İmam Gazali'nin hayali Türkiye'de nasıl gerçek oldu?
Türkiye'deki din eksenli siyasi yapılanmanın ancak İmam Gazali'nin hayal ettiği dünyada yaşanabileceğini söyleyen Prof. Dr. Ali Demirsoy, "Türkiye belli ki İmam Gazali’nin bu rüyasını gerçekleştiren ülkelerin arasına katılmak üzere" görüşünü savunduğu kapsamlı makalesinde, çarpıcı bir Türkiye analizi ortaya koydu.
Yusuf Yavuz
Evrimsel biyoloji alanında önemli çalışmalara imza atan, bu çalışmalarıyla dünyaca tanınan biliminsanlarımızdan biri olan Demirsoy, tarım kültürüne geçişle birlikte başlayan süreçte, yabani tohumların tarla bitkilerinin tohumlaırnı taklit edip elekten geçerek ekilecek tohumların içine sızmasının binlerce yıllık hikayesini anlatıyor ve ekliyor: "aklımızı başımıza almaz isek, eleğin ürünlerini çok değil birkaç 10 yıl sonra acı bir şekilde göreceksiniz."
İşte 'Doğaperest' olarak anılan Prof. Demirsoy'un tartışma yaratacak o yazısı:
YABANİ OTLARI TARLALARDAN NİYE TEMİZLEYEMİYORUZ?
"Doğada benzer gereksinmesi olan canlılar çoğunluk aynı ortamda bulunur ve biyoloji biliminde bunlara da birlik denir. Dolayısıyla bu birlikten herhangi bir bitki bize söylenirse orada başka hangi bitki ve hayvan türlerinin olabileceğini ve hatta o bölgenin toprak yapısı, iklim yapısı hakkında görmeden geniş bilgi veririz. Çünkü orada bulunan sistem, gereksinmesi aynı olan çeşitleri barındırır. Tarım kültürüne geçme zamanının yaklaşık 10 bin yıl öncesine dayandığı bilinmektedir. Özellikle Ön Asya’da tohum ambarları bulunmuştur. Bu ambarların bir kısmında, herhalde hava akımı kesildiği ya da kille bastırıldığı için tohumlar çimlenme yeteneklerini hemen hemen yitirmiş olmalarına karşın, hangi bitkilerin tohumlarının bu depolarda temsil edildiği anlaşılabilmektedir.
İlk depolarda buğday ve arpa ya da mercimek gibi tarla bitkilerinin tohumlarının arasında bu gün de bilinen yabani otların tohumları bulunmuştur. Ancak hem buğday, arpa ve mercimek hem de yabani otların tohumları, bugünküne göre büyüklük ve şekil bakımından çok daha değişik yapılardaydı. Yani aynı türe ait tarım bitkilerinin ve yabani otlarının tohumları hem tür içindeki bireylerde hem de türler arasında büyük farklar gösteriyorlardı. Açıkça her tür, çok farklı ortamlara uyum sağlayabilecek çok farklı özellikleri olan bireyleri (tohumları) içinde barındırıyordu. Yani çeşitlilik bakımından bugünküne göre çok zengindi diyebiliriz.
TARLA BİTKİLERİNİ TAKLİT EDEN YABANİ TOHUMLAR
Araştırmalar günümüze doğru ilerlediğinde, hem tür içi tohum hem tür arası tohum benzerliğinde gittikçe artmalar gözlendi. Bir etken bu çeşitliliği ortadan kaldırıp, homojenliği (tekdüzeliği) sağlıyordu. Bunun nedeni epeyi bir süre açıklanamadı; ancak evrim bilimi ve popülasyonlardaki gen frekansının değişim ilkeleri bulununca, sorunun nedeni anlaşıldı. İnsanlar yabani otların tohumlarını tarla bitkilerinden ayırmak için eleği bulmuşlardı. Başlangıçta tarım bitkileri ile yabani tohumları birbirinden ayırmak için bu yöntemin çok etkili olduğu söylenebilir. Çünkü uygun gözeneğe sahip elek, buğdayı aşağı geçiriyor daha büyük yabani otların tohumlarını eleğin üstünde tutuyordu ya da tarla bitkilerinin tohumlarını eleğin üstünde tutuyor, daha küçük yabani otlarınkini aşağı geçiriyordu. Böylece etkili bir eleme (ayırma) söz konusuydu. Ancak yabani tohumların arasında çok az sayıda tohum, biyolojik yapının vazgeçilmez bir özelliği olan varyasyon özelliğinden dolayı, büyüklük ve şekil bakımından tarla bitkilerinin tohumu biçiminde olabiliyordu. İşte bu uyumu yapan ya da bu seçmeye uğrayan tohumlar tarla bitkilerinin tohumları ile birlikte bir sene sonra ekilecek tohum çuvallarının içine sızmayı başarabiliyorlardı.
