Namert, münafık, alçak, müfteri

İyi akşamlar sevgili izleyiciler, çok ilginç günler yaşıyoruz.

Son 5 yılda söylenen yalanlar bir bir açığa çıkarken, iktidarın hukuku, demokrasiyi, insan haklarını katlederek tek parti yönetimi kurmak için oynadığı bütün oyunlar da sanki fosseptik çukuru patlamış gibi ortalığa saçılıyor. En taze örnek Ergenekon Davası nedeniyle neredeyse beş yıldır hapiste olan Mustafa Balbay’la ilgili Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar. Balbay milletvekili seçildikten sonra halkı temsil etme hakkının gasbedildiğini ve uzun tutukluluk nedeniyle mağdur edildiğini iddia ederek Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu.

Mahkeme Balbay’ı haklı buldu ve mahkemeyi de para cezasına mahkum etti. Mahkeme Balbay’a 5 bin lira ödeyecek.

Tabii 5 bin lira insana komik geliyor değil mi? Ama öyle bakmayın, burada para cezasından önemli olan kararın ağırlığıdır. Şimdi kimi medya kuruluşları olayın üstünü örtmek için işi magazinleştirmeye ve “gün başı 2.5 lira” gibi başlıklar atarak kurnazlık yapmaya çalışıyor.

Ama öyle değil. Balbay 4 yıl önce milletvekili seçildi. Hem mevcut yasaya göre hem de daha sonra çıkarılan yargı reformarına göre aslında hemen serbest bırakılması ve Meclis’teki görevinin başına gelmesi gerekiyordu.

Ancak Özel Yetkili Mahkeme bu gerçeği görmezden gelerek Balbay’ı serbest bırakmadı ve hüküm verilinceye kadar içerde tuttu.

Sevgili izleyiciler o günlerde de çok sık tekrarlamıştım. Aslında sadece Balbay’ı konuşmuyoruz. 2011’deki genel seçimlerde tutuklu olan sadece Mustafa Balbay milletvekili seçilmemişti, CHP’den Mehmet Haberal ve MHP’den Engin Alan ile birlikte 5 isim de BDP’den seçilmişlerdi. Hiçbiri serbest bırakılmadı.

Sadece Mehmet Haberal, Ergenekon davasında karar açıklandıktan sonra mahkumiyet aldığı halde serbest bırakılmıştı.

Oysa seçimlerden sonra önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sonra Meclis Başkanı Cemil Çiçek, birçok AKP’li bakan, AKP’li önde gelen isimler, muhalefet partileri, sivil toplum temsilcileri, önemli hukukçular “seçilmiş milletvekillerinin derhal serbest bırakılması gerektiğini” söylemişlerdi. Sadece Başbakan Erdoğan bu konuda hiçbir irade beyanında bulunmamıştı.

Hep sormuştum, bütün Türkiye, bütün önde gelen isimler, kamuoyunun güvendiği, inandığı isimler en önemli hukukçular milletvekillerinin serbest bırakılması gerektiğini söylerken, sadece 3 hakim nasıl oluyor da bütün bunlara kulak tıkıyor, “dediğimiz dedik” diyorlar demiştim. Bu size garip gelmiyor mu? Yani hukuk konusunda herkes aynı şeyi söylerken sadece üç hakimin “hayır bizim dediğimiz doğrudur” demesi akla ve mantığa uygun mu? Peki bu hakimler nasıl oluyor da bu yönde karar alabiliyorlar? Böyle bir şey ancak “Biz ne söylersek söyleyelim, siz sakın aldırmayın, bildiğinizi yapın” gibi bir güvence verilirse olabilir. Sonuçta Ergenekon hakimleri de insan, etkilenmemeleri mümkün mü? En azından vicdanen içlerinin rahat olmaması gerek değil mi? Yani en azından “Herkes aynı şeyi söylüyor bir tek biz mi doğru düşünüyoruz, onların hepsi mi yanlış” diye düşünürler değil mi? Hayır öyle olmadı. Hakimler ne çıkarılan reform paketlerini, ne cumhurbaşkanını, ne meclis iradesini hep hiçe saydılar.

