Aşı
"Dünyanın gördüğü en ağır savaşların ardından evine, coğrafyasına dönen yaralı ruhlar, Hızırların adımlarıyla yeşermiş Anadolu toprağında sağalttılar kendilerini. Kuşu, ağacı can bilerek; kızılcığı alıç'a, ahlat'ı armuda, tohumu una, suyu cana katarak..."
Yusuf Yavuz
"Dünyanın gördüğü en ağır savaşların ardından evine, coğrafyasına dönen yaralı ruhlar, Hızırların adımlarıyla yeşermiş Anadolu toprağında sağalttılar kendilerini. Kuşu, ağacı can bilerek; kızılcığı alıç'a, ahlat'ı armuda, tohumu una, suyu cana katarak..."
"İyi hatırlıyorum, o zamanlar Eğirdir'de elma daha yeni icat olduydu. Hasan Dayı, bahçesindeki elmaları aşılamak için Eğirdir'den aşı çubukları almış, elinde tutarak yayan getiriyordu. Gözlerimle gördüm…"
Aşı, yalnızca bulaşıcı hastalıklara karşı vücudun direncini sağlamak için yapılan bir tıbbi uygulama değil, aynı zamanda kırsal alanda yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı. Hasan Dayı'nın Eğirdir'den Yukarı Köprüçay'daki Elma Deresi'ne getirdiği elma çubukları, o yıllarda "ziraat elması" olarak anılan 'golden' ya da 'starking' gibi türlerden kesilip, yaklaşık 70 kilometrelik yol boyunca kutsal bir emanet gibi elde taşınmıştı...
Aşı, yalnızca bir meyve ağacından kesilip bir başka ağaca nakledilen çubuk değildi. Bir yaşama biçiminin de nakledilmesinin adıydı. Binlerce yıldır coğrafyanın kendi olağan döngüsü içinde ortaya çıkan üretim biçiminin; bağımsız, dolaysız ve özgür bir yaratma biçiminin bağımlı hale getirilmesinin adıydı.
KIZILCIĞI ALIÇ’A, AHLAT’I ARMUT’A, TOHUMU UNA KATARAK SAĞALTILAN RUHLAR
Hasan Dayı'nın getirdiği elma aşılarını anlatan Saatçi Mehmet Amca, ulusal kurtuluş savaşı sırasında Yukarı Köprüçay'daki köylerinden 97 erkeğin askere gittiğini, geriye yalnızca üçünün dönebildiğini anlatıyor. "Geriye dönenler de fazla yaşamadı" diyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, Galiçya'dan Çanakkale'ye, Yemen'den Kocatepe'ye uzanan yıllarda yaşanan bu trajik insanlık öykülerini bugün anlamak çok kolay değil. Vietnam sonrasında, "sendrom" olarak anılmaya başlanan, giderek modern toplumun travmalarından biri halini alan savaş sonrası ruhsal bozukluklar devasa bir sorun olarak varlığını sürdürüyor. Ancak Anadolu coğrafyası onca savaşın ardından kucak açtığı insanına yaşamı her zaman yeniden ve bağımsızlık türküsü söyler gibi kurmasına olanak sağlamış. Dünyanın gördüğü en ağır savaşların ardından evine, coğrafyasına dönen yaralı ruhlar, Hızırların adımlarıyla yeşermiş Anadolu toprağında sağalttılar kendilerini. Kuşu, ağacı can bilerek; kızılcığı alıç'a, ahlat'ı armuda, tohumu una, suyu cana katarak. Savaştan dönen hemen her erkeğin toprakla kurduğu bağ öylesine güçlüydü ki, sanki bu şiir gibi bahçeleri, bu masalsı tarlaları yaratanlar savaştan değil, dünyanın en prestijli botanik okullarından mezun olup gelmiş gibiydiler.
