Çadırdan hep bu yüzden korktular!
Toroslardan Gezi'ye çadırını sırtında taşıyanlar yüzlerce kilometreyi neden yürümüştü?
Gazeteci Yazar Yusuf Yavuz ve Biyomühendis Çağlar İnce'nin birlikte hazırlayıp sunduğu belgesel haber programı Islak Çarıklar, bu haftaki bölümünde bu sorunun yanıtını aradı. Her Çarşamba akşamı Antalya'dan yayın yapan KanalV televizyonunda yayınlanan Islak Çarıklar'ın, Karaman yaylalarında çadırları sökülen, kendi ülkelerinde oturma izni istenen Sarıkeçili Yörükleri'nin var olma savaşından yola çıkarak Anadolu'nun hafızasının izini sürülen 'Yürüyenler' özel bölümünde, yıkım politikalarıyla yağmalanan bir coğrafyayı vermemek için yola çıkanların öyküleri anlatılıyor.
Cumhuriyet tarihinin en büyük halk isyanı olan Haziran direnişinin fitilini ateşleyen kıvılcımlardan biri olan Büyük Anadolu Yürüyüşü'nün bilinmeyen ayrıntılarının da aktarıldığı Islak Çarıklar'da, 5 yıl önce Beydağlarının koynunda kurulan bir kıl çadırda başlayan yürüyenlerin öyküsü, Gezi direnişinin yıl dönümünde izleyiciyle buluştu...
İşte Islak Çarıklar'ın iki çadır arasındaki o uzun yolun anlatıldığı 'Yürüyenler' özel bölümünün ayrıntıları...
***
Yeryüzünün yeterince keşfedilmemiş son kıtası olan Anadolu, binlerce yıllık sırlarıyla zamanın tanıklığını sürdürüyor...
Görkemli dağları, zümrüt yaylaları, uçsuz bucaksız bozkırları ve dantel dantel koylarıyla gerçek bir yeryüzü cenneti olan Anadolu'nun öz çocukları olan Sarıkeçili Yörükleri göçebe keçi yetiştiriciliğini sürdüren son Yörük topluluğu...
Rengârenk Anadolu kiliminin göbek süsü olan Sarıkeçili Yörükleri, motorlu araç kullanmadan yılda iki kez Torosları yayla sahil göç ederek yaşıyorlar...
Yaklaşık iki ay süren göç boyunca 500 kilometreye yakın bir mesafeyi, keçi sürüleri, develeri ve kıl çadırlarıyla kat eden Sarıkeçililer, binlerce yıllık bir kültürün yok olmaması için direniyorlar.
Ancak dünya için de önemli bir kültür mirası olan Sarıkeçililer'in varlığı her geçen gün tükeniyor. Yaklaşık 200 aileden oluşan son göçebe topluluğu, idari ve sosyal baskıların yanında son yıllarda iklim değişikliği ile de mücadele etmek zorunda...
“Dinleyin, anlatılan sizin öykünüzdür” diyerek çıktığımız yolda, Islak Çarıklar’da bu hafta sizlere Anadolu’nun son göçebe topluluğu olan Sarıkeçililerin öyküsünü anlatacağız…
Binlerce yıldır devran döndükçe yürüyen, yürüdükçe devran dönen bir kültürün son halkasının öyküsüdür bu...
Aslında bizim öykümüz…
Modern malzemelerle 'benzetilmiş' (simulasyon) Yörük obaları kurarak sözde bu kültüre sahip çıktığını açıklayan yerel ve kamu idarecilerinin yarattığı çarpıtılmış Yörük kültürü algısıyla da baş etmek zorunda kalan Sarıkeçililer, geçtiğimiz hafta yaz aylarını geçirdikleri Karaman'ın Kazımkarabekir ilçesindeki Hacıbaba Dağı'nda 11. kez bir araya gelerek sorunlarını dile getirdikleri bir etkinlik düzenlediler.
Etkinlik katılımcıları, Sarıkeçililerin yaşadığı su sorununu gündeme getirince, çadırda bulunan AKP'li Kazımkarabekir Belediye Başkanı Ali İhsan Alanlı tepki gösterip çadırı terk etti. Gerekçesi ise devlet büyüklerine hakaret edildiği iddiasıydı...
Ardından personeline çadırları söktüren, alandaki su tankerini ve çöp konteynırlarını götürmeleri emrini veren Belediye Başkanı Alanlı, kendisi de etkinlikten ayrıldı.
Yaşanan olayların ardından Sarıkeçililer Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran ve bazı konuklar haklarındaki şikâyet yüzünden devlet büyüklerine hakaret suçlamasıyla jandarma karakoluna götürülerek ifadeleri alındı. Tartışmalı gecenin ardından ise Sarıkeçili Yörüklerinden Oğuzhan Savran ve arkadaşları belediye personeli olduğu iddia edilen kişilerce yolları kesilerek darp edildi.
