Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak isterse AKP'de neler yaşanır?
Sevgili izleyiciler iyi akşamlar. Öncelikle dün akşam canlı yayın telaşından olacak unuttuğum bir noktayı söylemek istiyorum.
Hatırlayacaksınız dün akşam yayınımızı Silivri'den gelen üç mektupla açmıştım. Silivri zindanlarında rehin tutulan üç gazeteci dostumuzdan Tuncay Özkan, Hikmet Çiçek ve Deniz Yıldırım'dan gelen mektupları okumuştum sizlere.
O mektupları okuduktan sonra kendilerine buradan bir teşekkür etmeyi unuttum. Çünkü başında da söylemiştim, hem sevindiren hem de hüzünlendiren üç mektup demiştim.
Gerçekten Silivri'den bir haber geldiğinde seviniyorum ama o an içimi müthiş bir hüzün müthiş bir ağırlık da kaplıyor.
O arkadaşlarımız o dostlarımız yıllardır o zindanlarda, sırf iktidarın intikam hevesini gidermesi için rehin tutuluyorlar, hayattan koparılıyorlar.
Evet onlarla birlikteyiz, onlar için mücadele ediyor onları bu rehinelikten kurtarmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Ama bizler her şeye rağmen özgürce yaşıyoruz. Siz şu anda beni izliyorsunuz, belki evinizde belki işyerinizdesiniz, evinizdesiniz sevdiklerinizle birliktesiniz. Ben de öyle. Bu yayın bitecek ben dışarı çıkacağım, İstanbul'un artık kendini hissettiren kış havasını soluyarak evime gideceğim. Ama onlar orada dört duvar arasında. Sevdiklerini ancak izin verilen zamanda ve sınırlı sürelerde görebiliyorlar. Kimbilir ne kadar özlemişlerdir güneşi, temiz havayı, Boğaz'ın kıyısında oturup bir bardak çay içmeyi, balık yemeyi, gelip geçenlerle yarenlik etmeyi.
Hatta İstanbul trafiğinin o insanı delirten keşmekeşini bile özlemişlerdir. Özlemişlerdir bir bardak suyu özgürce içmeyi, denize girmeyi, güneşlenmeyi. Taksim'i özlemişlerdir, tiyatroyu sinemayı özlemişlerdir.
Hayallerinde rüyalarında yaşatıyorlardır belki. Kimbilir ne fırtınalar esiyordur ruhlarında, normal zamanda hiç akıllarına bile gelmeyen yiyecekleri bile özlemişlerdir.
Biz her şeye rağmen burada özgürüz. Onlardan söz etmek, onlara destek çıkmak, onların kavgalarını elimizden geldiğince sürdürebilmek, elbette bizlere güç de veriyor gurur da veriyor yaşama azmi de.
Ama aynı zamanda utandırıyor da. Bir taraftan sözde demokrasi paketleri açılıp halk kandırılırken, demokrasi adı altında karşı devrim temelleri sağlamlaştırılırken, ülkeyi sevmekten başka hiçbir suçları olmayan nice aydınımızın, gazetecimizin, sanatçımızın, yazarımızın, sendikacımızın, askerimizin Ortaçağ karanlığındaki günlerde olduğu gibi zindanlarda tutulmasının acısını yüreğimize gömmek de utandırıyor bizleri.
Ne yazık ki, demokrasi adı altında her türlü nefret, kin ve intikam duygularının neredeyse toplumsal bir yükselen değer haline getirildiği günümüzde Silivri'de rehin tutulan o vatanseverlere sadece selam göndermekten başka çaremiz olmadığı için utanıyoruz.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Sevgili izleyiciler; devrim gibi sunulmak istenen sözde demokrasi paketinin açıklanması bitti. Şimdi sıra uygulamada. Ama dün de önceki gün de sizlere dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Aslında demokrasi paketi diye yutturulmaya çalışılan bu paketin tek amacı vardı. O da türban üstünden giderek laikliği ortadan kaldırmayı Türkiye Cumhuriyeti'ni bir İslam Devleti'ne dönüştürmeyi amaçlayan bir operasyonda en önemli kavşağı dönmek.
Şu anda bu başarılmış gözüküyor. Üstelik bunu yıllara yayarak öyle ustaca yaptılar ki, Atatürk ilke ve devrimlerine, Cumhuriyet'in temel ilkelerine, kuruluş felsefesine yürekten bağlı olan pek çok kişi bile gelişmeleri "normal" sayabiliyor.
