadele biçimine hapsetmek, müthiş bir buluştur. Bütün medya ve propaganda araçları da hizmete koşulmuştur.
1935 Kadın Kurultayı
NEDEN KARŞIYIZ
Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkmamızın nedeni, en başta bize dayatılan toplum modeline isyandır. Toplumumuza eski Yunan ve Roma'nın, bugünkü emperyalist toplumun çürümüş ilişkilerini reddediyoruz. O toplumlarda kadın kafestedir ve acılar içindedir.
İstanbul Sözleşmesi, kadını şiddetten korumuyor, tam tersine dayattığı toplum modeliyle kadını şiddete mahkum ediyor. Emperyalizme karşı en ön safta mücadele edecek kadını ve erkeği klasik “böl ve yönet” politikasıyla karşı karşıya getiriyor. Hedef şaşırtıyor.
Yasalarımız kadına karşı işlenen şiddet suçunun cezalandırılması, vazgeçirici olması açısından uygundur. Sorunun temelinde yasalar yok. Sorun, emperyalizme bağımlı Ortaçağ kalıntısı toplumsal ilişkilerden kaynaklanıyor. Kadına baskının ve haksızlığın toplumdaki ve kültürdeki kökü kazınmalıdır.
Yasalara gelince, Yargıca verilen takdir yetkilerinin doğru ve ayrımcılık yapmadan kullanılması sağlanmalıdır. Daha karakoldan başlayarak yasalara uygunluğun önü açılmalıdır.
Ceza gerekli ama esas mesele şiddeti önlemek!!! Şiddeti cezalandırmak yetmiyor, artık görülmeli. Şiddet daha oluşmadan engellenmelidir. Bu da şiddeti besleyen toplumsal sınıfsal ilişkilerin ve kültürün değişmesiyle olur. Atatürk devrimi bunun içindir.
ERKEKLERE MOR İĞNE BATIRMAK ÇÖZÜM MÜ
Bize Batıdan dayatılan seçeneği sahneleyenleri de görüyoruz.
Sokakta erkeklere mor iğne batırmakla neyi değiştirebiliyorlar?
Eğlenceli ve rahatlatıcı ama çözüm değil.
Bizim canlarımızın yanmasına engel olmuyor.
Küresel program Batıdan dayatılan çürümeye teslim olmayan kadınlardan çok korkuyor. Gücümüzü biliyor.
Göğsümüzü siper ettiğimizi biliyor.
Emperyalizme karşı direnişe katılmamızla nasıl bir enerji doğuracağımızı biliyor.
Bizi Türkiye'nin Atatürk devrimini tamamlama sürecinden uzak tutmak için, kültürel ve ideolojik bütün silahlarını kullanıyor. Bu konuda Ortaçağ kurum ve ilişkileriyle işbirliğini de biliyoruz.
DAYATILAN KİMLİKLER
Dünyanın hedef birçok ülkesinde milli devleti tasfiye için çeşitli kimlikler dayatıyor: Etnik kimlik, dinsel kimlik, mezhepsel kimlik, aşiret kimliği, yeni icat cinsel kimlikler vb. Bunların hepsi milli kimliğin, sınıfsal kimliğin, vatansever kimliğin, devrimci kimliğin önüne geçirildi.
Milli ve sınıfsal kimlik için mücadele geleneğinden gelen vatandaşların önüne “sorgulayacaksan, cinsel kimliğini bile sorgulama özgürlüğü tanıyorum sana” seçeneği sunuldu. Kendi bedenlerini doğalarına aykırı bile olsa, bir protesto metası haline dönüştürmeleri kendiliğinden değildir. Yukardan dayatıldı.
İstanbul Sözleşmesi'ni bir de bu açıdan okuyunuz lütfen.
Bu “cinsel tercih özgürlüğü”, “cinsel kimlikler”, eşcinselliğin normalleştirilmesi, sorulması gerekir ki kadın hareketinin içinde ne arıyor?
“Toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri” başlığıyla sunulan imkanların kocasından şiddet gören sıradan bir Türk kadınıyla ilgili olmadığı açıktır.
En azından gazeteciyiz. Sebep sonuç ilişkisini kurmayı biliriz.
Güney ülkeleri, başka deyişle Mazlumlar ve Gelişen Ülkeler Dünyası, hâlâ eşit kadın hakları için mücadele ediyor. Batı onlara şunları öğütlüyor “ne var hepimiz kadınız, aramızda ayrı gayrı yok. Dayanışmak iyidir.”
Ortak sorunlarımız olduğu doğrudur. Ama uluslararası örgütler dünyanın efendilerinin temsilcileri olarak kırmızı başlıklı kızın kurt ninesi gibi öyle maddeler koyuyorlar ki bağımsızlığınızı hiçe saydıkları gibi bir de canla başla onaylatırlar.
İstanbul Sözleşmesi, bu açıdan da yerli yerine oturmaktadır.
SİSTEMİN SÖZLEŞMESİNE SİSTEMİN PARTİLERİNDEN EVET
AK Parti iktidarı, sözleşmeyi bir çekince koymadan ilk imzalayan birkaç ülkeden biridir. CHP, MHP ve Meclisin tamamı sözleşmenin onaylanmasına oy verdi.
Neyi onayladılar?
Anayasamızla çelişen hükümlere oybirliğiyle oy verilmiştir.
İzleme komitesi GREVİO'nun yetkileri egemenliğimiz açısından dehşet vericidir.
Üstelik uluslararası sözleşme olduğu için Anayasaya aykırılığı iddia edilemez.
Bu yetkileri ve hazırladıkları raporu da incelemenizi öneriyorum.
NAMUSUMUZU KİM TANIMLAYACAK
Sözleşmede “Sözde 'namus' adına işlenen suçlar” diye bir kavram yer alıyor ve “bu sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde ‘namus’ gerekçe olarak” kabul edilmeyeceği söyleniyor.
Bu ülkede yaşıyorum. Siyaset yapıyorum. Gazeteciyim. Türkiye'nin hemen her köyündeki-kentindeki kadınına dokunmuşluğum, dert ortaklığı etmişliğim vardır.
Hangi namusun sözde olacağına kim karar verecektir?
Hangi “namus” tırnak içinde olacaktır ve hangi “namus” tırnak dışında kalacaktır?
Namusun tanımına kim karar verecektir?
Bu GREVİO'nun Soros'çu kadın efendileri mi?
İnanın yazarken öfkemden tuşlara zor basıyorum.
Ha, sorarsanız kadın ya da erkek Cumhuriyetimin yargıcına daha güvenirim. Çünkü Türkiye'nin birçok yerinde görev yapmıştır, o zavallı 14 yaşında çocuğun sevdiğine varan ablasının neden canına kıydığını bilir. Mesele işte tam da burada. Çözüm bu çocuğa daha ağır, daha ağır ceza verip üzerinde tepinmek değil; o çocuğu, eline silahı tutuşturan anasını ve değer yargılarını, toplumsal ve ekonomik ilişkiler ağından özgürleştirmektir.
Evet, bu sözleşme yasadan üstündür ve bu anlamda bütün kurumları bağlayıcıdır.
Ama bizim vicdanlarımız için bağlayıcı değildir.
Özgür ve eşit yaşamak isteyen kadınlar için bağlayıcı değildir.
Başı dik Türkiye’de yaşamak isteyenler için bağlayıcı değildir.
Eğer o 50 yıldır kendisine âşık olduğum Doğu Perinçek bu sözleşmeye sesini çıkarmazsa işte o zaman benim için biter.