Osman Şahin yazdı: Anafarta kurşunları

Osman Şahin yazdı: Anafarta kurşunları

Ağır zırhlı savaş gemileri, kurşuni renkte dev ütülere benziyor, eziyor denizin üstünü. Kışkırtıcı, kibirli görünümlerinde, denizaşırı ülkelerin hileleri var.

Çevrilti kolları çalıştırılarak uzun namlulu topların ayarı yapılıyor. Ardından ateş başlıyor. Namlu ağızlarından kızıl alevli mermiler, keskin ıslıklar çalarak, tepeleri döğüyor, siperleri barınakları parçalıyor. O arada uzun, gri renkli çıkarma gemileri kapaklarını açarak asker ve cephane boşaltıyor sahillere.

Keşke ülkelerinde kalsalardı, saldırmasalardı; o zaman düşman da olmazdı, düşmanlık da...

Kabaran deniz dalgaları, gemi bordalarına çarpıyor. Top mermileri dalgaların gürültüsünü eziyor. Kruvazör projektörlerinin ışığı, söken şafağın kızıllığını tarıyor.

Bombalanan tepeler, eğri büğrü siperler, tüneller, dirseklerle dolu. Sarsıntılardan çökmemesi için ağaçlarla sağlamlaştırılmış iyice. Ayrıca siper duvarlarına cephane oyukları kazılmış derince.

Siper içleri binlerce askerle dolu. Canlı, parlak gözleri, tek bir yöne, ölümün gözüne bakıyor.

KANLARDAN DOĞAN HARFLER

Ozamanlar Cağaloğlu, irili ufaklı matbaaların, yayınevlerinin arı gibi çalıştığı, gazetelerin, dergilerin yayınladığı, kitap-kâğıt depolarının bulunduğu canlı bir semtti. Matbaalardaki dizgiler, tamamen kurşunlardan dökülen harflerle yapılırdı.

Seferberliğin, Kurtuluş Savaşı’nın getirdiği yıkımlar, yoksulluklar yüzünden matbaalar çalışamaz haldeydi. Harf dökümhaneleri durmuştu. Harflerin dökümü için yeterli kurşuna gereksinim vardı. Kurşun madenleri de çalışmaz olmuştu. Yollar bozuktu, kağnı yorgunuydu. Telsizler, yerel gazeteler günlerce duyurmaya çalıştılar, kurşuna gereksinim olduğunu.

Bu ve buna benzer haberler, Çanakkale’de, Gelibolu’da, Anafartalar’da duyuldu. Kasabalılar, köylüler kolları sıvadılar. Kadın erkek, genç, yaşlı herkes savaşın geçtiği siper yıkıntılarına, tarlalara, yamaçlara dağıldılar. Toprağın yüzünde göze çarpan kurşun artıklarını günlerce leblebi gibi toplamaya başladılar. Mendillerine, torbalarına doldurdular.

İki de ‘gazi’ karışmıştı aralarına. İri yarı olanı Topal Ali idi. Sol dizinden aşağısı yoktu. Koltuk değneğiyle yürüyordu. Kırçıl sakallısı ise İsmail’di. Sağ gözünü kaybetmişti. Siperleri onlardan iyi kim bilebilirdi? Yıllar önce içleri asker ve cephane dolu siper yıkıntılarına baktıkça bellekleri canlanıyor, konuşuyorlardı.

“Hatırlan mı Ali? Gece gündüz siperlerde oturmaktan kıçımız uyuşur, kök salardı. Milim olsun başımızı çıkaramazdık dışarı. Şimdi elimizi kolumuzu sallıyarak geziyoruz.”

“Hatırlamaz olur muyum; bölüklerimiz yan yanaydı. Solucanlar gibi toprağı oyar, şehitlerimizi gömerdik. Kurşunlardan biri bize değseydi. İskeletimiz o yığınların içinde olurdu.”