Mark Twain'in ünlü kurbağa hikâyesinde olduğu gibi koca bir toplumu önce soğuk su dolu bir tencereye attılar, sonra altındaki ateşi yaktılar. Su yavaş yavaş ısındığı için koca toplum aslında pişirilmekte olduğunun farkına bile varmadı. Su şimdi kaynama noktasında, kurbağa örneğinde olduğu gibi bu toplum ya bir hamle ile kendini tencerenin dışına atacak, ya da gülerek eğlenerek pişecek ve Türkiye'yi dönüştüren zihniyetin masasındaki yemek haline gelecek. Güya demokrasi paketindeki diğer maddeler devrim gibi sunuluyor sunulmasına ama zaten bir kısmı çoktan beridir uygulanıyor.
Örneğin Başbakan'ın devrim gibi sunduğu maddelerden biri siyasi partilerde eş başkanlık sistemi. Siz bunun ne olduğunu biliyor musunuz?
Bir kere BDP'de bu sistem var zaten. İki tane eş başkan yok mu? Özgürlük ve Demokrasi Partisi'nde de eş başkanlık var. Peki Başbakan'ın kastettiği ne?
Bugün haber toplantısında arkadaşlarla bunu konuşuyorduk. "Tayyip Erdoğan bunu söylediğine göre arkasında mutlaka bir şey vardır" dendi. Ne olabilir. Akla şu geldi; Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmek istiyor. Bir Başkanlık formülü attı ortaya biliyorsunuz. Genelde pek kabul görmedi. Her ne kadar AKP'nin anlı şanlı bazı danışmanları başkanlık sistemini Türkiye'nin kurtuluşu gibi görüyorsa da, genel eğilim başkanlığın bize pek uymadığı yönünde. Nitekim Erdoğan da bunda çok ısrarcı değil, çünkü o iki kez seçileceğinden emin bir şekilde otoritesinin devamını sağlayacak bir yöntem istiyor. Adı ister başkanlık ister başka türlü bir şey olsun Erdoğan için önemli olan Cumhurbaşkanlığı makamında etkisiz eleman gibi oturmamak. Ülke yönetiminin iplerini elinde tutmak.
Aslında size bir şey söyleyeyim mi, bizim anayasamızdaki Cumhurbaşkanı hesapta sorumsuzdur, hatta bir tür noter göreve görür gibi algılanır ama inanın yetkileri Amerikan Başkanı'nda yoktur.
Bizim Cumhurbaşkanı Meclis içinden bir Başbakan belirler. Hükümet üyelerini atar. Tamam bakanları başbakan seçer belki ama atamasını Cumhurbaşkanı yapar. Yani Cumhurbaşkanı istemezse bakanı atamaz. Hele eğer Cumhurbaşkanı ile başbakan arasında fikir ayrılığı varsa bakanların atanması çok zorlaşabilir. Geçmişte bunun çok örneklerini yaşadık.
Cumhurbaşkanı bazı önemli devlet görevlilerinin atanmasında da çok etkilidir. Örneğin üçlü kararname ile atanan bürokratlar vardır. Başbakan ve ilgili bakan imzaladıktan sonra cumhurbaşkanının da imzası gerekir.
Ama Cumhurbaşkanı'nın yapabileceği en önemli işlerden biri arzu ettiğinde Bakanlar Kurulu'na başkanlık yapabilmesidir. Bu bir tür fiili başbakanlıktır aynı zamanda.
Şimdi sadece geleyim. Tayyip Erdoğan önümüzdeki ağustos ayının sonunda diyelim ki yapılacak seçim sonucu Çankaya'ya çıktı. Yerine de Erdoğan'a çok bağlı bir kişi başbakan oldu. Erdoğan şu andaki yetkileriyle bütün bakanlar kurulu toplantılarına başbakan gibi başkanlık yapabilir. Böylelikle sadece Cumhurbaşkanı değil aynı zamanda Başbakan da olabilir, yani fiilen yürütmenin içinde yer alabilir.
Üstelik bunun bir de iyi tarafı var. Anayasamıza göre Cumhurbaşkanları sorumsuzdur. Görevleri sırasında yaptıkları hiçbir şeyden sorumlu tutularak dava konusu edilemezler. Cumhurbaşkanı ancak vatan hainliği ile suçlanabilir ki, bunun için de önce Meclis'in üçte ikisinin önerge vermesi gerekir. Yani önce 367 kişi "Cumhurbaşkanı vatana ihanet etmiştir. Bu nedenle yargılanmalıdır" diyerek önerge verecek. Ama iş bununla bitmiyor. Ardından oylama yapılacak. Bu oylamada ise Meclis'in 5'te dördünün yani 440 milletvekilinin evet oyu kullanması gerek.