Bu eleme yüzlerce ve hatta binlerce yıl insan eliyle uygulandığı için, tarla bitkilerinin yabani otlarının tohumu, neredeyse tarla bitkilerinin tohumlarıyla aynı şekle ve büyüklüğe geldi. Bu seçme sırasında tarla bitkilerinin tohumları da elemeye uğradı, onların da şekil ve büyüklüğünde büyük ölçüde benzerlik sağlandı. Ancak bu homojenleştirme çeşitli etkenlere karşı dirençsizliği ve zafiyeti ortaya çıkardı. Çünkü varyasyonlar (çeşitler) elenmiş, neredeyse tek tip elde edilmişti. Yabani formlarının çeşitliliği fazla olduğu için ortaya çıkan bir hastalıkta bu türün bireylerinin önemli bir kısmı ortadan kalksa bile, tür içi varyasyonlardan bir ya da birkaçı bu hastalığa karşı dirençli bir yapıyı taşıdığı için eninde sonunda, tekrar türün yaygınlaşmasını ve türün geleceğinin korunmasını sağlayabiliyordu. Ancak bu elemeden kurtulanlar, çoğunluk, birkaç özelliği bakımından insanların hoşuna gidecek biçimde seçilmiş olsa bile, çok farklı özellikleri taşımamaları nedeniyle, doğal etkilere karşı dirençli olamıyorlardı. Hastalıklara karşı zayıf oluyor, kısıtlı çevre koşullarına da uyum yapamıyorlardı.
Islah edilmiş, elekten ya da benzeri bir seçme aygıtından geçirilmiş canlıların tümünde bu sorun vardır. Bu nedenle birçok türün yabani formu doğanın en zor koşullarında yetişirken, ıslah edilenler özel bakıma gerek gösterirler. Hastalanırlar, ek besine gerek gösterirler; susuzluğa, tuza, kirece şuna ya da buna dayanıklı değillerdir. Bunların çoğunluk sadece bir ya da birkaç özelliği –insanlar için yararlı olanları- seçilerek geliştirilir. Bu, türün genel doğal yapısını bozsa da, geliştirilen özelliği nedeniyle insanların kazancını artırır. Bu anlattıklarımız biyolojinin canlıların fiziki yapısına yönelik ıslah uygulamasıdır.
İNSANIN ZİHİN YAPISINDA KÖRELTME UYGULANDI MI?
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri de düşünme, yorumlama ve bilinenlerden bilinmezi bulma ve yeni durumlar yaratma yetisi olduğuna göre, acaba, insanın sosyal ve zihni yapısında da böyle bir ıslah (burada köreltme) uygulanmış mıdır ve zamanımızda uygulanmakta mıdır?
BİLDİĞİ YOLDAN ŞAŞMAYANLARA NEDEN 'SIĞIR GİBİ' DENİLİYOR
Biz yine eski çağlara dönüp birkaç hayvan ıslahına bakalım. Sığır türü doğanın en yabani ve en saldırgan türlerinden biridir. Yabani bir boğanın karşısına çıkabilen pek az canlı bulunur; son derece saldırgandır ve özgür yaşamaya uygun bir hayvandır. Ancak insanlar, bunların saldırganlarını öldürmüş, daha sakin ve itaatkâr olanları yanlarında barındırmış ve üremelerine izin vermişlerdir. Sonunda doğanın o görkemli hayvanı, akşam sabah memesi ellenen, sırtına yük vurulan, toprağı sürmeye zorlanan ineğe dönüşmüştür. Çevresinde dönen bin bir dolaba, ahlaksızlığa kayıtsız kalanlara, durumun vahametini anlatsanız da bildiği yoldan şaşmayanlara, önüne konan otu yemeyle vakit tüketenlere ve birileri tarafından verilenlerle yetinen insanlara sığır gibi denmesinin nedeni bundan kaynaklanıyor olmalı.
