Sonunuz ‘Gullik Bekir’ gibi olmasın!
Dünyaca tanınan bilim insanımız Prof. Dr. Ali Demirsoy’dan ibretlik bir Türkiye fotoğrafı…
Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bilim insanlarından biri olan Prof. Dr. Ali Demirsoy, bilimsel çalışmalarının yanında toplumsal davranışları ele alan denemeleriyle de ibretlik manzaralar ortaya koyuyor. Demirsoy’un içinden geçtiğimiz yoğun gündeme ‘derin’ göndermelerle dolu Kemaliyeli Gullik Bekir’in öyküsünü ele alan son yazısı da bunlardan biri…
İşte “Çoğumuzun çıkarı için goygoyculuğa soyunduğu, yetkisi olanların da birilerini doyurmaya, susturmaya, çevresine çıkar sağlamaya ve padişah gibi davranmaya yeltendikleri bir dünyada düşecekleri durumu gösteren yaşanmış bir öyküyü öğrenmek isterseniz, okuyunuz” diyen Prof. Dr. Ali Demirsoy’un kaleminden Gullik Bekir’in öyküsü…
GULLİK BEKİR, ALLAH VEKİL, DİYARBEKİR
“Bir insanı küçümsemek akılsızlık, büyük görmek ise korkaklıktır…” (Kızılderili Atasözü)
“Çocukluğumdan ergen oluncaya kadar, kasabamda, bir zamanlar zengin, yetki sahibi olup da bir zaman sonra bunları yitirip, onun bunun oyuncağı haline gelenler için ‘Gullik Bekir, Allah Vekil, Diyarbekir’ denen bir özlü söz hep söylenegelmişti. Bunun anlamını büyüklerimiz parça parça anlatırlardı; ancak bire bir tanık olmadığımız için hiçbir zaman bunun tam olarak ne anlama geldiğini anlayamamıştım.
Aslında bunun benzerini 1982 YÖK yasası çıkıp atama yolu ile gelen rektörlerin bazılarının daha sonra düştükleri durumu gözleyince ikisinin arasında belirli bir ilinti kurmuştum. O dönemde (bugün hala) rektörlere o kadar yetki verilmişti ki, zaman zaman, bu yetkileri imparatorlarınkiyle ve padişahlarınkiyle karşılaştıracak duruma gelmiştik. Öykümü anlatmadan önce, bizzat tanık olduğum bir rektör yücelişi ve düşüşü ile ilgili gözlemimi anlatmadan geçemeyeceğim.
Atama, görevlendirme, para dağıtma, proje verme ve bilinen her işlem için sorgusuz sualsiz yetkilerin rektörlere verildiği bir dönemde (bugün de aynen devam ediyor), dekanlarını bile her yerde azarlayan, öğretim üyelerine uşak muamelesi yapan, dediğim dedik öttürdüğüm düdük diyen bir rektör, uzun süre önemli bir üniversitenin başında görevine devam ettirildi. Her idare sisteminde olduğu gibi, öl desen ölürüz diyecek kadar cıvıklaşan bir kesim, her rektörün çevresinde olduğu gibi, bu rektörün çevresinde de bir koza örmüştü. Öğretim üyelerinin de önemli bir kısmı rektörlerin şerrinden korktukları için (çünkü sevmediklerini ve istediklerini -denenmek üzere-, ailesinden ve oturduğu kentten kopararak başka bir üniversiteye sürdürebiliyorlardı) onlar da abartılı saygılı olmaya kendilerini zorluyorlardı. Dolayısıyla rektör bir yere girdiğinde başta goygoycuları olmak üzere, isteseler de istemeseler de öğretim elemanlarının çoğu ayağa kalkıp hazır ol durumuna geçiyorlardı.