Sedye üstleri, çuval içleri iskelet artıklarıyla doluydu. Uzun kemiklerle kısa kemikler birbirine karışmıştı. Saldıran kim, savunan kimdi? Bir çuval kemik, bir manga askerin ağırlığıydı. Taburların, alayların kemiklerinden harmanlar oluşmuştu. Ve pek çok kurşun doluydu. Her kurşun bir ölüm işaretiydi. Kemiklere, kafataslarına saplanan kurşunları bıçak ucuyla kazıyıp çıkarıyorlardı. “Can alan kurşundan ekmek yenmez” diye söylenenler vardı.

Kurşun toplamalar, günlerce haftalarca sürdü. Çuvallar, heybeler, kovalar kurşunlarla doldu. Onları odun kantarlarında tartıya vurduktan sonra at, katır, eşek sırtında iskelelere taşıdılar. Mavnalara, takalara yüklediler. İstanbul’un yolunu tuttular. Eminönü’ne ulaştılar. Harf dökümhanelerine haber saldılar. Tonlarca, yüzlerce kilo kurşunu, döküm ustaları ile hurufatçılara sattılar. Kurşunlar dökümhanelere taşındı. Geniş karınlı potalara dökülerek, yüksek ateşte eritilerek, sesli sessiz harf kalıplarına döküldü. Soğuyan harfleri punto punto kasalara dizerek, matbaalara sattılar. Mürekkep kokan izbe bodrumlarda, mavi önlüklü yüzlerce dizgici çalıştı.

Önlerine aldıkları yazılı metinlere bakarak harflerden sözcükler, sözcüklerden tümceler dizdiler. Düzelttiler. Provalar yapıldı. Formaları baskı matbaalarının gövdelerine sürdüler. Gövdeler ileri geri gidip geldikçe basılan formalar üst üste yığıldı. Katlandılar, büküldüler, ciltlendiler. Dikişlerden geçirildi, tıraşlandı uçları. Kitap, dergi, gazete oldular. Kan dökümünden harflerin doğumuna geçtiler. Gazete, kitap dergi sayfalarında okurlarla buluştular. Kurşunlardan güçlü, kurşunlardan ölümsüz sözcükler taşıyarak, yüz binlerce, milyonlarca okurun kanlarının alyuvarları, gıdaları oldular.

Anadolu’dan, Trakya’dan, Doğu’dan, İstanbul’dan, olan bitenleri kulaktan kulağa duyabilenler, çakar almaz tüfeklerini omuzlarına atarak koşuşmuşlardı Çanakkale’ye, Gelibolu’ya, Anafarta’ya. Onları kimse uyarmamış, örgütlememişti. Toplanışlarında, bir araya ge-lişlerinde, kuşaktan kuşağa anlatılan, eski, çok eski bir ruh geçmişleri vardı: Tehlikenin karadan değil, denizlerden geleceğine doğru bir ruh geçmişi... O geçmişlerin sezgilerin, dirilttiği insanlardı onlar. Orduya katılmadan önce savaş nedir, tüfek nedir bilmezlerdi. Çiftçi, çoban, memur, ırgat, öğrenci ve subaydılar. Askere uğurlanırlarken, türküler söylenmiş, mendiller sallanmıştı arkalarından...

Urbaları araziye uyması için toprak rengiydi, görünmezlik rengiydi. Haki çuhadan kütüklerin içleri sarı pirinçten fişeklerle doluydu. Başlarına yeşilimsi Enveriye şapkaları, baldırlarına boz renkli dolaklar, ayaklarına çarıklar giymişlerdi. Kısa keskin buyruklarla yönetiliyorlardı. ‘’Yürüyün!” diyorlar, yürüyorlardı. “ Koşun! “ diyorlar, koşuyorlardı. “Süngü tak! Hücuum” komutuyla da siperlerden fırlayarak, mahşerin gözüne atılıyorlardı.