Devran dönsün, Sarıkeçililer Yürüsün diyerek geceyi gündüze, bugünü yarına, yaylayı sahile bağlayarak Anadolu'nun son göçerleri, kendi öz yurtlarında üvey evlat muamelesi görmüştü...
Galiçya'da, Yemen'de, Çanakkale'de, Kocatepe'de bağımsızlığı uğruna öldükleri vatanlarında bir damla sudan, konup göçecek bir toprak parçasından mahrum edilmek istenen Sarıkeçililer üzgündü...
Tüm Türkiye'nin vicdanını yaralayan bu acı olayın yarattığı şaşkınlık geçmeden, hemen ertesi gün bu kez de Hacıbaba Dağı'nın eteğinde bulunan çadırların kaldırılması için bu kez de orman idaresi baskı yapmaya başlamıştı...
Göç etkinliğinde yaşanan tartışmaların ardından Kazımkarabekir Belediye Başkanı'nın baskısıyla çadırlarının sökülmek istendiğini iddia eden Sarıkeçili Yörüklerinden Kerim Bakırcıoğlu, "Bugün saat 12 gibi eşim ve annemin bulunduğu çadırımıza gelen orman memuru, 'Orman şefliğinin emri var. Çadırınızı toplayıp burayı terk edin' diye baskıda bulunmuş" sözleriyle maruz kaldıkları baskıları anlatıyordu...
Sarıkeçililerin kendi öz yurtlarında yaşadığı bu baskılar tüm ülkenin vicdanını kanatmıştı…
Anadolu’nun koca yürekli kadınlarından biri olan Sarıkeçililer Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran, konuklarıyla birlikte geceyi karakolda geçirdi. “Devlet büyüklerine hakaret edildiği” iddialarıyla suçlanıyorlardı. “Yaylada suyumuz yok” demenin, devlet büyüklerine ‘hakaret’ olarak algılandığı günler yaşanıyordu bin yıldır yürüdükleri topraklarda…
Ertesi sabah obasına döndüğünde tüm dirayetiyle eline mikrofonu aldı ve bu göçün sonsuza dek sürmesini diledi bir kez daha Pervin Ana. Bir kez daha bu dağlar bizim, bu ülke bizim, biz bu coğrafyanın çocuklarıyız diye haykırdı zamanın belleğine...
Pervin Ana’nın sesi yorgun, bedeni kırgındı. Ama en çok yüreğini yakıyordu yaşananlar.
Anadolu’nun kalbinden, Karaman yaylalarından attığı çığlık tüm yurda yayıldı. Sarıkeçililer’e sahip çıktı bu toprakların insanları. “Onlar bizim ata yadigârımız, çekin ellerinizi güzel aydınlığımızdan” dedi, uzak yakın canlar…
Oysa Sarıkeçililerin çadırına gelen mermer ocağının maden mühendisi de su sorununu kabul etmiş, “evet, buradaki suyu biz kullanıyoruz” diyebilmişti.
Ancak bu güzel topraklarda karanın ak, akın kara olduğu günler yaşanıyordu…
Bozkırın tezenesi, Anadolu toprağının alçakgönüllü ozanı, büyük usta Neşet Ertaş ‘Yolcu’yu anlatırken, “Ana haktır, sen bu sırra erdin mi?” diye soruyordu, derinlikli sözleriyle…
Pervin Ana’nın sırrı da işte tam da buradaydı…
Bugünün hoyratlığının aklı ermiyordu; toprağın suyun, otun böceğin, ağacın kuşun, ana olduğuna, ananın hak olduğuna…
Çatalhöyük’teki Kybele’yi, Likya’daki Leto Ana’yı, Ege’nin bereketli topraklarındaki Artemis’i; Anadolu’nun üreten, çoğaltan yanını unutmuştu. Unutmuştu, damızlığın Sümer tanrısı Dumuzu’den geldiğini. Sümer tanrısıyla karakeçilerin ak sütüne yoğurt mayalayan ellerin, Fatma Ana’nın elleri olduğunu unutmuştu.
Bir imparatorluğun kurulduğu Yörük çadırında suyu, toprağı, otu konuşmanın suç sayıldığı bu zaman diliminde, o imparatorluğun bekası olduğunu savunanlar köklerini unutmuştu…
Ertuğrul’un torunuyuz diye oradan oraya dolananlar, Ertuğrul’u unutmuştu…
Peki Pervin Ana’nın çadırında Anadolu’nun suyunun toprağının konuşulması neden suç sayılıyordu?
