Savaş çocukları ile Bosna'da bir gezi

Savaş çocukları ile Bosna'da bir gezi

Genel olarak Avusturya’dan Doğu’ya yol aldıkça yeşilliğin gittikçe azaldığını görürdüm. Bu defasında Avusturya’dan Hırvatistan’a oradan da Bosna Hersek topraklarına girdiğimizde Saraybosna kentine kadar durumun böyle olmadığı şaşırtıcıydı. Yüksek dağlar, tepeler mayıs yağmurlarından olsa gerek yeşilin bütün tonlarıyla bezenmişti.

Bosna Hersek’de ilk durağımız Bihaç kenti oldu. Ülkenin en batısında bulunan Bihaç‘ı Una nehri ortadan ikiye bölüyor. Una nehrin adı güzelliğinden dolayı "eşsiz, benzersiz, emsalsiz“ anlamındaki sözcük Romalılar tarafından verilir. Kentin yeşil alanları ve bakımlılığı hemen dikkat çekiyor. Lokantaları bol kepçe. Bihaç’ta gece kaldıktan sonra Hırvatistan’a Plitviçer’i görmek için geri dönüyoruz.

Plitviçer Göller bölgesi için bu dünyadaki cennet kavramını kullanmak abartı olmaz. Burayı bizden önce görenlerden aynı sözcükleri duyduğumu belirteyim. Plitviçer Göller bölgesi Hırvatistan sınırları içinde Bosna’nın Batı’dan gümrüğüne daha yakın. Göller ve şelaleleri vadiler içinde tepeden izlerken gözlerimize inanamıyoruz. Gördüklerimin hayal veya rüya olmadığına kanaat getirmek için Bosnalı arkadaşlarım Admir ve Amir ile şakalaşıyorum.

Yukarılardan vadinin derinliklerinde mavi suyun birden bire bembeyaz köpük olup aşağı dökülüşünü izliyoruz. Vadinin derinliklerinde akan, coşan suyu yukarıdan orman içerisinde küçük yol boyunca yürüdükçe, her adımdaki görülen güzellik bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Yaklaşık bir kilometre mesafede vadideki mavi ve beyaz köpükler içinde akan, bazı noktalarda gümbür gümbür bütün çoşkuyla aşayılara dökülen suyu izleyerek yolumuza devam ediyoruz. Yol boyunca Bosnalı arkadaşımız Admir sadece belirlenmiş yolda gitmemizi iletiyor. “Yolun çıkmak tehlikeli olabilir, mayın döşenmişti savaş yıllarında” diyor.

FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYINIZ

Hırvatistan sınırları içinde bulunan Plitviçer göl ve şelaleleri Yugoslav savaşı sırasında Sırplar tarafından kuşatma altına alınır ve bir dönem Sırp kontrolü altında kalır. Bu süre içerisinde içme suyu kalitesinde olan, buz gibi suyu bulunan, birinin bitiminden sonra diğeri başlayan göl ve şelalelerin içinde bulunduğu bölgeye yüzbinlerce mayın döşenmiştir. Bölgenin mayınlardan temizlenmesi yıllar alacaktır.

Bir üstteki gölden aşağıya sular şelaleler ile ulaşmakta, şelaleler halinde döküldüğü yerlerde traverter (Pamukkale de olduğu gibi) oluştuğundan, şelalerin ve göllerin genel görünümü sürekli değişmekte olduğu bilgisi veriliyor.

Plitviçer 1979 tarihinde UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası” olarak kabul edilir. 300 kilometre kare bir alana sahip olan Plitviçer, Hırvatistan’ın en eski Milli Parkı’dır. Parkta 1264 bitki çeşidi bulurken, bunların 75’i sadece burada bulunmaktadır. Yapılan araştırmada 161 kuş, 55 orkide ve 321 kelebek çeşidi bulunmaktadır.