BİRİNE KÖRÜ KÖRÜNE BAĞLANANLARI BİR DE BU GÖZLE GÖRÜN
Köpek, bilgilerimize göre evrimsel gelişimine çok daha küçük vücutlu olarak başlamış; çok da saldırgan bir tür değilmiş; keza kurtlar gibi özgür bir doğası da varmış. Ancak insan soyu onları birilerini üzerine saldırtmak için bu yönde seçmeye başlayınca son derece saldırgan bir soy ortaya çıkmış; bu saldırganlığın denetimini kolaylaştırma için itaat edenleri (ne olursa olsun sadakatle bağlananları) de seçince bugün bildiğimiz köpekler ortaya çıkmış. Dünyanın çok çeşitli coğrafyasında, özellikle bizim coğrafyamızda, insanların bir hiç uğruna birbirlerinin üzerine saldırması ve bu coğrafyada binlerce yıldır süregelen kanlı savaş ve çatışmaların olmasını, bir tarafıyla bir şeye, birine ya da bir öğretiye körü körüne bağlanmasını bir de bu gözle görmenizi öneririm.
Gün geçmiyor ki bu coğrafyada birileri, bilmem neresine bağladığı bombaları, suçsuz ve günahsız insanların içinde patlatarak bu coğrafyayı kan gölüne döndürmesin. Bu insanların birilerinin boğazını keserken, vücudunu deşerken, bombanın pimini çekerken son söylediği sözler bu yönlendirmenin kimler ve hangi öğretiler tarafından güdümlendiğini gösterir.
AYDINLIĞA KOŞAN COĞRAFYANIN GERİYE DÖNÜŞÜ NASIL BAŞLADI?
Aslında bu coğrafyanın ilk önemli kırılması, yani aydınlığa koşan toplumun geriye dönüşü, bu gün Sünni düşüncenin de akıl babalarından olan, bilimi ve felsefeyi kafirlik olarak tanımlayan, İbni Sina ve Farabi'yi kafir olarak suçlayan İmam Gazali'nin (1058-1111) ünlü risalesi 'Tehatüful Felasife' yani "Felsefenin Tutarsızlığı"nı yazmasıyla başlar.*
Öyle ki içtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü keser. Ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden, dinde akla uymayan şeyleri değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar. İslam dünyasının yolu İmam Gazali ile bu şekilde tıkanmış olur.
Evrimci bir yanı da olana, Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo'dan Platon'a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbni Rüşt (1126-1198) bu akımın saçmalığını ve tehlikelerini bir bir saysa da, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunsa da kimseyi inandıramaz. Gazali'yi eleştiren ünlü reddiyesini, 'Tehatüfül Tehafül' yani "Tutarsızlığın Tutarsızlığı”ını yazar. Avrupa’nın aydınlanma çağının bu bilim adamının eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilip, Avrupa’ya yayılması ile başladığı çoğu bilim çevrelerince kabul edilir.
İBNİ RÜŞT AYDINLANMAYI, GAZALİ BAĞNAZLIĞI GETİRDİ
İslam dünyasının yolu burada ikiye ayrılır. Biri (bugünkü İslam dünyası) İmamı Gazali eleğini, batı dünyası ise İbni Rüşt eleğini kullanmaya başlar. Doğal olarak da birinin eleğinde üretken olmayan çöpler, diğerinkinde de verimli tohumlar birikir. Bazı kaynaklarda bu yol ayırımına kadercilerle bilimcilerin kapışması olarak bakılır. Bilimciler bu münazarayı yitirdiler ve bu coğrafyanın yolunu kadercilerin eline teslim ederek, bağnazlık çukuruna yuvarlanmasına neden oldular. İbni Rüşt (1126-1198)’ü izleyen Avrupalılar aydınlanma çağını yakalamış, İmam Gazali'nin yolunu tutanlar da gericiliğin ve bağnazlığın çukuruna düşmüştü.