Gün geldi, devran döndü. Tanık olduğum rektörün görevi bitti. Herhalde birden bire kuyuya düşmemek için olmalı ki, söylentilere göre, daha önce hazırlamış olduğu bir görevlendirme ile belirli bir yurtdışı tatiline çıktı. Dönüşünde –yanında olmadığım için bilemiyorum- belki birkaç insan ilgi göstermiş olabilir. Ancak beni derinden yaralayan ve düşündüren olay bir öğretim üyesi kafeteryasında geçti.
Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan, yağcılarının öl de ölelim diyecek kadar cıvıklaştığı bir çevresi olan bu rektör, kalabalık bir günde öğretim üyeleri kafeteryasına girdi. Bir zamanlar ayağa fırlayıp karşılama yarışına giren öğretim üyelerinin bir kısmı alışılmadık bir şekilde başları önlerinde yemekleri ile meşgul oluyormuş gibi, bir kısmı karşısındakiyle konuşuyormuş gibi, bir kısmı pencereden dışarıya bakıyormuş gibi oyalanarak hiç biri; ama hiç biri bir zamanların azametli rektörüne bakarak buyur etmedi. Bir zamanların azametli rektörü, epeyi bir süre çevreyi garip (bana göre acı) bir şekilde süzdü, belli ki bir davet bekledi. Davet geldi. O kafeteryada başgarson olarak çalışan A… adındaki garson içeri gidip bir masa getirdi; onu, yemeklerin çıktığı servis kapısın hemen yanında (sığıntı gibi) bir yere iliştirerek üzerine alelacele bir örtü serdi, yemeğini getirdi ve bir iskemle çekerek, bir zamanlar el pençe durduğu rektörün karşısına oturarak onunla sohbet etmeye başladı.
O gece hiç uyuyamadım. Niye mi? Mesleğimin kutsallığına mı, öğretim üyelerinin bir kısmının çıkarı için bukalemun gibi renk değiştirmesine mi, bir makamın onurunun o makamın sahibinin nitelikleriyle değil yetkileriyle değerlendirilmesindeki garipliğe mi, ne kadar zaman geçerse geçsin bir üniversitenin rektörünün bir zamanlar sahip olduğu yetkileriyle değil, kişisel özellikleriyle anılmamasına mı üzülmeliydim? Büyük bir olasılıkla benzer duruma çoğunuz tanık olmuşsunuzdur.
Belki yaşarken bazı şeyleri tam anlayamıyoruz. En köklü değerlendirmeler yaşandığından bir zaman sonra gerçekleşiyor, ancak o zaman da çok geç kalınmış oluyor. Türkiye’deki akademik çevrelerin, devlet adamlarının, adalet mensuplarının, hatta ordu mensuplarının yaşayarak öğrenme gibi bir şansı ya da lüksü yoktur. Bu kesimler geleceği de düşünerek karar verirler ve davranışlarını o günün güncel akımlarına göre değil, aklın, yasanın, ahlakın, bilimin, erdemin gereklerine göre düzenlerler. Unutmayalım ki bugün burnundan kıl aldırmayan, höt hüt ile elinde bulundurduğu yetkilerle çevresini susturan politikacılarımız, siyasetçilerimiz, yöneticilerimiz yarın farklı bir durumla karşılaşmayacaklar. Geçmişte ceketlerindeki tek bir düğmenin bile koparılması suç oluşturan gözde bir kurumumuzun mensuplarının bugün zindanlarda sürünmesinin kökünde de aynı illet bulunmaktadır. Hepsinin kökünde, yetersizlikten, geçmişlerinde aşağılanmaktan, ezilmişlikten, horlanmaktan ya da eline aldığı yetkinin hazımsızlığından kaynaklanan bir davranış bozukluğu yatmaktadır. Mührü alan kendini sultan olarak görmektedir. Ancak dünya siyaset tarihi, sonu hüzünle biten birçok sultanın ve sultan özentisi insanın acıklı öyküsüyle yazılmıştır.