Alaşafaktan beri üzerlerine bomba, kurşun yağdıranların, kıyılara asker, cephane çıkaranların kimler olduklarını da tam olarak bilmiyorlardı. Bildikleri, onların kuzeyin soğuk, puslu ülkelerinden geldikleri, çiğ, sarışın, mavi gözlü olduklarıydı. Dilleri, dinleri de farklıydı. Neden gelmişlerdi, neden kendi ülkelerinin binlerce kilometre uzağına düşmüşlerdi? Bu kadar uzaklıktan onlara hayır gelmeyeceği kesindi. Onlara karşı en ufak düşmanlıkları da olmamıştı. Ama artık bunlar o kadar önemli değildi. Zaten fazla da merak etmiyorlardı. Zorla ve baskın tarzında topraklarına girdiklerine, şafaktan beri başlarına başlarına kurşun yağdırdıklarına göre düşmanın anasıydılar. Fazla da mağrur ve güçlü görünüyorlardı. Ama artık güçlü olmak her zaman geçerli değildi. Önemli olan haklı olmaktı; vurana karşılık vererek, kurşun borcunu ödemekti. Can alanda can konmazdı. Bu yüzden bu belayı topraklarından atmak zorundaydılar.

Yazgılarının siperlerde yazılacağı kesindi. Uçsuz bucaksız ölüm koridorlarından farksızdı siperler. Herkesin kendine ait düşüncesi, tasası vardı. Birçokları için ‘yarın’ hiç olmayabilirdi. Ölüm kaygıları, yoğun ortak birikimleri, ruhsal bir içgüdü oluşturmuştu içlerinde. Böylesi anlarda içgüdüler aklın önüne geçerdi, birleştirirdi onları.

Siperlerin dibine çökmüşler, başlarını tüfeklerine dayamışlardı. Tüfek kabzalarını sıkan elleri güçlü, kemikli, rençber, ırgat, işçi elleriydi. Namluların uçlarına taktıkları, bir yanı keskin, ortası oluklu uzun süngülerin soğuk, madensi yansımaları, yaklaşmakta olan ölümün dişleri gibi soğuktu. Gizli, mistik bir tapım içine girmişlerdi sanki. Tanrılarına kavuşmak için usulca dua edenler, inançlarını kendi hizmetlerine çağıranlar vardı.

Komutanları:

“Evvela ben önden gideceğim, siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte ileri atılırsınız. Size ben taaarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Bizlere emanet edilmiş namus vazifesini yerine getirmek için, bir adım geri çekilmek yoktur” demişti. (*)

Akılları komutanlarının bu sözlerindeydi. Ortak, kitlesel ruhlarının simgesiydi komutanları onların.

Siperlerdeki kararlı, sessiz, mistik an, komutanlarının kırbacı kaldırıp indirmesiyle son buldu. Öfkenin şekillendirdiği yüzler, bıyıklar gerildi. Ruhsal ve atasal içgüdüleriyle, “Allah Allah!” haykırışlarıyla fırladılar yerlerinden. Karşı siperdekiler de: “Hurraaa!” bağırışlarıyla yanıt verdiler. Yürek atışları, sinirler, gerilimler arttı. Ölümle boy ölçüşmenin vaktiydi; hırsla saldırdılar birbirlerine. Artık kimse onlar kadar ölüme yakın olamaz, kimse nasıl öleceğini bilemezdi. Süngülerini öne doğru uzatarak, bütün güçleriyle de haykırarak koşanlar, süngü süngüye girişenler, düşenler, karınlarını tutanlar, tekme dipçikle dişe diş boğuşanlar... Tam ölümün şaha kalktığı, taç üstüne taç giydiği anlardı. Hızla koşarak süngülerini birbirlerinin göğsüne saplayıp, beden bedene perçinlenerek düşenler... Karnı yarılmış, barsakları dizlerinin üstüne akmış, şaşkınlığı yüzüne vurmuş, kan revan içinde kıvrananlar, hiçbir düş gücünün yaratamayacağı ölüm anları... Takırdayan makineliler, kurşun yağmuruna bağışıklıkları varmış gibi alabildiğine koşanlar.. Kan musluğuna dönüşen ağızlar, damarlar.. Sürekli ateş etmekten ısınan namlular.. Dili ufacık bir et parçasının ucunda sallanan, açık kalmış gözleriyle bilinmeze baka baka donan ölü yüzleri, toprağın sütüne dönüşen kanlar...

