Dünya konjonktürü ve Türkiye

Dünya konjonktürü ve Türkiye

Boyumdan büyük bir başlık attım. Olsun, hep başkaları atacak değil ya. Türkçe sözlük “konjonktür” kavramını şöyle tanımlamış: “ekonomik, sosyal, politik alanlarda istatistiklerden, olgulardan, nesnel durumlardan yararlanarak olayların gelecekteki gelişimiyle ilgili tahmin”

Cumhuriyet tarihimize şöyle bir baktığımızda, çoğu zaman dünya konjonktürü ülkemizin lehine işlemiştir. Hani bazılarının dillerine doladıkları şu “otuzlu yıllar” var ya, o yıllar dünya konjonktürünün bütünüyle ülkemiz lehine işlediği yıllardır. Şöyle ki, başta İngiltere olmak üzere, emperyal güçlerin Avrupa’da uç vermeye başlayan Nazist ve Faşist diktatörlerle başları derttedir. O nedenle, kendi dertleriyle uğraştıklarından Türkiye ile uğraşmaya fırsat bulamamışlardır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, o günkü yöneticilerimiz, bu fırsatı çok akıllıca değerlendirmişler, Bu yıllarda dünyanın en yüksek %10 kalkınma hızını gerçekleştirmişler, demiryollarından, temel sanayi kuruluşlarına değin ülkemizin gereksinmelerini karşılamışlardır.

Dış politikada, bugün gerçekleştirilmesi hayal bile edilemeyen, Montrö Antlaşması ve Hatay’ın Anavatana katılmasını sağlamışlar, ülke güvenliğiyle ilgili olarak, Sovyetlerle dostluk anlaşması imzalamışlar, Balkan ülkeleriyle, “Balkan Paktını”, doğu ve güney komşularımız olan, Afganistan, İran, Irak’la “Sadabat Paktını” imzalamışlardır. Onun için, Cahit Kayra bu yıllara “Altın Yıllar” demektedir.

Büyük Atatürk’ün otuzlu yıllarda, kurmuş olduğu bu verimli çevre ilişkileri ve yöneticilerimizin basiretleri sayesinde II. Paylaşım savaşını burnumuz kanamadan atlatma fırsatını bulmuşuzdur.

1945’ten sonra, ABD’ye teslimiyetimiz nedeniyle Kıbrıs olayı dışında konjonktürü ne izleme ne de değerlendirme fırsatımız olmamıştır. Bu günkü teslimiyetçilerimiz, Kıbrıs’ta insiyatif almamızdan pişmandırlar.

Dünyadaki nükleer denge nedeniyle ısınamayan, soğuk savaş sırasında da ülkemiz sıcak saldırıların dışında kalabilmiştir. Ne zaman ki, seksenli yılların ortalarına doğru Sovyetler Birliği zafiyete düşmüş, ABD dünyada tek tabanca olma işlevini göstermeye başlamış, bunun somut görüntüsü olarak ülkemizde PKK terörü uç vermiştir.

1991’de Sovyetlerin çökmesiyle, Tek tabanca kalan ABD Irak ve Afganistan’a saldırmış, ülkelerin yapılarını bozmuş, kaynaklarına el koymuştur. Ayrıca BOP adı altında Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarını değiştirme kararı almıştır.

Bilindiği gibi, kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin iç çatışmaları bu planın sonucudur.

Sıra, hem İsrail’e, hem ABD’ye direnen Suriye’ye gelmişti. Ancak, 1991 den sonra geçen yaklaşık 15 yıl içinde ABD’nin tabancası karıncalanmış, karşısına, Çin, Rusya, İran, biraz Hindistan ve güney Amerika ülkeleri karıncalanmamış tabancalarla çıkmışlardır. Onun için beş yıldır, Suriye savaşı bitmemektedir. Dünya yeniden çekirdekli dengeye, soğuk savaş yıllarına dönmüştür.

Şu anda tam otuzlu yıllarda olduğu gibi konjonktürden yararlanma fırsatı gelip kapımızı çalmıştır. Otuzlu yıllarda Atatürk’ün yaptığı gibi, hem Balkan ülkeleriyle, hem İran, Irak, Suriye ve Rusya’yla işbirliği anlaşmaları yapmanın zamanıdır. O zaman ülkemizde ne terör, ne işsizlik, ne yoksulluk kalır. Türkiye gene otuzlu yıllarda olduğu gibi yıllık %10 kalkınma hızını yakalar, “çağdaş uygarlığın üzerinde bir güneş gibi doğar” dı…

ABD başına geleceği önceden hesaplıyor, onun için hegemonya kurduğu ülkelerde hem hükümeti, hem muhalefeti belirliyor. Altmışlı, yetmişli yıllarda sadece hükümeti belirlemekle yetinirdi…

Onun için iktidarımız da, muhalefetimiz de, İran’la, Irak’la, Suriye’yle, Mısır’la kavgalı. Üstelik ana muhalefetimiz, “Altın Yıllar” olan otuzlu yıllarımızla da kavgalı… Bu tersine gidişle, hiç kimse Türkiye’nin yüzü gülecektir diyemez, derse yalan söyler, gerçekler ortada…

Tek kurtuluş yolumuz, ABD’nin biçimlendirmediği bir iktidar ve muhalefeti oluşturabilmektir. Yani Ankara’dan yönetilmektir… Başka çaremiz yok…

Mehmet Sazak

ulusalkanal.com.tr