Peki bugün geldiğimiz noktada ne olacak? Anayasa mahkemesi kararı ile açıkça hakimlerin anayasayı ihlal ettikleri ortaya çıktı. Şimdi bunun hiç mi yaptırımı olmayacak, hiç kimseden hesap sorulmayacak mı?

Sevgili izleyiciler, bu konu sadece Anayasa Mahkemesi kararı ile de ilgili değil. Aslına bakarsanız son 10 gün içinde ortaya çıkan, hani benim fosseptik çukurunun patlaması gibi tarif etmeye çalıştığım gelişmeler Ergenekon Balyoz ve benzeri davaları da iflas ettirmiştir.

Bavulcu gazetecinin ortaya çıkardığı 2004 yılına ait Milli Güvenlik Kurulu kararı bu davaları temelinden sarsmıştır. Doğrusu başta mahkumiyet kararları olmak üzere tüm kararların toptan iptal edilmesidir. Sahte belgelerle, kurgularla, dinleme kayıtlarının orasından burasından çekilip alınan cümlelerle, gizli çekimlerle, gizli tanıklarla Türkiye’nin aydınları, yazarları, üniversite rektörleri, akademisyenleri, sendikacıları, bilim adamları, askerleri zindanlara dolduruldular.

Hukuk ve demokrasi kuralları paspas edilerek yapılan sözde yargılamalarla yüzlerce kişi çok ağır hapis cezalarına çarptırıldılar, yüzlerce ailenin ocağını söndürdüler.

Bu yalanlarla mücadele etmek için az çaba harcamadık. Bu nedenle yüzlerce kişi linç edilmeye çalışıldı, işlerimizden olduk, bizleri açlıkla terbiye etmeye bile kalktılar.

Ama şimdi gerçekler ortaya bir bir çıkıyor. Yıllardır saklanan belgeler şimdi iktidar sahiplerinin suratına çarpılıyor. İktidar müthiş bir panik ve heyecanla ortaya saçılan bu gerçekleri örtbas etmek için çabalıyor.

Ama Allah’ın sopası yok,. Ne güzel bir sözdür bu değil mi? Allah’ın sopası yok. Ama adaleti var.

Görüyorsunuz değil mi şimdi nasıl birbirlerine düştüler.

Bakın son günlerde iktidar yandaşları arasında süren kavgada çok sık kullanılan kelimeleri bir gözden geçirelim. Namert diyorlar örneğin birbirlerine. Neden? Çünkü vakti zamanında karşılıklı olarak çok şey alıp vermişler birbirlerine. Bir yazar soruyor “AKP iktidarından önce kaç valiniz vardı, şimdi kaç tane, eskiden kaç üniversiteniz vardı şimdi kaç tane, iş hacminiz ne kadardı şimdi ne kadar?” diyor sonra da ekliyor “Daha sorayım mı?”

Anlıyoruz ki, bunlar çıkar işbirliği yapmışlar. Yasaları hukuku falan bırakın bir kenara, ahlak, vicdan ve adalet kurallarını bile hiçe saymışlar. Din kardeşliğini esas almışlar, kendilerinden olmayanlara dünyayı birlikte dar etmişler. Ne zaman ki sıra birbirlerine karşı üstünlüğü, egemenliği tam olarak kurmaya gelmiş çelişki de çıkmış ortaya.

O zaman ne oluyor? “Vay namert, vay nankör.” Alıp götürürken iyi ama…

Münafık, alçak, müfteri. Hızını alamayanlar bu ifadelerle saldırıyor karşı tarafa. Karşı taraf dediğim de düne kadar içtikleri su ayrı gitmeyen yandaşlar tabii.