Kurşunu yiyen asker, ölümü içine aldığını bilir, kanama artar, yüzü acıdan karışır, sara nöbetine tutulmuş gibi debelenir, sonra da anlaşılmaz dualar ederek, aylar sonra iskeletine kavuşacağı toprağa bırakır kendini.

Ölüm için zamanı vardır, boldur, toprağa karışmanın, ağır ağır çürümenin zamanıdır bu.

Havada ışıklı rüzgarlar, anaforlar yaratarak, emiş yaparak patlayan top mermileri.. Kükürt, barut ve kan dumanları. Parçalanan ölüler. Yarım başlı ölünün kafatasından çevreye saçılan beyin parçaları. Göğüsten fırlayan, hırıltılı, hava kabarcıklı kan öksürüğü..

Yaşamları gece gündüz siper olan, tüfek kayışlarının omuz başlarında yatak yaptığı, ellerin yüzlerin kan, barut koktuğu, kan göletlerinin yüzünün kum tozları ile örtüldüğü, barışın her gün biraz daha bozguna uğratıldığı...

Bazen bir sis basar. Askerler birbirlerini bile göremezler siperlerde. Sonra sis dağılır, bulutlar kaynaşır yukarıda. Fırtına bulutları, ışıklarla boğuşur. Yağmur sağanağı başlar, çamura keser siperler. Kan rengi taşlar yıkanır. Derken yağmur durur, çalı uçlarında gümüşümsü damlacıklar belirir. Güneş açınca şarap köpüğü gibi kızarır karınları bulutların.

Savaş durmaz hiç. Gemi toplarının ağızları alevlerden parçalanır. Şimşekli ışıklar sevimsizleştirir geceyi. Mitralyöz takırtıları obüs alevlerinin kızıllığı cehenneme çevirir ortalığı. Otlar, çalılar tutuşur.

Kısa süreli ateşkesler olurdu. Sıhhıye erleri ile bandolar çıkardı ortaya. Ölü boldu. Sıhhıye erleri sedyelerle ölüden ölüye koşarlardı. Bandolar yüksekçe tepelere çıkarak, ulusal marşlar çalarak, kendi askerlerine moral vermeye çalışırlardı. O arada kargalar, çığlıklar atarak leşlerden paylarını almaya çalışırlardı.

Siper diplerinden gökyüzü, sonsuz, ulaşılmaz, büyük görünürdü. Ama ‘nişancı’ korkusundan kimse başını dışarı çıkaramaz, mavi sonsuzluğu doyasıya seyredemezdi. Kimi geceler ay doğar, samanyolu parlardı. Gündüzleri nereden geldiği, nereye uçtuğu belirsiz leylek sürüleri görünürdü. Savaştan, korkudan uzakta uçarlar uçarlardı. Kaputuna sarılmış, alınları sargılı bazı askerler, sırtlarını siper toprağına dayayarak, yüzlerce metre yükseklikteki leylek sürülerini izlerler, kısacık dalmalarda onlarla birlikte uçabilmenin düşünü kurarlardı. Leylekler akşama doğru sazlıklara konacaklar, karınlarını doyuracaklar, sonra da tek ayak üstünde ağır düşüncelere dalarak geçireceklerdi geceyi.

Makineli tüfek tıkırtıları, kurşun yağmuru, siper içlerini saniyeler içinde kanla gübrelerdi. Alev makineleri çalıları, otları yakar, süngüler parlar, parçalanan kemiklerden yumuşacık pembe ilikler fırlardı dışarı. O hengamede asker, yanıbaşında can veren arkadaşının kütüklüğü ile boşalan tüfeğinin haznesindeki mermileri almaya çalışırdı. Mermiler sayılıydı, hedef gözeterek ateş etmek zorundaydılar. Denizden gelenlerin mermileri boldu, metrekareye yüzlerce kurşun sıkabiliyorlardı.