İmam Gazali'nin yolundan giden ülkelerden sadece bir tanesi, bundan 90 yıl önce bir şans yakaladı. Bu, genç Türkiye cumhuriyetiydi ve bu yeni akımın adı da bu kesime gönül vermişler tarafından Atatürkçülük ya da Kemalizm olarak adlandırılmıştı. İbni Rüşt’ün dünya görüyle yola çıkan bu devrim, ne yazık ki temelleri 1946 yıllarında atılan karşı devrim ile sonunda tekrar İmam Gazali’nin yoluna düştü. Belli ki İmam Gazali’nin dünya görüşü ölmemişti, sinsi sinsi günümüze kadar sürdürüldü ve yeni bir vücutta ve yapılanmada tekrar sahneye çıktı (hortladı). Yaklaşık 90 yıl önce ayrıldığımız yol arkadaşlarımızın yanına yuvarlanmak ve onlara kavuşmak için herhalde biraz zamana ihtiyacımız olacak…
İbni Rüşt “dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı” görüşünü savunmuştu, İmam Gazali ise ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden, dinde akla uymayan şeyleri değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştı.
TÜRKİYE GAZALİ'NİN RÜYASINI GERÇEKLEŞTİRMEK ÜZERE
Bugünkü dünyada resmi kurumlarda din simgesi olan örtülerle çalışma izni çıkaran, meclisine başörtülü vekil girmesini yeniden uygulamaya sokan, ilkokul öğrencilerine evrenin yapısı yerine kutsal kitabı ve peygamberin okutulmasını seçmeli zorunlu ders haline getiren, din işlerinden sorumlu başkanlığına 3-5 bakanlığın bütçesinden fazla para ayıran, komşu ülkelerin asker sayısından çok ücretli imam barındıran, kürsüye her çıktığında dinin bir yerini istismara kalkışan politikacılardan oluşan siyasi bir yapıya sahip olan, her gelişmeyi her buluşu kutsal kitabında arayan ve orada bulunduğunu ileri süren, kendi dininin bile farklı görüşlerini dışlayan ve tehdit olarak gören bir yapılanma olsa olsa İmam Gazali’nin hayal ettiği dünyada yaşanabilirdi. Türkiye belli ki İmam Gazali’nin bu rüyasını gerçekleştiren ülkelerin arasına katılmak üzere.
İBNİ RÜŞT'ÜN ELEĞİNİ BIRAKAN TÜRKİYE'NİN SONU NASIL OLACAK
Ne mi olacak? Dinimizde geleceğimizi saptayacak iki elek ortaya çıkmıştı: İmam Gazali görüşü, İbni Rüşt görüşü. Atatürk Cumhuriyeti hariç diğer Müslüman ülkelerin çoğu İmam Gazali eleğini kullanmıştı ve olması gereken yerlere de vardılar. Türkiye Cumhuriyeti yakın zamana kadar İbni Rüşt eleğini kullanmaya çalıştı, eksiklikleri olsa bile çağdaş bir yaşamın temelleri atıldı. Ancak Türkiye’de çok iyi planlanmış kurnaz planlarla elek değiştirildi. Doğal olarak sonuçları hemen gözükmeyecektir; yabani otların yayılması gibi zaman alacaktır. Sonuç: Diğer Müslüman ülkelerde ne olduysa, bu kafayla giderse bize de aynı şey olacak. Akşam sabah kutsal yönlendirmeler ile yol haritası çizilen, düşünemeyen, yorum yapamayan, yenilik yaratamayan, her şeyi kutsal kitabının içinde arayan, çekişmeye, sürtüşmeye, yalana talana yatkın, doğru sandığı şeylerin yanlışlarının üzerine oturtulduğundan haberi olmayan, sömürüye açık, egemen güçlerle işbirliği içinde olan ve egemen güçlerin kirli işlerinin tetikçiliğini yapan bir halk kitlesi ile bu halkı dini söylemlerle, son zamanlarda demokrasi sözcükleri ile sömüren, ülkenin zenginliklerini talan eden ve ettiren, kazandıklarını yabancı bankalara yatıran, ikbalinin devamı için devletin kurumlarını –doğru olup olmasına bakmadan- istediği gibi düzenleyen, gücünü yandaş basından alıp, doğruyu yazan çizenlere baskı uygulayan bir yönetici ve idareci kesimi bu eleğin son iki ürünü olarak seçilirler.