Bilimi rehber yapmamış, içselleştirememiş; iç dünyasını düzene koyamamış, çıkarcı, makam ve para peşinde koşan, icazet alan insanların ortak özellikleri -belki de insanın yaygın doğası-: Bugün yücelttikleri ve senin için ölürüm dedikleri insanların, yarın mezarına ilk toprağı atanlar olmalarıdır.
Bire bir tanık olduğum yaşanmış başka bir öykü belki bir kısmınızın rehberi olabilir diye düşünüyorum.
Köyümde bir düğünün kına gecesiydi. Handamı denen bir düzlükte davul klarnet eşliğinde yöresel halaylar çekiliyordu. Belli ki bir kısım insan alkol eşiğini de aşmış hoplayıp zıplıyordu. Bu tip şölenlerde belirli bir aşamada, alkolün etkisi iyice görüldüğünde, “yığhıl –yıkıl- git” denen, insanların bir birine dayanarak ve geriye doğru yatarak oynadıkları bir halay çekilirdi. Bu düğünde de bu halay başlayınca, hiç de tanıdık olmayan, o güne kadar hiç görmediğim bir insan halayın başına geçmek istedi; ancak belli ki çok sarhoştu, eli bir yana ayakları öbür yana gidiyordu. Bir iki saniye halayın başında tuttular, daha sonra kolundan çekerek halayın sonuna götürdüler. Adam bir iki adım atıp tekrar halayın başına geçmeye çalıştı, tekrar götürdüler. Bu git gel birkaç defa tekrarlanınca, birkaç delikanlı, bu kişinin kolundan çekip uzaklaştırmaya çalıştılar. Adam meydanda kalmak için direndi; belli ki hala kendini göstermek istiyordu. O arada yere düştü, bu sefer ayaklarından tutarak leş çeker gibi rıhtımların üzerinde sürükleyerek çekmeye başladılar. Çocuk olarak dikkatimi çok çekmiş olmalı ki ben de arkalarından gittim. Sürüklenirken belli ki başı o yana bu yana taşlara vuruyordu. Sonunda bir yerlere atıp geldiler.
İkinci gün sabahı güveyi tıraşı oluyordu. Güveyi bir odanın ortasında, sandalyenin üzerinde sabunlanmış tıraş oluyor, ben ise bir sandığın üzerinde oturmuş, gülahmet olarak bilinen bir oyunu oynayan insanları seyrediyordum. Yanıma bir adam geldi oturdu; baktım, dün akşam yerde sürüklenen insan. Birkaç dakika sonra adam bana:
- Benim kim olduğumu biliyor usun?
- Yok amca.
- Ben Gullik Bekir’im.
- Amca, hani Eğinlilerin hep anlattığı Bekir Amca mı?
- Evet, oğlum ben oyum.
Adeta dilim tutulmuştu; çünkü yıllarca kasabada anlatılan öykünün kahramanı yanı başımdaydı. Öyle kala kaldım. Bir müddet sonra bana dönerek bak oğlum sana öykümü anlatacağım, kulağına küpe olsun diye.
Ben fakir bir ailenin çocuğu olarak bu kasabada doğdum, adımı bekir koymuşlar, kulağımda bir iltihap olmuş herhalde, tedavi ettiremedikleri için sağır oldum; çok az işitiyorum. Bildiğin gibi bu kasabada sağırlara çoğunluk aşağılamak için gullik derler. Benim ismim de yirmi küsur yaşıma kadar Gullik Bekir’di; adıma da alışmıştım. Gullik Bekir aşağı Gullik Bekir yukarı; yirmi küsur yıl böyle geçti.