Akan kandan, çürüyen ölülerden toprak yumuşar macunlaşırdı. Ayaklar toprağın yumuşacık kofluğuna batar çıkardı. Sonra yine kurşun yağmuru, yine ölüm mühürü ve can verdiği halde tekrar tekrar vurularak öldürülen, ölüde ölümleri çoğaltan kurşunlar... Toprağın kanlı suyunu emmekten semiren kurtlar, solucanlar, sümüklü böcekler... Gece gündüz askeri uyutmayan iğne gibi ısıran, vızır vızır uçuşan kara, yeşil sinekler...

***

Aylar önce denizi, havayı kirleten, karartan ağır zırhlı gemilerle, kıyılara kusarcasına çıkardıkları on binlerce asker, silah cephane, aylarca süren bombardıman, ağır makineli takırtıları kesildi.

Savaş gemileri, gece karanlığında, askerlerini, cephanelerini de alarak, ışıklarını söndürerek sessizce çekip gittiler.

Yenilmişlerdi.

Deniz ağır ağır eski mavisine kavuştu. Martı çığlıkları duyuldu. Ağır kışın karları, yağmurları ile üşüyen tepeler, yamaçlara bahar geldi. Tarlalar yoncalandı. Renklerin, yeşilliklerin yaşamları başladı. Laleler, gelincikler, karanfiller, kan çiçekleri gibi açarak, toprağın yüzünde dalgalandılar. Papatyalar, sarmaşıklar, rüzgarda titreşerek, bahar şenliğine katıldılar. Arılar, kelebekler uçtular. Keklik, bıldırcın ötüşleri katıldı onlara. Gökyeşili buğday başaklarının sütlenen taneleri ayrı ayrı dünyalar gizlendi.

Siperler, tarlalar, yamaçlar, bezelye iriliğinde kurşun atıkları ile doluydu. Kurşunların bazıları yamyassı olmuş, oksitlenmişti. Sığır, oğlak, keçi çobanları, kurşun artıklarını toplayarak beş taş oynarlardı.

Göze çarpanlar yalnızca kurşun artıkları değildi. Delik deşik olmuş mataralar, yosun tutmuş madalyonlar, demir haç nişanları, cilası dökülmüş miğferler, Arapça yazılı mühürler, mermi tapaları, muşamba beze sarılmış muskalar. Koyu kırmızı renkte, yıldız şeklinde, ortası hilal işaretli, “Çanakkale Harp Madalyaları” da vardı... Kimbilir kaç zabitin göğsüne törenle takılmıştı o madalyalar.

Savaş alanında ara sıra bir siper manyağı adam çıkar, dolaşırdı. Kim olduğu, geceleri nerede kaldığı belirsiz, kaçık yüzlü, sakallı bir adamdı bu. Siperler arasında yürür, saklanırdı. Ara sıra da bir tümseğin üstüne çıkarak, sarı pirinçten düdüğünü avurtlarını şişirerek öttürür, çalılaşmış sesiyle sağa sola buyruklar verirdi. Yüzü yaradan farksızdı çizik çizikti. Yırtık şalvarının paçalarını sıvamış, ayakkabılarını iplerle ayağına bağlamıştı.. Oyuğa benzeyen ağzında iki kök diş kalmıştı. Paslı kılıçları, kırılmış süngü artıklarını kuşağının arasına sokmuştu. Siperlerin devamında çalılarla örtülmüş, topraklanmış mezarlarda sayısız iskeletlerle, göz çukurlarına toprak dolmuş kafatasları çıkmıştı ortaya. Ve milyonlarca merminin hızını emmiş. Üst üste yığılmış, ölümün zirve yaptığı devasa iskelet harmanları...

* Yarbay Mustafa Kemal

ulusalkanal.com.tr