Çetecilik suçlaması ise belki en hafifi. Erdoğan yandaşı bir yazar, cemaatçileri çetecilikle suçluyor. Meğer hepsi de birbirinin kirli çamaşırlarını bilirlermiş de saklarlarmış, şimdi onlar açığa çıkıyor.

Kısacası sevgili izleyiciler, beş yıl önce Türkiye’nin gerçek demokratlarına, yurtseverlerine, hukuka, bilime, insan haklarına saygılı insanlarına karşı başlatılan linç harekatı, bugün yine aynen sahnede. Aynı karalamalar, itibarsızlaştırma çabaları, aşağılamalar, lekelemeler yine yapılıyor. Tek fark şu ki, bu kez kendi aralarında hesaplaşıyorlar, kendi kendilerini açığa çıkarıyorlar.

Daha önce de dediğim gibi aslında bu işe hiiiiç karışmadan, uzanıp bir koltuğa seyretmek en güzeli. Ayakları dolandı, belli ki Türkiye yeniden değişecek, akıl, mantık, doğruluk, dürüstlük her zaman olduğu gibi yine kazanacak. Sadece biraz sabır.

Sevgili izleyiciler, bugün 5 aralık. Tabii tarihi biliyorsunuz da, bugünün tarihimizde çok önemli bir yeri var. Hani bu iktidar ve yandaşları akıllarına estiklerinde Atatürk’ü Cumhuriyeti kötülemeye çalışır, devrimlerini hiçe saymak isterler ya, işte 5 Aralık 1934’te Atatürk’ün en önemli devrimlerinden biri gerçekleşmişti. Neydi o? 5 Aralık 1934’te kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuştu. Ondan önce kadının ne seçme hakkı ne de seçilme hakkı yoktu.

Sadece bizde mi, ulaşmaya çalıştığımız Avrupa medeniyetinde de birçok ülkede kadının seçme ve seçilme hakkı yoktu. Ama Atatürk, ülke nüfusunun yarısını oluşturan kadınların bu haktan mahrum bırakılmaması gerektiğini, o dönemin bir çok ileri ülkesinden bile daha önce görmüş ve Türk kadınına bu hakkı teslim etmişti.

Gerçi kadınlara seçme ve seçilme hakkı yani milletvekili olma ve vekilleri seçme hakkı 1934’te verilmişti ama bunun temelleri aslında 1930 yılında atılmıştı. Kadınlar 1930 yılında çıkarılan Belediye Kanunu sayesinde aday olma ve seçme hakkına kavuşmuştu. Böylelikle kadınlar siyasal haklarını ilk kez 1930 yılındaki Belediye seçimlerinde kullandılar.

Türkiye’de belediye seçimlerinde aday olan ve o zamanki adıyla Şehir meclislerine girebilen ilk kadınlar İzmir ve İstanbul’dandı. İzmir seçimlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası, o zamanki adı böyleydi Cumhuriyet Halk Partisi’nin, iki kadın adayı olan Hasane Nalan ve Benal Nevzat Hanımlar Şehir Meclisi’ne girmişlerdi. İstanbul seçimlerinde ise Rana Sani Yaver (Eminönü), Seniye İsmail Hanım (Beykoz), Ayşe Remzi Hanım (Beyoğlu), Nakiye (Beyoğlu), Latife Bekir (Beyoğlu) adlı kadınlar seçilmişlerdi.

Belediyelerden sonra 1933 yılında ise kadınların muhtar seçilmesine de olanak tanındı. Türkiye’nin ilk kadın muhtarı kimdir biliyor musunuz? Büyük şehirlerde seçilmiştir zannedebilirsiniz, ama öyle değil, Türkiye’nin ilk kadın muhtarı Aydın’ın Çine ilçesine bağlı Demirdere köyünde, bugün adı Karpuzlu ilçesi olmuş, 500 oy alarak seçimi kazanan Gül Esin. Demokrasi böyle güzel bir şey işte. Başkentte, İstanbul’da, İzmir’de bir kadın muhtar olamazken, Aydın’ın o zaman küçücük bir köyünden bir kadın çıkıp muhtar olabilmiş.