MÜSLÜMAN KARDEŞLER'İN ESİNLENDİĞİ MEZHEBİ İSTANBUL'A HANGİ PADİŞAH GETİRDİ?
Bu coğrafyadaki insanların pek azı da olsa, yaklaşık bugün 30-35 ülkeye 400-600 yıl egemen olmuş bir imparatorluğun dünya insanlarının tümünün kullanabileceği bilimsel katkı, buluş, edebiyat ve sanat konusunda neden herhangi bir katkı yapamadığını merak edebilir. Hatta daha önce ilklerin gerçekleştiği bu coğrafyada mevcut olan yaratıcı gücü, sanatı, bilimsel atılımları yürütemediğini de merak edebilir.
Osmanlı, aslında ilk yıllarında dünya politikasına ve sanatına damgasını vuran, gelmiş geçmiş en bilgili, yetenekli ve yerine göre kurnaz devlet adamlarını barındıran Bizans İmparatorluğunun düşünürlerini, devlet adamlarını, sanatkârlarını dışlamadığı ve kendi bünyesine aldığı için büyük bir atılım yapmıştır. Her düşünceye, her inanca, her fikre gerekli serbestliği vermiş ve böylece tek tip insan yetiştirilmesinin önünü tıkamıştır. Ne zamana kadar? Yavuz Sultan Selim Mısır’ı gidip (4 Şubat 1517) oradan dünyanın gelmiş geçmiş en gerici ve tutucu, bağnaz mezhebi olan Aşarilerin 1000 kadar sözüm ona ulemasını (aslında mürtecisini) İstanbul’a getirip onlardan icazet almaya başlayıncaya kadar. Aşari mezhebi Sünniliğin ve Müslüman Kardeşler örgütünün de önemli ölçüde esinlendiği bir akımdır.
İnsanların yönlendirilmesinde dini kurallar adı altında çok güçlü, kimsenin itiraz edemediği, ettiğinde kellesinin gittiği yeni bir anlayış getirilmiştir. Bu mezhebin inancına göre Kuran’ın hiçbir harfi, hatta elifin üzerindeki esresi bile yoruma tabi tutulamaz, değiştirilemezdi. Dinde değişim, dönüşüm, yeniliklere ayak uydurma bu mezhebin görüşüne göre yasaklanmıştı. Osmanlının gelişmeye ve aydınlığa yürüyeceği yol bu gelenlerle birlikte tıkanmıştı. Ancak Bizans’tan edinilen bilgilerin oluşturduğu hız hemen kesilmedi Kanuni Sultan Süleyman zamanında da bir süre devam etti ve onun da basiretsiz kararlarıyla birlikte çöküşe geçildi. Genç Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar.
İmparatorluk döneminde, müspet bilimin, bilim adamlarının (kendini aydın zanneden birçok kişi din adamlarını da bilim adamlarının içine sokmaya çalışsa da bu yanlıştır) teşvik edildiği, perspektiften yoksun, insan yaratıcılığını körelten minyatür ve tezhip sanatından başka güzel sanatlara destek sağladığı, çoğunluğu birbirine benzeyen cami, ordunun geçmesi için köprü ve ticaretten vergi alınabilmesi için kervansaraydan, çocuklarının, paşalarının ve gözdelerinin oturması için yapılan köşklerden başka yapı sanatına da destek verdiği görülmemiştir.