Yeri gelmişken araya bir parantez açayım. Son günlerde 28 Şubat davası nedeniyle dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hakkında suç duyuruları yapılıyor. En son galiba Amerikan vatandaşı olduğu için milletvekilliği düşürülen Merve Kavakçı savcılığa başvurmuştu.
Şimdi kimileri iştahla Demirel'in 28 Şubat davasına dahil edilmesini, savcılığa çağrılmasını sonra da hakkında iddianame düzenlenmesini bekliyor.
Hiç beklemesinler çünkü böyle bir şeyin olması mümkün değil. Çünkü Cumhurbaşkanları görev süreleri içinde yaptıkları konusunda sorumsuzdur.
Tabii bazı yandaş hukukçular tıpkı Genelkurmay Başkanı'nı hapse attırdıkları gibi "efendim bu konu görevle ilgili değil ki, darbe farklı" gibi savunmalar yapıyorlar.
Ama yanlış. Anayasa cumhurbaşkanına her konuda sorumsuzluk veriyor. Sadece vatana ihanet konusunda suçlanabilir. Demek ki eğer Demirel hakkında bir dava açılması gerekiyorsa, önce Meclis'te en az 367 kişi "Demirel vatan hainidir" diyecek ve bir önerge verecek. Daha sonra Meclis genel kurulu vatan hainliği konusunu tartışacak, bunu ileri sürenler Demirel'in vatan hainliği ile ilgili kanıtları ya da şüpheleri ortaya dökecekler. Ondan sonra yapılacak oylamada eğer 440 milletvekili ikna olduysa dava açılması için karar verecek. Ondan sonra Demirel Yüce Divan'ın önüne yani Anayasa Mahkemesi'nin önüne çıkarılacak.
Yani olmayacak duaya amin diyorlar. Gerçi Demirel yargılansa da yargılanmasa da bunlar için fark etmiyor. Çünkü zaten asıl amaç Demirel'i yargı önüne çıkarmaktan ziyade, onun adını karalamak ve bu vesileyle 28 Şubat üzerinden mağduriyet edebiyatını sürdürerek toplum üzerinde baskı kurmak.
Neyse geçelim, konumuza gelelim;
Ne diyordum, hah, şu eş başkanlık ne anlama geliyor onu değerlendirmeye çalışıyordum.
Tayyip Bey Çankaya'ya çıkmak istiyor. Ama ipler de elinde olsun istiyor. Dediğim gibi Tayyip Erdoğan bugünkü Cumhurbaşkanı yetkileri ile aslında fiilen yürütmenin başında olabilir ama gün gelir bu ters tepebilir.
Turgut Özal da Çankaya'ya çıkarken bunu hayal etmişti. Partisi tek başına iktidardaydı. Yerine Akbulut'u, eeeee Yıldırım Akbulut'u bırakmıştı. Çok enteresan günlerdi onlar. Özal'ın Çankaya'ya çıkacağı belliydi artık. Ama merak yerine kimin geleceği idi. O yıllarda Özal el altından medyaya 11 isim bildirmişti. Başbakan olabileceklerin isimlerini.
11 Türk büyüğü deniyordu bu isimlere o günlerde. Kimler vardı, vallahi tam hatırlamıyorum bile, Güneş Taner vardı örneğin, Mesut Yılmaz ne bileyim şimdi aklıma gelmiyor, vardı işte. Ama kesinlikle Akbulut yoktu.
Bir gün bizzat Özal'dan dinlemiştim. Özal Cumhurbaşkanı seçilmiş, Meclis'te yemin edecek. Meclis başkanlık odasında frağını giyiyor, Semra hanım da kendisine yardım ediyor. O sırada Meclis oturumu başlamış. Başkanlık koltuğunda Yıldırım Akbulut. Herkesin beklentisi Özal'ın yemin etmesi ve ardından da yeni Başbakanı açıklaması. Özal, Semra hanım'la Başkanlık odasındaki dahili televizyondan genel kurulu izliyor. Sonra Semra Hanım'a dönüp "Bak şu Yıldırım'a, Başbakan olacağından haberi bile yok. Öğrendiğinde suratı ne hal alacak çok merak ediyorum" diyor sonra ikisi de kahkahayı basıyorlar.