Laf hazır kadınların seçme seçilme hakkına gelmişken, size biraz da onun tarihçesinden söz edeyim. Türkiye’deki kadınlar milletvekili olabilmek için ilk adımı 1923’te atmışlardı. Bu adım, kadınların 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde ilk kadın partisi “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurma isteğidir. Ancak 1909 Seçim Kanunu sebebiyle bu parti kurma girişimi başarılı olamamış ve kurulmak istenen parti Türk Kadınlar Birliği adlı derneğe dönüşmüş.

1924 anayasası hazırlanırken kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olması gündeme geldi ancak Meclis genel kurulunda bu hakların yalnızca erkeklere tanınması fikri ağır bastığından kadınlar siyasal haklar sağlayamadılar.

Eee dönem öyle bir dönem. Bir taraftan 600 yıllık imparatorluk alışkanlıkları, diğer taraftan savaş yorgunu yeni bir devletin kuruluşu, o sırada kadın haklarına o kadar da sıcak bakmamışlar.

Ancak daha sonra, zaten kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi gerektiğine inanan Atatürk İsmet İnönü’ye bu konuda çalışması için talimat verdi.

Sonunda bu konudaki gerekli yasal değişiklik 1934 yılında Başbakan İsmet İnönü ve 191 milletvekilinin sunduğu Anayasa ve Seçim Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa önerisi sonucu gerçekleşti. Öneri, 5 Aralık 1934’te Mecliste görüşüldü. Yapılan oylamada, 317 üyeli Meclis'te, oylamaya katılan 258 milletvekilinin tamamının oyuyla değişiklik önerisi kabul edildi. Anayasanın 10. ve 11. Maddeleri değiştirilerek her kadına 22 yaşında seçme, 30 yaşında seçilme hakkı verildi.

Yasanın çıkmasından sonra 7 Aralık 1934’te, Türk Kadınlar Birliği İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda büyük bir kutlama mitingi ve Beyazıt’tan Taksim’e bir yürüyüş düzenledi. O zaman bugünkü iktidar zihniyeti olmadığı için kadınlar ne çoplanmış, ne gaza ve suya maruz bırakılmışlardı.

Gelelim kadınların katıldığı ilk genel seçimlere; 8 Şubat 1935 yılında yapılan genel seçimlere ilk kez kadınlar da aday olarak katıldı ve yaşı 22’yi geçen tüm kadınlar da oy kullandılar.

Bu seçimlerde 17 kadın seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. 1936 yılı başında Çankırı’da boşalan milletvekillikleri için yapılan ara seçimde emekli öğretmen Hatice Özgenel seçilince meclisteki kadın milletvekili sayısı 18’e çıktı.

Bugün Meclis’deki kadın milletvekili sayısı 78. Demek ki Meclis’in yüzde 14’ü kadın. Diğer ülkelerdeki durumu tam bilmiyorum, ama size ilginç bir oran vereyim. Dünyada kadın milletvekillerinin en çok olduğu ülke hangisi biliyor musunuz? Ruanda. Bu ülkede milletvekillerinin yüzde 56’sı kadın. Ruanda’da işler tersine galiba, erkekler değil kadınlar siyasetle daha çok uğraşıyor demek ki.

Galiba bugünkü zamanımız da doluyor. Yarın aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyilikler diliyorum. Bu arada unutmayın, yarın akşamdan itibaren Halil Nebiler’le yepyeni bir programa başlıyoruz. Çift vuruş adlı programımızda hayatın içinden can alıcı konuları ele alacağız. Evet, hoşça kalın…

ulusalkanal.com.tr

Namert münafık alçak müfteri