BU ÜLKE OSMANLI'YA KADAR BİR HEYKEL BAHÇESİYDİ
Bunları yazdığım için at gözlüğünü bir türlü atamayan birçok kişi bana kızacaktır biliyorum. Ancak gerçeği görmek için dünyayı gezmeniz de gerekmez. Güney sahillerini, Ege sahillerini boydan boya, hatta Osmanlının Payitahtı İstanbul’u gezmeniz yeterli. Bu ülke Osmanlılara kadar bir heykel bahçesiydi, kütüphaneleri, tiyatroları, amfileri, su kemerleri, yağlı boya resimleri, freskleri, mozaikleri, şehircilik tasarımları ile dünya sanat ve edebiyat tarihinin başköşesine oturmuştu. Bugün onlarca milyar dolar kazandığımız turizm bile ya doğal kaynaklarımızı (deniz, jeolojik oluşum, yayla ve dağları) kullandırmadan ya da bu insanların bize bıraktıkları (çoğunu da koruyamadık, tahrip olmasına göz yumduk, birilerine hediye ettik vs) arkeolojik eserleri pazarlamayla elde ediliyor. Heykelin ve resmin yasaklandığı bir ülkeden ne olursa o oldu…
SİNSİ SİNSİ ELEĞİN GÖZÜNDEN SIZDILAR...
Kaynağını üretken kuşaklar yetiştirmeyen her toplum en sonunda ya yok olur ya da başkalarının kölesi olur. Türkiye 1946’lı yıllara kadar uygar ülkelerin eleğini kullanarak yaratıcı, dünyayla barışık, temel bilimlere yatkın, sanatı ve edebiyatı ötelemeyen, çağın modern kurumlarına sahip nesiller yetiştirmeyle işe başlamıştı; 1950 yıllarından sonra zor şer direğe astığımız daha önceki toplumun eleğini tekrar indirip, insanları, batının aydınlanma çağında bıraktığı yöntemlerle (Ortaçağ yöntemleriyle) tekrar yönlendirmeye ve seçmeye başladık. Fiziki olarak bazı ilerlemeler görülse de zihinsel geriye göç başlatılmıştı. İkinci bir Yavuz Sultan döneminin kapısı açılmıştı. Aynen yabani ot tohumları gibi birden bire uygun ortam bulamadılar; doğal olarak kendilerini gösteremediler; yavaş yavaş (sinsi sinsi) eleğin gözlerinden sızdılar; 1980 çimlenme zamanıydı; darbe onlara bu ortamı yeterince sağlamış; hatta bu öğretinin kökleşmesi için Anayasayla eğitimin zorunlu parçası bile olmuşlardı.
İnsanın atılım yapabilmesi için iki şeyi doğru kullanması gerekir. Birincisi zamanı, ikincisi kaynakları. Bu coğrafyanın insanı, inançlarımı yerine getiriyorum diye zamanını ve kaynaklarını önemli ölçüde tüketiyor. Bir saniyenin ve bir sentinin hesabını yapan rakiplerinizle bu durumda nasıl aynı hizaya geleceksiniz. Bunlar yetmezmiş gibi son zamanlarda çocuklarımızı da ilkokuldan başlayarak bu elekten etkin olarak geçirebilmek için gerekli yasal düzenlemeleri yaptık, hızla açılan bu öğretinin yaygınlaşmasına yönelik yeni okullarla alt yapıyı da büyük ölçüde tamamladık.