Bu sorunun yanıtını bulmak için gelin hep birlikte bundan tam 5 yıl geriye gidelim…
5 yıl önceki bu günlere…
Yıl 2011…
Anadolu’nun dört bir yanında iyice hızlanan yıkım projeleri, suların kelepçelenmesine, tohumların yasaklanmasına, dağların, ormanların, yaylaların yağmalanmasına yol açıyordu…
Toroslardan Karadeniz’e, Doğudan batıya Anadolu’nun dört bir yanında yaşanan bu vahşi yıkım, vadilerde, subaşlarında, yaylalarda yaşayan insanların umutlarını birer birer tüketiyor, vadileri insansızlaştırıyordu…
Tek tek bu yıkıma direnmeye çalıştılar…
Dilekçeler, davalar, eylemler, yürüyüşler…
Hiçbir yol alınamıyordu…
Yıkım durmak yerine iyice hızlanıyor, yaşamı savunanlar vatan hainliği ile suçlanıyordu…
Anadolu coğrafyası sözün bittiği yerdeydi…
Günlerden bir gün, soğuk bir kış günü Beydağlarının koynunda bir çadır kurdu Pervin Ana…
Kocaman bir çadır…
İçine neredeyse tüm Anadolu’nun sığabileceği bir çadırdı bu…
Çadırın tepesindeki ulu çınara bir bayrak astı…
Anadolu yaralıydı…
Dört bir yandan parçalamak istiyorlardı bu güzel yurdu…
Kanla, barutla kazanılan, acıyla, emekle yeniden bağımsız türküleri söylenir hale getirilen bu toprakları vermeyeceğiz isyanı yükseliyordu yurdun dört bir yanından…
O gün, o soğuk kış günü Beydağlarının buluştu, ülkenin her köşesinden gelip, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyenler…
Artvin’den, Rize’den, Gümüşhane’den, Hatay’dan, Urfa’da, İzmir’den, İstanbul’dan…
Derelerden, vadilerden, yaylalardan, ovalardan geldiler…
Moğollardan beri görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya kalan Anadolu coğrafyasının binlerce yıldır taşıdığı, büyük savaşlardan geçerek bugüne ulaştırdığı değerlerin birkaç yılda ellerinin arasından kayıp gideceğini biliyorlardı…
Pervin Ana çadırının ortasına kocaman bir çoban ateşi yaktı. Bir tencere koydu üstüne… Mis gibi kokan bir bulgur pilavı pişti içinde…
Ateşin kıyısında elleriyle hamur yoğurup o ateşte ekmek pişirdi…
Çıkınlar açıldı, Anadolu’nun tatları birer birer döküldü bu kardeşlik sofrasına…
Türk’ü Kürdü, Laz’ı Çerkez’i, Arap’ı Acem’i…
Kolejli çocuklar, kentli güngörmüşler, beyaz yakalılar; sağcılar, solcular, liberaller, laikler, mütedeyyinler, ateistler...
Hepsi de Pervin Ana’nın etrafında toplanıp kendilerini birleştiren coğrafyanın tatlarıyla karınlarını doyurdular…
Hiç elektrik kullanmadılar o gece…
Sisli gecenin koynunda bir görünüp bir kaybolan dolunayla, çadırın ortasında yanan çoban ateşinin ışığı yetti onlara…
Konuştular…
Genç bir adam elindeki kocaman kitabın tam ortasını açıp konuştu: “Bu kitaptaki coğrafya tarih olmamalı…”
Konuştular… Konuştukça açıldılar, zihinleri ışıdı, gözlerinin içi güldü. Umutsuzluk umuda, çaresizlik çareye dönüştü…
Çare o kara çadırın içindeydi…
Kardeşlikte…
Çadırın kıyısına tutturulan çarığa ilişti gözler…
Çare çarıktaydı, yani yolda…
İş başa düşünce çarığı ıslatırdı Yörükler. İş başa düşünce, çarık çorabı, çorap da ayağı sıkınca yola düşerdi Yörükler…
O gece, Beydağlarının koynundaki vadide, Pervin Ana’nın kara çadırında geçirilen o huzurlu gecenin ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Steril, ışıklı, lüks ve konforun ortasında alınan kararları değiştirmek için, ay ışığının altında, doğanın koynunda, çoban ateşinin ışığında aldıkları kararla yola çıkmak istediler…
Yörükler gibi yapacaktı onlar da: Yürüyeceklerdi…
Yürüyecekler ve Anadolu’yu başlarına yıkan kararların alındığı kente varıp, “Yetti gari, Anadolu’yu vermeyoz” diyeceklerdi…
Günler sonra, 2011 Nisan’ında, ülkenin yedi ayrı bölgesinden yola çıktılar…
40 gün 40 gece, binlerce kilometre yürüyerek ırmakların denizlere ulaşması gibi Ankara’ya ulaşacaklardı…
Ne otobüs, ne uçak, ne otomobil, ne de gemi…
Yürüyerek, sadece yürüyerek, yüreklerini ayaklarına, ayaklarını yüreklerine koyup yürüyerek…
Tıpkı Yörüklerin binlerce yıldır yaptığı gibi…
Gandi’nin tuz yürüyüşü, Che Guevera’nın motosiklet yolculuğu, Mustafa Kemal’in Samsun yolculuğu gibi…
Kafası bozulduğunda başını alıp giden ve 40 gün eve gelmeyen köylüler gibi durmaksızın yürüyeceklerdi…
Yunus gibi, Hoca Nasreddin gibi, Dadaloğlu gibi, Köroğlu gibi yürüyeceklerdi...