Tabii Özal'ın "yüzünü merak ediyorum" dediği aslında sadece Akbulut değil. O asıl 11 Türk büyüğünün suratını merak ediyor. Öyle ya 11 kişi heyecanla "acaba Turgut Bey hangimizi seçecek?" diye beklerken hiç beklemedikleri daha da doğrusu hiç yakıştırmadıkları Yıldırım Akbulut'un Başbakan olması karşısında acaba ne yapacaklardı?
Özal Akbulut'u Çankaya'dan hükümeti de yönetmek için başbakan yapmıştı. Hesabı, planı buydu.
O an için belki geçerliydi. Çünkü ANAP tek başına iktidardaydı. Özal da o tek başına iktidar olacak sayıdaki ANAP'ın hem otoriter hem de güçlü Başbakanıydı.
İlk başlarda işler çok iyi gitti. Hükümet Çankaya'dan yönetiliyordu. Ama hemen arkasından yapılan yerel seçimler ANAP'ı hüsrana uğrattı. Partinin oyu yüzde 22'ye düştü. ANAP Meclis'te tek başına iktidardı ama ülke çapındaki oyu da itibarı da düşmüştü. Tabii gücü de azalmıştı. Özal'ın hükümeti uzaktan yönetme hayali çok çabuk suya düştü. ANAP'ta kazan kaldıranlar oldu. Akbulut genel başkanlıktan gitti. Mesut Yılmaz geldi. Yılmaz bir an kendini gerçekten başbakan oldu sandı. Özal'ı dışlamaya kalktı, kendine çok güvenip erken seçime gitti. Sonra zaten biliyorsunuz 1991 seçimlerinde ANAP tek başına iktidar olamadı, Demirel'in DYP'si Erdal İnönü Başkanlığı'ndaki SHP ile koalisyon hükümeti kurdu.
Tabii güç dengesi değişince yeni iktidar Çankaya'ya tavır aldı. Özal "Çankaya'nın şişmanı" olarak anılmaya başlandı. Hükümet Çankaya'yı iyice dışladı.
Sonra bir gün Özal ani bir krizle hayata veda etti. Şimdi şunu söyleyeyim, hani Özal zehirlendi, öldürüldü falan gibi iddialar var ya. Açık söyleyeyim ben bunlara hiç kulak asmıyorum. Özal bana göre kahrından öldü. Çünkü DYP-SHP iktidarı, aslında güçlü bir hükümet kurmuştu. İşler de iyiye gidiyordu o sıralar. Ve en önemlisi bu iktidar Çankaya'yı tamamen devre dışı bırakmıştı.
Zorunlu işler dışında Çankaya ile hiç temas kurulmuyordu bile.. Öszal'ın mecburen verdiği resmi resepsiyonlarına bile katılmıyorlardı. Hatta bir keresinde Karadeniz İşbirliği konferansı mı ne vardı, hükümet Özal'ı burada istemedi, Özal da küstü Okluk koyuna gitti. İşlerin artık böyle gidemeyeceğine inanıyordu. Bu nedenle yeniden bir parti kurup siyasete dönme kararı bile almıştı. Hatta bu uğurda Cumhurbaşkanlığından istifa edeceği söyleniyordu. Hazırlıklar yapıldı. Kadrolar bile kuruldu. Ama Özal istifa edemeden Hakkın rahmetine kavuştu bir sabah ansızın.
Yani sevgili izleyiciler, diyeceğim şu ki, Erdoğan elbette bu hevestedir ama geçmişteki örneği de bildiğinden bu riske girmek istemez.
O halde hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakanlık yapabileceği sistemi yasal ve anayasal olarak hayata geçirecek formüller arayacaktır.
Hatırlayın, Erdoğan Başkanlık sistemi olmazsa bile pekala partili Cumhurbaşkanı olabileceğini söylemişti.
Mantıken de haklı gerekçeler ileri sürmüştü. Demişti ki "Laf olarak tarafsız deseniz ne olacak, Cumhurbaşkanı zaten bir partiden çıkıp aday olmayacak mı, seçilirken zaten partisi destek vermeyecek mi, o halde tarafsız demenin anlamı var mı, o halde partili cumhurbaşkanı hem daha iyi olur hem de zaten gerçek bu."
İşte eş başkanlık konusu burada devreye girebilir mi acaba? Yani partili cumhurbaşkanı aynı zamanda partisinin eş başkanı olarak da kalabilir mi?