KURDUN KUŞUN HAKKI İÇİN AŞILAMAK
Yukarı Köprüçay'ın aşıcıları vardı. Kimisinin yaptığı her aşı mutlaka tutardı, bununla ün kazanılırdı. Aşı için ihtiyacınız olan tek şey ağaç ve topraktı. Bir de küçük bez parçası. Her köşede karşınıza çıkan çeşme başlarındaki kirazlar, dutlar; şose boylarındaki toy ahlatlar, harman yerlerindeki kızılcıklar vakti gelince birer birer aşılanır. Aşılamak, doğanın verdiğine tat katmak gibiydi. Burukluğu hoşluğa, kekreliği lezzete dönüştürmek. Dışarıdan hiç bir şeye ihtiyaç duymadan, doğada olanları çeşnilendirmek. Bir sahibi yoktu aşılanan ağaçların. "Gelen geçen yesin", "kurdun kuşun hakkı" diye aşılanırdı. Kimse kimsenin aşıladığı ağaca zarar vermez, korurdu. Aşı, yaşamın binlerce yıllık döngüsüne insanın da dahil olmasıydı. Benim de bir fikrim var diyebilmesiydi...
‘FENNİ’ OLANIN TANRISALLAŞTIRILDIĞI YILLARIN ARDINDAN
Giderek yerel türlerin birbirine aşılanmasının yerini kültürde yetişmiş türlerin yerel türlere aşılanması aldı. Zaman, "fenni" zamanlardı. Fenni olanın tanrısallaştırıldığı, kız istemeye gidildiğinde bile "bizim fenni bahçelerimiz" var denildiği günler yaşanıyordu. Bakkalarda "fenni yumurta bulunur" yazılı kartonların asıldığı, fenni yemle beslenen "fenni tavuk"ların sofralarda başköşeye oturtulduğu günler. Coğrafyanın sert koşullarına karşı en dirençli tür olan "gıcık" sığırlar "kara sığır gibi" söylemiyle dışlandı. Yerine daha verimli diye fenni yeme ve veterinere bağımlı ithal sığırlar ikame edildi. Bu topraklardaki varlığı hepimizden daha eskiye dayanan kıl keçisi, adeta "günah keçisi" ilan edilerek yok edildi. Yerine daha bol süt veriyor diye besiye bağımlı seanen keçisi konuldu. Anadolu'nun dört bir yanındaki yabani meyve türleri, "fenni" olanın istilasına uğradı. "Modern zamanların fendi, kadim zamanları yendi" türküsünün dillere dolandığı günler geldi, geçiyor..
.
KÖKLERİNDEN KOPARILDIKÇA NEFESSİZ KALAN MİLYONLAR
İnsan, kendi varoluşunu borçlu olduğu yaşam kaynağı coğrafyaya verdiği kötü sınavdan geçer not aldı. Köklerinden koparılıp kentlere savruldukça nefessiz kalan milyonlarca insanın yaşadığı travmatik süreç, büyük savaşların ardından toprağa tutunarak yaşamı yeniden üreten atalarının yürüdüğü yola doğru evriliyor. Ancak bu kez savaş daha acımasız ve sert. Bütün köşe başları tutulmuş, bütün yollar kuşatılmış, subaşlarına el konulmuş, meralar, yaylalar çevrilmiş. Tohumları tutuklanmış bir coğrafyanın çocuklarıyız artık. Gölgesini satamadığı ağacı yok eden zihniyetin ürettiği zehir metropolden kırsala, adeta bütün Anadolu'un yaşama pratiğine sirayet etmiş durumda.
Peki bunun panzehiri ne?
Umudun hiç tükenmediği bu topraklarda bu sorunun yanıtını da yine Yukarı Köprüçay'ın en renkli yüzlerinden birinin evinde çaylarımızı içerken buluyoruz. Düldül Dayı, Yukarı Köprüçay'ın son kemanecisi. Kasımlar Kanyonu'na bakan yamaçta, kendi elleriyle yaptığı kartal yuvasını andıran evinin verendasında eşiyle birlikte bize pötibör bisküvi ve çay ikram ediyor. Evinin aşağısındaki yamaçta parça parça bir kaç yüz metrelik bahçesi var. Parmak gibi akan su ile sebzelerini suluyorlar. 1960'ların başlarında, delikanlılık günlerinde diğer köylüleri gibi Düldül Dayı da İstanbul'a gidip bir iki işte çalışmış. "Börekçilik yaptım, seyyar börek sattım bir süre" diye anlatıyor o günleri. Daha sonra geri dönüp toprağa sarılmış. Tükettiklerinin çoğunu kendileri yetiştiriyorlar. Yüzleri her daim gülüyor iki ihtiyarın. "Şu aşağıdaki tarlaya 20 yıl önce buğday ekmiştik, onu kaldırdık koyduk ambara. 20 yıldır öğütüp onu yiyoruz" diye özetliyor Düldül Dayı, panzehiri...