Kerem gibi, Leyla gibi, Mecnun gibi yürüyeceklerdi...
Yürüdükçe ruhlarındaki pası atacaklar, yürüdükçe zihinlerindeki karmaşayı, benliklerindeki korkuyu atacaklardı…
Yürüdükçe, Hitit tabletlerindeki gibi ekmek yiyip su içecekler, yürüdükçe Anadolu’nun kökleriyle tanışacaklardı…
İlk kez ve çıplak elle, çıplak ayakla, çıplak gözle Anadolu coğrafyasına dokunacaklardı…
Ve toprak uyanınca yola çıktılar…
Nisan’ın en güzel yağmurlarıyla yürüdüler dört bir yandan…
“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diye yola çıkan kervanlar Ankara’ya ulaşıp ülkeyi yönetenlere seslerini duyuracaklardı.
Bu güzel ülkenin zenginliğinin, torunlarına da kalmasını istiyorlardı.
“Zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım” diyenlere, coğrafyanın, değeri salt parayla ölçülen bir kaynak değil, tüm yaşamın kaynağı olan paha biçilmez bir “değer” olduğunu anlatacaklardı…
Yürüdüler…
O sabah…
21 Mayıs sabahı, yedi bölgeden gelip, Gölbaşında buluştular…
Yine bir Çadır kurdu Pervin Ana…
Tıpkı 40 gün önce yola çıkmadan kurduğu gibi…
Yolda olmak zordu…
Kimi yorgundu, kimi üzgün…
Kimi küskün, kimi yaralı…
Yolda olmak zordu…
Çünkü ancak yolda olmak açığa çıkarırdı, insanın içindeki nehri; çünkü ancak yolda olmak ortaya çıkarırdı, insanın içindeki zehri…
Ancak dışlarındaki zehir içlerindekinden daha acıydı…
O sabah 500 polis yığıldı, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyenlerin önüne...
Anadolu’nun suyunu, toprağını, otunu böceğini korumak için yola çıkanlar, içlerindeki barajları aşıp Gölbaşı’na ulaşanlar, Polisin önlerine kurduğu baraja takılmıştı o gün…
Ancak Pervin Ana ve çevresinde toplanan Anadolu’nun çocukları direndiler…
Geri adım atmadılar…
Gölbaşı’nı mesken tutup taleplerini ülkeyi yönetenlere anlatmadan geri dönmeyeceklerini söylediler...
Bugün Karaman yaylalarında susuz bırakılmak istenen, çadırları yıkılan, Sarıkeçili Yörüklerinin önderi Pervin Ana, işte böylesi bir mücadeleyi omuzlayıp taşıyordu yıllardır, bıkıp usanmadan…
Yörüklerin varlığını borçlu olduğu doğanın yağmalanıp talan edilmesini Yörüklerin sorunu olarak görmeyen, bu yaşamsal sorunların çadırda konuşulmasını anlamakta zorlanan anlayış, işte bu belleği silmek istiyordu Anadolu toprağından...
Ancak Pervin Ana hiç susmadı. Her fırsatta yaşamı savunmayı sürdürdü. En çok da Anadolu kadınını.
Bundan tam 5 yıl önce Pervin Ana’nın kara çadırında yaktığı çoban ateşinin etrafında toplananlar, uzun ve yorucu günlerin ardından çadırlarını bu kez İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’na kurdular…
Ağaca, yeşile, yaşama olan düşmanlığa karşı Haziran direnişinin fitilini ateşleyen kıvılcımlardan biri oldular…
Çünkü çadır, özgürlüktü…
İşte tam da bu yüzden çadırdan hep korktular…
***
Islak Çarıklar Programı’nın Yürüyenler Bölümü-1:
http://www.kanalvip.com.tr/programlar/islak-cariklar/islak-cariklar-25-mayis-2016-1.html
Islak Çarıklar Programı Yürüyenler Bölümü-2:
http://www.kanalvip.com.tr/programlar/islak-cariklar/islak-cariklar-25-mayis-2016-2.html