ACI SONUCU ÇOK DEĞİL ON YIL SONRA GÖRECEKSİNİZ
Demokratik açılım diye çağlar ötesinin giysilerini yeni bir kreasyon ile simgeleştirerek olmaması gereken yerlere sokmayı sosyal atılım olarak gösterdik. Bu simgelerle, bu örtülerle bir yere giden, saygın bir ülke göstermek olanak dışı olmamasına karşın, bunu çağdaş bir görüşün ürünü olarak sunduk; halkımızı da inandırdık. Zaman zaman kendimden kuşku duyuyorum; acaba benim diğer insanlardan farkım mı var; acaba ben dört gözlü müyüm diye? Her gün görsel basında kan gölüne dönen ülkelerin, fakirlikten inleyen coğrafyaların, canı pahasına başka ülkelere sığınmaya çalışan insanların doğdukları ve yaşadıkları sokaklara bakıyorum, bizim çağdaş demokrasinin örtüsü diye ısrarla takılmasını güvenceye almaya çalıştığımız örtülü insanlarla dolu. Aksini gösteren tek bir örnek yok. Bu, basit bir rastlantı mı? Aslında, bu örtüyü her yerde giyilebilmesini savunanların söylediği gibi, bu simge, bir politikacımızın mecliste parti rozetleri taşınıyorsa simge olarak türban niye taşınmasın biçimindeki anlamsız örneğinin ötesinde çok önemli bir şeyi de simgelemektedir: Bir düşünme tarzının, bir dünya görüşünün, evreni algılama biçiminin farklılığını ortaya gösteren bir simge olmuştur. Dünyaya yukarıdan baktığımızda, gericiliğin, akıl dışılığın, geri kalmışlığın, çatışmanın, uzlaşma kültürü yoksunluğunun, ahlaksızlığın, rüşvetin, cehaletin, dünya bilimine ve kültürüne bir şey koyamamanın simgesi olmuştur. Bir defa olsun doğru düşünmeyi deneyelim: Yukarıdaki tablolara eşlik eden örtü biçimi, dünyada nasıl bir izlenim yaratıyor? Bu kadar farklı coğrafyada ve nitelikleri bu kadar farklı olan ülkelerde bu örtü biçimiyle bu çağdışı davranışların bir arada bulunması gerçekten bir rastlantı mı? En az bir defa bu soruyu kendinize sorun. Bu örtüyü bu bakış açısından her yerde yaygınlaştırmaya çalışan zihniyetinin gerçekten bu ülkeye hizmet ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ne olur bana bunun tersi olan bir örnek gösterin. Her ne kadar hepsi bacımız hepsi kardeşimiz deniyorsa da, çok yakında bu örtünün nasıl bir elek görevi yaptığını hep birlikte göreceğiz. Eğer aklımızı başımıza almaz isek, bir şeyleri irademizle ve çabalarımızla değiştiremezsek, eleğin ürünlerini çok değil birkaç 10 yıl sonra acı bir şekilde göreceksiniz…
BİNBİR HİLE VE DÜZENBAZLIKLA SON ELEME DE GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Adı ister açılım olsun ister demokratikleşme olsun, Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları bu bilim, sanat, uygarlık tarlasını, gericiler, ırkçılar, bölücüler, cumhuriyet düşmanları, kendine ikinci Osmanlılar diyenler istila etmeye başladılar. Aslında NATO, Avrupa Birliği, özellikle yöneticilerimizin seçilmeden önce ve sonra sırtını sıvazladıkları stratejik ortağımız (ABD), çoktan ayrık otu gibi, Atatürkçü, Kemalist ya da aydın geçinen insanlarımızın nemelazımcılığından, duyarsızlığından, beceriksizliğinden dolayı gizli gizli kanser hücresi gibi her kuruma sızmıştı. 1950 yıllarından bu yana bu ülkenin geleceğindeki zorlukları, tehlikeleri ve tuzakları gören çok sayıda insan bu sefer emperyalist akımın eleği ile önceleri komünist diye ve solcu diye hatta dinci ve tutucu olmasına karşın milli görüşle bu egemen güçlere karşı çıkanlar ayıklandı; daha sonra da demokrasiye darbe adı altında bin bir tuzak, düzenbazlık ve desise ile çeşitli adlar takılarak son eleme de gerçekleştirildi. Hepsinde de yansız yargı (!) yolu kullanıldı.
Yabani otları bir gün koparmaya kalkıştığınızda, bünyenizi ağ gibi saran bu ayrık otlarıyla karşılaşacaksınız. İşimiz zor, galiba bir daha Nutku okumamız gerekecek…"
Prof. Dr. Ali Demirsoy (Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)
*Bin Yıllık Kavga-Merdan Yanardağ, Yurt Gazetesi (22. 12. 2012)
ulusalkanal.com.tr