Çünkü göreviniz başka ne olursa olsun, eğer partinin başkanı sıfatı da taşıyorsanız, o partinin üzerindeki egemenliğiniz fiilen de devam ediyor demektir. Yani partililer sadece Cumhurbaşkanı makamına saygı göstermek durumunda olmayacak, aynı zamanda kendilerinin siyasi geleceğini kararlaştıracak olan Genel Başkanlarına da bağlılık içinde hissedeceklerdir kendilerini.
O zaman partide kimse kazan kaldırıp "Biz burada dururken neden Cumhurbaşkanı bizi yönetiyor" diyemeyeceklerdir, çünkü o cumhurbaşkanı aynı zamanda o kişilerin de yine tek seçicisi konumunda olacaktır.
Bakalım göreceğiz, yakında bu konuda bir şeyler çıkacaktır nasıl olsa. Neyse laf nereden nereye geldi, ama bu sayede geçmişten günümüze biraz bilgi tazelemiş olduk fena mı oldu?
Sevgili izleyiciler, bizim yandaş ve mecburcu medyamız doğru dürüst haber yapamadığı, daha doğrusu buna cesareti olamadığı için manşet haberlerini genellikle hükümeti kızdırmayacak hatta onların hoşuna gidecek biçimde yapmaya özen gösteriyor.
Bugün gazetelerde sanki önemliymiş gibi sunulan ama sade suya tirit bir haber heyecanlı biçimde sunulmuş okurlara.
Başbakan "her şey olabilir" demiş. Bizim medyamız bunu "hükümette değişiklik olabilir, bazı bakanlar gidebilir" türü başlıklarla vermişler. Nasıl olsa bu tür haberlerin zararı yok. Ama beni şaşırtan ve güldüren, medyamızın konuyu sanki Başbakan bazı bakanları değiştirecek, onlardan memnun değil gibi algılamaları.
Oysa sanıyorum durum çok basit. Yerel seçimler yaklaşıyor. Bazı bakanların önemli bazı illerden belediye başkan adayı yapılabileceği konuşuluyor.
Ayrıca biliyorsunuz, AKP'nin tüzüğündeki bir maddeye göre bir kişi ancak üç dönem üst üste milletvekilliği yapabiliyor. Zamanında ne kadar demokrat olduklarını göstermek için böyle bir karar almışlardı.
Şimdi o zaman geldi işte. AKP'de galiba 66 kişi bu durumda. Yani üç dönemdir üst üste Meclis'teler. Tayyip Erdoğan da buna dahil. Ama zaten onun hedefinde Cumhurbaşkanlığı var.
İşte bu durumda olan bazı bakanlar, fevkalade hizmetlerinden daha da yararlanılmak üzere belediye başkanlıklarına aday gösterilebilirler. Örneğin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Avrupa Birliği işlerine bakan esprili bakan Egemen Bağış'ın adı geçiyor. Eğer bazı bakanlar aday gösterilecekse, doğal olarak bunların bakanlıktan ayrılması gerek. Eh birkaç bakan belediye başkan adayı olacaksa, hükümetten ayrılmalar olacak.
Ama başbakan küçücük bir şey yapsa bile bunu büyütmeyi, bir türlü halkla ilişkiler çalışmasına döndürmeyi seviyor. Şimdi de muhtemelen "her şey olabilir" dediğinde medyanın bunu heyecanlı bir haber gibi sunacağını bildiğinden öyle demiştir. Yoksa sanıldığı gibi bazı bakanların gidip yenilerinin gelmesinin başkaca bir anlamı yoktur.
Ancak sevgili izleyiciler yeri gelmişken bir ekleme yapmak istiyorum. AKP'nin bu üç yıl kuralı her an değişebilir. Seçimler 2015'te. 2002'den beri 13 yıl geçmiş olacak. 13 yıl önce "Tamam üç dönemden sonra yerinizi bırakacaksınız" kuralı o zaman kişiler üzerinde çok etkili olmamıştır. Öyle ya "koccamaaaaan 13 yıl, kim öle kim kala" diye düşünmüştür pek çok kişi. Ama zaman çabucak akıp gidiyor. 13 yıl dediğin göz açıp kapayıncaya kadar geçti gitti işte. Şimdi bu ihtişamı; bu gücü, bu azameti bırakıp gitmek o kadar kolay değil.
