Madencilerin ailelerini tehdit ettiler

Madencilerin ailelerini tehdit ettiler

Aydınlık gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, Türkiye'nin en büyük maden faciasının arka planını yazdı. Maden şirketinin sahiplerinin ve yöneticilerinin, aileleri tek tek arayıp tehdit ettiği iddiasını dile getirdi.

İşte Mustafa Mutlu'nun çok konuşulacak o yazısı:

Soma’daki madende kalanları kurtarma çalışmaları neredeyse durdu.

Hâlâ olay yerinde onlarca araç ve cenaze arabası bekliyor ama... İçeride kaç kişi olduğu, onları çıkarmak için kaç kişinin çalıştığı, çalışmaların ne aşamada olduğu bile bilinmiyor.

Peki; hava nasıl?

Söylemek ayıp olacak; ancak...

Olayın üçüncü gününde itibaren deyim yerindeyse “panayır yeri” gibi...

Yakın çevrede oturan aileler, 5-6 aylık çocuklarını bile kucaklarına alıp, “Bir görelim diye geldik” diyerek madene koşuyor.

Günlerdir kimsenin çıt çıkaramadığı ve gözyaşlarının sel olup aktığı bu alanda artık çocuklar koşturuyor, anneler-babalar çekirdek çitliyor.

Çevredeki çam ağaçlarının altında piknik yapılıyor!

‘Yetkililer’ ortaya çıktı!

Bir başka ilginç nokta da günlerdir ortada görünmeyen şirket yetkililerinin ve yöneticilerinin, özellikle Cumhurbaşkanı’nın kaza yerini ziyaretinden sonra ortaya çıkmış olmaları...

Dün akşam izlemediyseniz; bu akşam tekrarı var; Ulusal Kanal’da yayınlanan Kral Çıplak’ı bu hafta baştan sona maden alanında çektim...

Tam atölyelerin olduğu noktadaydım, elimde mikrofon, “Burada herkes çok şey yapmak istiyor ama ne yazık ki hiç kimse hiçbir şey yapamıyor” diye bir anons yapıyordum ki... Önüme çıkan turuncu-siyah tulumlu, iri yapılı adama sordum:

“Siz de böyle düşünüyor musunuz?”

“Hayır. Devletimiz her şeyi yapıyor. Başbakanımız ve hükümetimiz duruma hâkim” diye yanıt verdi adam... Konuşma, şöyle sürdü:

“Ya şirket? Şirket de her şeyi yapıyor mu?”

“Yapıyor elbette... Daha ne yapsın?”

“Ne yaptı örneğin? Bu kazanın olmaması için gereken önlemleri aldı mı?”

“Aldı elbette...”

“O zaman kaza neden oldu? Şirketin hiç mi hatası, eksiği yok?”

Adam sustu, bu soruya yanıt vermedi. Devam ettim:

“Siz şirket yöneticilerinden misiniz?”

“Evet...”

“Oh çok sevindim sizi bulduğuma. Biz de günlerdir sizi merak ediyorduk, ‘Nerede bu şirket yetkilileri, neden hiç ortaya çıkmıyorlar’ diyorduk...”

Bu sözleri duyan adam el kol işaretleri yaparak yanımdan uzaklaşmaya başladı. Arkasından seslendim:

“Durun, hazır sizi bulmuşken birkaç soru daha sorayım: İçeride kaç kişi var? Kurtarma ya da cenaze çıkarma çalışmaları devam ediyor mu? Bu çalışmaları kim sürdürüyor?”

AKP’liler işbaşında!

Sorularım havada kaldı. Çünkü “şirket yetkilisi” beyefendi, koşarcasına yanımdan ayrıldı ve kalabalığın arasında kayboldu.

O sırada 1,55 boylarında “kara yağız” bir başka adam, “Siz zaten Ulusal Kanal’sınız. Siyaset yapıyorsunuz. Başbakanımız burada her şeyi yaptı, bakın yardım ekipleri geldi, su-ekmek dağıtıyor” diye bağırmaya başladı. Çevresindeki bir ya da iki kişi de onu alkışladı.