Bir gün bir haber geldi, annemin Sivas’taki dedelerinden biri ölmüş çok sayıda hanlar hamamlar kalmış; başka varis de yokmuş. Kalktım Sivas’a gittim, neredeyse Sivas’ın yarısı benim olmuş. Bir ikisini hemen sattım. Haber çok hızlı bir şekilde Eğin’e ulaşmış olmalı ki, Sivas dönüşümde Eğin’e girdiğimde Cumhuriyet Caddesinin şehir girişinde mahşeri bir kalabalık toplanmış, bazıları Bekir Efendi, bazıları Bekir Bey diyerek büyük bir saygı ile eğilip elimi sıkıyor, boynuma sarılıyor; küçükler elimi öpüyordu. Gullik Bekir gitmiş, Bekir Bey gelmişti. Evden çıkıp çarşıya indiğimde sokaktaki insanlar neredeyse hazır ola geçiyor, o güne kadar yüzümü görmemek için başını çeviren esnaf, selam vermek için kapılara çıkıyordu.
Çok geçmeden çevremde, her sözünün başında benim en büyük, yakışıklı, zeki, başarılı, şefkatli, yardımsever, bilgili, vs vs olduğumu söyleyen bir zümre (şimdi onların güruh olduğunu söyleyebilirim) türedi. Hepsi el pençe, Bekir Bey aşağı, Bekir Bey yukarı…
Çevrem beni eğlendirmek için sık sık eğlentiler de düzenlemeye başladı. Tabii giderleri ben karşılıyordum. Epeyi bir eğlendik; artık Eğin kesmemeye başladı. Bu sefer yanımdaki alayla birlikte Elazığ’da bar pavyonlara dadandık. Çevremle birlikte yiyor, içiyor ve her türlü eğlenceyi tadıyorduk…
Para bittikçe Sivas’a gidiyor birkaç dükkân, han hamam satıyor ve parayı cebime koyarak geliyordum. Epeyi bir süre bizim safahatımız sürdü. Sayılamayacak kadar çok insandan oluşmuş bir çevrem vardı. El pençe, bir şeyler bekleyen…
Yine param bitti, Sivas’a gittim. Han, hamam, dükkân bitmişti, satacak hiçbir şey kalmamıştı. Süklüm püklüm kasabaya geri geldim; beni yine coşkuyla karşıladılar. Doğrusu bu kadar pohpohlanma iliklerime işlemiş olmalıydı ki, oracıkta bir şey söyleyemedim. Ancak durum kısa sürede anlaşıldı. Sanki yer yarılmıştı, insanlar yarığa düşüp kaybolmuşlardı. Bir anda, çevresi dağlarla örülü olan, sadece bir girişi ve çıkışı olan kasabada sanki hiç insan kalmamıştı. Eski kimliğime de dönmüştüm. Artık kasabalılar bana: Ulan Gullik şunu getir, Ulan Gullik bunu götür demeye başlamışlardı.
Bekir Bey ya da Bekir Efendi kimliğinden gerçek kimliğim olan Gullik Bekir’e dönmüştüm. Bekir Bey hitabından Ulan Gullik Bekir kimliğine döndürülmüş olmamı hazmedemediğim için terki diyar ettim, Diyarbakır’a yerleştim, onlarca yıl izimi kaybettirdim. Yıllar sonra doğduğum yeri bir daha görebilmek için buraya geldim.
- Bak evlat, Gullik Bekir, Allah Vekil, Diyarbekir diye size yıllarca anlatılan ve bir çeşit nasihat edilen kişi benim. Dün akşam benim rıhtımlar üzerinde sürüklenmemi gördünse, bu senin kulağına küpe olsun. İnsanın tıyneti (doğası) çıkar için goygoyculuğa, pohpohlandığı zaman da hükümranlığa soyunacak tarzdadır.
Yazarın önemli notu: Şu andaki makamınız, unvanınız, yetkiniz ne olursa olsun, onları olması gibi kullanmadığınız zaman; baskı unsuru olarak ya da goygoyculara peşkeş çekilecek şekilde kullanırsanız, sonunuz ‘Gullik Bekir’den farklı olmayabilir.”
(Prof. Dr. Ali Demirsoy)
Yusuf Yavuz
ulusalkanal.com.tr