YAĞMURUN VE TOPRAĞIN BİRLİKTE YAZDIĞI ŞİİR: BUĞDAY
Çınar ağacından el yordamıyla oyulmuş kovanlara burada ambar deniliyor. İçine konulan buğday yıllarca da kalsa bozulmuyor. İhtiyaç oldukça değirmende öğütülüp un elde ediliyor. Bir zamanlar dağın taşın buğday ekildiği bir coğrafya burası. Yağmurun ve toprağın birlikte yazdığı yeşil şiirin, buğdayın coğrafyası. "Eskiden şu aşağıda bir kaç su değirmeni vardı" diyor Düldül Dayı: "Civardaki köylerden buraya değirmene gelirlerdi. Şimdi bir şey kalmadı..."
EKMEK ARABASININ YOLUNU GÖZLEYEN KÖYLÜLER
Düldül Dayı'nın evinden ayrılıp vadinin ortasındaki köylerden birine gidiyoruz. Nehir kıyısındaki köyün terk edilmiş okul binasının altındaki yolu gözleyen yaşlı köylüler var. Tanıdık yüzler... Hoş beşten sonra ne beklediklerini sorduğumuzda aldığımız yanıt içimizi burkuyor: "Ekmek arabası gelecek, onu bekliyoruz..."
ÖNCE EVLER, SONRA OKULLAR VE TARLALAR BOŞALTILMIŞ
İlçeden gelen ekmek arabası ekmek sata sata köyleri dolaşıyor. Bir zamanlar her ocaktan ekmek kokusu yükselen bu masalsı coğrafya, adına medeniyet denilen yaşama biçimine fit olunduğu için kapitalizme kurban edilmiş. Önce evler, sonra okullar, ardından da tarlalar boşaltılmış...
DİNAMİT SESLERİ KUŞ SESLERİNE KARIŞIYOR
Geçmişte bahçesinde çocukların koşturduğu okul binasının hüznü yürekleri burkuyor. Okul binası, Köprüçay'ın sularına kelepçe vuracak olan barajın şantiyesine dönüştürülmüş. Yol boyunca dev kamyonlar, vadinin koynunda onlarca iş makinesi kol geziyor. Uzaklardan gelen dinamit sesleri, ürkek kuş seslerine karışıyor. Her şeye karşın Köprüçay yıkıma direniyor. Gövdesinde açılan yarayı gizleyemese de, bütün cömertliğiyle iyileştirmeye çalışıyor gibi sanki.
TARLA SÜREN ATLAR VAHŞİ ATLARA KARIŞMIŞ
Dönüş yolunda Köprüçay'a yukarından bakan Tota dağını ziyaret ediyoruz. Tota'nın eteklerinde, Kızılova'da yüzlerce yılkı atı bizi karşılıyor. Ardıç ormanlarının içlerinde daha onlarcası var. Gruplar halinde sığırlarla birlikte yayla havasını soluyorlar. Nasıl da soylular! Civardaki köylülerden biriyle konuşuyoruz. Eskiden Tota'da bulunan vahşi atlara son yıllarda onlarcası daha eklenmiş. Tarlasını süremeyen köylüler bakmakta zorlandığı at, katır ve eşeklerini Kızılovaya yılkı atlarının arasına bırakmış.
BU İSYAN ATEŞİNİ DÜŞÜRMESEYDİN YÜREĞİMİZE
Yukarı Köprüçay, Anadolu'nun özeti gibi. Üzerleri ardıç tahtalarıyla örtülmüş terk edilmiş taş evlerin arasından geçip kente dönerken aklımızda Düldül Dayı'nın 20 yıl önce ektiği ve hala bitiremediği buğday geliyor. Ey tanrım, diyorum. Ya bize bu özgürlüğü öğretmeseydin, ya da bu isyan ateşini düşürmeseydin yüreğimize...