“Su-ekmek dağıtmak mı sizce tek yapılması gereken? ‘Çağdaş’ dedikleri bu madende gerçekten yeterli denetim yapıldı mı sizce?” diye sordum, “Re-cep Tay-yip Er-do-ğan” diye nameli bir yanıt verdi.

“Yönetici misiniz” diye sordum, aldırmadı.

“İşçi misiniz?” dedim; umursamadı...

“Re-cep Tay-yip Er-do-ğan” diye bağıra bağıra çekip gitti!

Aileler nerede?

Kimilerine göre içeride 80, kimilerine göre ise 400 kişi var!

Doğru sayıyı söylemek şu bilgi kirliliğinde mümkün değil ama gerçek olan tek şey, “yakınlarını bekleyen aileler”in maden bölgesinden ayrılıp evlerine gittikleri...

Herkes birbirine soruyor, “Eşleri, çocukları, kardeşleri, babaları madende? Bu insanlar neden ortalıkta görünmüyor?”

Aslında bu sorunun yanıtını herkes biliyor:

Görünmüyorlar; çünkü maden şirketinin sahiplerinin ve yöneticilerinin, aileleri tek tek arayıp, “Medyaya tek kelime demeç verirseniz bir kuruş tazminat alamazsınız, diğer çocuklarınız da işsiz kalır” diye tehdit ettikleri iddia ediliyor.

Acılı annenin çaresizliği

Bu konuda bire bir tanık olduğum ve videoya çektiğim bir örnek bile var...

Cumhurbaşkanı’nın gelmesine dakikalar kalmış... Maden alanında kuş uçurtulmuyor. Kızılay çadırının hemen arkasında telefonla konuşan köylü bir kadın çekiyor dikkatimi... Yanında yine başörtülü bir başka kadın var; ikisi de ağlıyorlar. Karşılarında da genç bir adam... Telefondaki kadın bir süre sonra bağırmaya başlıyor:

“Arayıp durma ikide bir... Ne bileyim ben öldü mü kaldı mı? Bekliyoruz işte... Dün Kırkağaç’taki depoya gittik, çıkanlara (cenaze) baktık, yoktu bizimkisi... Şimdi buraya Gül geliyor. Bakalım ne diyecek?”

Bu ailenin gerek telefondaki, gerekse kendi aralarındaki hüzünlü konuşmalarını yaklaşık yirmi dakika boyunca videoya kaydettim. İsyanlarını, öfkelerini, çaresizliklerini gözlerimle gördüm.

Bir süre sonra şık giyimli bir sunucu meslektaşım geldi. Habertürk TV’nin mikrofonu vardı elinde... Az önce ağlayıp isyan eden kadının önünde diz çöktü, elini tuttu:

“Teyzeciğim, madenci yakını mısınız? Sizinle röportaj yapabilir miyiz?”

Aldığı yanıt aynen şöyle oldu:

“Yooookkk gızıııımmm... Yardım getiriverdim ben... Kimsenin yakını değiliz biz... Gidivericez zaten...”

Sonra ne mi oldu? Söyleşi talebi reddedilen o meslektaşımın yanına gittim, çektiğim görüntüleri izlettim.

Gözlerine ve kulaklarına inanamadı!

İşte; durum böyle... Korku bu boyutta.

‘Başımız sağ olsun!’

Soma... Burada insanlık tarihinin en büyük acılarından biri yaşandı.

İhmallerin, sorumsuzlukların, peşkeşin, sorumsuzluğun büyüklüğü; katliam gibi bir kazaya yol açtı.

Geriye kalan ise büyük bir yorgunluk ve kocaman bir soru işareti...

“Başımız sağ olsun” demek bile sadece bencilliğimizi ifade etmekten öte hiçbir anlam taşımıyor artık!

“Başımız sağ olsun...”

“Allah sabırlar versin...”

İyi de ya gidenler?

Onların çocukları, bakmakla yükümlü oldukları hastalar, sakatlar, yaşlılar...

“Başımız sağ olsun” demek bizi rahatlatıyor belki; ancak hiçbiri için hiçbir anlam ifade etmiyor ki...

ulusalkanal.com.tr