Plitviçer’in sedirler halinde birinin bitip diğerinin başladığı her biri 40 ile 70 metre yükseklikte bulunan şelalelerin tadını çıkardıktan sonra Bihaç kentine geri dönüyoruz. Hırvatistan’an Bosna Hersek’e girilen gümrük kapısında bulunan gümrük memuru pasaport kontrolünde havaların yağışlı olmasında şikayetçi oluyor. Arkadaşa beni göstererek “Türk mü?” diye sorduktan sonra “Bosna’ya ilk defa geliyorsa misafiriniz sağa sola biraz su saçsın da havalar düzelsin” diyor. Admir “Misafirliğe ilk gelen bulunduğu yere biraz su dökerse, havanın iyi olacağına inanılır bizde” diyor

Bihaç’a yorgun argın dönüyor, yorgunluğumuzu atmadan Una Nehri kenarında bir lokantaya gidiyoruz. Bir otel ile içiçe olan lokantada bizden başka müşteri yok. Una Nehri sularının dışında balıklarıyla da bereketli olacak ki, adam başı ısmarladığımız bir porsiyon balık yemeği ile en az üç kişi doyabilirdi.

Bihaç’ta bize katılan Amel’in annesi ve babası bizleri kahvaltıya davet ediyor. Ev sahibesi anne, beni “Buyrun, buyrun” sözcükleri ile içeri davet ediyor.

Kahvaltıda çay, kahve, pekmez, bal ve peynir ikram ediliyor. Kahve cezveyle ve boş kahve fincanı ile birlikte servis yapılıyor. Cezvelerin bakırdan ve el işlemeli olması dikkat çekiyor. Amel’in babasının mesleği öğretmenlik. Emekli olmuş, anne ise hala bir bankada çalışıyor. Baba, Türk olduğumu öğrendiğinde çoşuyor, hepimize Osmanlıyı anlatmaya başlıyor. Fatih’in İstanbul’u almadan Saraybosna’yı fethettiğini gururla dile getiriyor. Kendi anlatıkları yetmiyormuşcasına içerden kalın bir kitap alıyor, anlattıklarını kitaptan onaylatıyor. Konuşması sırasında çok fazla Türkçe kelime dikkat çekiyor. Hukukçu arkadaşım “Bosnaca’daki Türkçe kelimeler çıkarılmış olsa iletişim zor sağlanır” diyor.

Sohbet ve kahvaltı sürecinde televizyonun sesi kısıktı. Kahvaltımız bitmiş, kalktığımızda bir “Siyah Gül” isimli bir Türk televizyon filmi dizisi başladı. Sadece Sennur Sezer ismini tanıyorum. “Benim dizi başladı, ben gelmiyorum” sözlerime gülüyorlar. Amel “annem izliyor, annemin dizisi” diyor. Admir Bihaç’ta bir şehitliğin bulunduğunu, Sırp saldırısında ölen Bosnalıların yattığı şehitlikte Bosnalılarla beraber direnen Sırpların da mezarlarının bu şehirlikte olduğunu anlatıyor. Kahvaltı sonrasında Saraybosna yönüne hareket ediyoruz.

Bihaç’an sonra ilk durağımız Kjuç. Kjuç yüksek dağlar arasına akan bir nehir büyunca kurulmuş bir kasaba. Kjuç ismi Osmanlılar tarafından verilmiş. İki yüksek dağın arasında kurulmuş olan şehir batıya açılan kapı olarak görülmüş olacak ki, Osmanlı kenti ele geçirdikten sonra "anahtar“ anlamına gelen Kjuç ismini vermiş. Kjuç kentinin üst tarafında bir kale bir de türbe olduğunu biliyoruz. Türbeyi ziyaret etmek istiyoruz. Türbenin kime ait olduğunu öğrenemiyoruz.

Admir “bizde mezarlıklarda sürekli bir türbe olur” diyor. Ancak daha sonra gördüğümüz mezarlıklar bu iddiayı onaylamıyor. Türbenin üst yanında bulunan kaleden şehire tepeden bakıyoruz. Kjuç şehrini terk ediyoruz. Kjuç’tan sonra Sırp yerel idari cumhuriyetinin sınırları başlıyor. Coğrafya‘da bir değişiklik yok, dağlık ve yeşillik devam ediyor. Yalnız, daha önce görülen camii minarelerinin yerini sadece Kiliseler alıyor. Bosna sınırları içinde ise hem kilise hem de camiiler görülüyordu. Bosna Cumhuriyeti içinde kendi özerk üç cumhuriyet bulunmakta. Bunlar; Bosna Herseki, Brcko ve Sırp Cumhuriyeti. Sırp Cumhuriyeti, Bosna Hersek topraklarındaki özerk cumhuriyetini tümüyle bağımsız bir devlet kılmak için talepler olduğu biliniyor. Bu talep gelecekte Bosna Hersek’in başını ağrıtacağa benziyor.