Zaten parti içinde bazı çalışmalar yapıldığını duyuyoruz. Kimileri bu kuralın kalkması gerektiğini söylerken kimileri de tüzükteki bazı değişikliklerle istisnalar konabileceğini söylüyorlar. Yandaş yalaka medyadaki bazı kalemşörler de "Siyasetçi kolay yetişmiyor. Bu kadar başarılı insanları sırf tüzük böyle diyor diye bir kenara atamazsınız, atarsanız ülkeye fenalık yapmış olursunuz" falan gibi makaleler döktürüyorlar.
Yani diyeceğim üç yıl kuralı bir süre sonra kalkarsa hiç şaşırmayın. Ayrıca zaten başbakan bizzat "her şey olabilir" demiyor mu? Bunu sadece kabine ile sınırlı tutmak yanlış olur. Kimbilir "her şey olabilir" derken içine bunu da katıyordur. Zaten alışık değiller mi, birbiriyle hiç ilgisi olmayan konuları "torba yasa" diye icat ettikleri bir yöntemle gecenin bir yarısında meclis'ten geçirmiyorlar mı? Bu torbanın içine atılan maddelerin çoğundan "evet" diye parmak kaldıran milletvekillerinin haberi bile olmuyor. Ohlara verilen görev belli. Parmak kaldır deyince kaldır, indir deyince indir, gerisine karışma. Ne ala iş değil mi? Bunun da adı demokratik parlamenter sistem. Sevsinler.
Sevgili izleyiciler, bu akşam bitirmeden dün de biraz söz ettiğim bir konuya daha değinmek istiyorum. Maltepe Gülsuyu'nda yaşanan olaylar bugün de devam etti. Aslında olay da yok, sadece gerginlik yaşanıyor.
Gülsuyu'nda bir mafya artığı çetenin eylemlerine karşı halk ayaklanmıştı. Aylarca süren gerginlik sırasında mafya artıkları halka ateş de açmış, yaralananlar olmuştu. Ancak birkaç gün önceki benzer saldırıda Hasan Ferit Gedik adlı gencecik bir insanımızı kaybettik.
Şimdi, dün de söyledim, aylardır süren bu olaylara polis hiç müdahale etmedi. Ama bir kişinin ölümünden sonra bu kez polis müdahalesi gerginliği yaşanıyor. Polis cenazeyi aileye vermiyor, neden çünkü cenaze Gülsuyu'na getirilmek isteniyor, burada tören yapılacak. Polise göre terör örgütleri bu bahaneyle çatışma çıkaracak.
Bu mümkün. Çünkü polis meydanı boş bırakınca, Gülsuyu'nda mafya karşı DHKP-C militanları sahne aldı. Ellerinde tabancalar tüfekler sokaklardalar.
Bu da olmaz sevgili izleyiciler. Gülsuyu'nda bir halk mücadelesi var, mafyaya karşı bir mücadele var, mahalleli mahallesini korumak istiyor. Ama buraya bizzat devlet eliyle, devlet eliyle diyorum, çünkü meydanı boş bırakarak, mafyayı o mahalleye sokarak, DHKP-C'nin sahne almasını sağlayarak aslında yardım ettiler, evet devlet eliyle terör sokuyorlar.
Örneğin bunca gerginlik sırasında İstanbul'un valisi nerede? Biliyor musunuz? Merak etmiyor musunuz? Gezi söz konusu olduğunda twitler atan valimiz sahnelenen bu oyun sırasında neden hiç konuşmuyor acaba?
Çünkü gezi olaylarındaki o muazzam halk direnişinin etkisinden hala kurtulamayan iktidar şimdi küçük çapta eylemler yaratarak halkın gözünde "işte görüyorsunuz yasadışı örgütler meydanlarda, gezi dediğiniz aslında bunların eseri" demeye ve bunu halkın beynine sokmaya çalışıyorlar.
Operasyon basit. Halkın bir anda sokaklara çıkmasını hala hazmedemeyen iktidar şimdi normal vatandaşı bu tür her protestodan uzak tutmak için korkutmaya çalışıyor.
Önümüzde 29 Ekim var. Muhtemelen bu bayramı da halkın büyük coşkusuyla kutlayacağız. Ama iktidar şimdiden önlemini alıp 29 Ekim'deki ve ardından gelecek olan 10 kasım Anma törenlerindeki halk coşkusunu kırmak istiyor.
Bu nedenle çok dikkatli olmak ve iktidarın yaratacağı provokasyonlara gelmemek gerek.
Sadece uyarmak istedim. Artık vaktimiz de doldu. Yarın akşam saat 18.30'da yine sizlerle birlikte olmak dileğiyle hepinize iyi akşamlar dilerim. Hoşçakalın..
Can Ataklı
Ulusal Kanal