Bosna Herseki sınırları içinde bulunan Travnik şehrine kadar yolumuza durmadan devam ediyoruz. Travnik, Bosna’nın Saraybosna’dan sonra en önemli kenti. Bir vezirler kenti olarak bilinen Travnik’te ilk medrese Saraybosna’dan önce açılır. Eğitim düzeyinin çok yüksek olduğu bir kent olduğu biliniyor, onun için de kentin insanlarının daha eğitimli olduğunu belirtiyor Admir. Ayrıca Avusturya Macaristan imparatoluğu zamanında krallığın temsilciliğinin merkezi olmuş. Kent bir de Nobel Edebiyat ödülü almış Bosnalı yazar İvo Andriç’i kazandırmış. Andriç bu kentte doğmuş.

Ivo Andriç’in evini ziyaret ediyoruz. İki katlı taş bir ev. Müze yapmışlar, oldukça bakımlı. Ivo Andriç’in eserleri roman olarak değil, tarih kitabı gibi algılandığı, onun için de Sırpların Osmanlı’ya duyduğu kini kamçıladığı düşüncesi var. Hatta, Bosna savaşında Sırp genelkurmay başkanı Bosnalılara “Türklere olan öçümüzü alacağız” açıklaması yaptığı hatırlanmakta.

Adını hemen bir kaç metre yukarısından çıkan „Mavi Su“dan alan kahvanede kahve ısmarlıyoruz. Kahvelerimiz geliyor. Küçük bir cezveyle sunulan kahve fincanın yanına şeker, tek bir siğara ve kibrit ile sunuluyor. Admir “Bizde kahvenin içinde şeker karıştırılmaz”, kırtlama biçiminde içildiğini anlatıyor. Geçmişteki bu vezirler şehri Travnik’e Türk turistleri de gelmişler. Türk turistleri de kahvede yoğun. Erkek ve kadınlar ayrı ayrı oturuyorlar, haremlik selamlık yani.

Travnik’ten sonraki durağımız Vlaşic (Vlasic) olacak. Bir dağın eteğinde kurulmuş Vlaşic dağ sporları ile de meşhur. Bitki örtüsü ile de tanınmış ayrıca. Çok çeşitli bitki örtüsü bulunduğundan, bölgenin süt ve et ürünlerinin çok doğal ve sağlıklı olduğu belirtiliyor. Etli ve baharatlı, sebzeli yemekler ve ayrıca peynirler mutlaka tadılmalıdır deniliyor. Baharatıylaçok zengin. Bahartın dışında kentin güneşini batıdanengelleyen dağda bir çeşit gül yetiştiği biliniyor: Roze Brandis. „Brandis Gülü“nü malesef görmedik. “Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz” diyen Aşık Veysel Dede‘nin sözlerinin aksine, bu gülün dikeni bulunmazmış. Brandis Gülü sadece bu dağda yetişir, buradan söküp de başka bir yerde dikildiğinde, yeni yere inat dikenli büyürmüş. Brandis’in bu inatçı özelliği Bosnalıların inatçılığına örnek gösterilirmiş.

Doğanın, Brandis Gülü, sarp kayalarının, nehir ve derelerinin inatçı duruş ve akışının dışında, Bosna inatçılığına başka bir örneği Saray Bosna kentinde öğreniyoruz. Tarih ve kültür kenti Saray Bosna’da gezerken “İnat Kuça”ya yolumuz düşüyor. İnat Kuça kentin ortasından akan Miljacka Nehri kenarında lokanta olarak hizmet sunuyor. İnat Ev anlamına gelen küçük şirin evin inatçılığına ait de bir hikayesi var. Söylentiye göre Avusturya Macaristan İmparatorluğu sırasında Miljacka Nehir yatağı değiştirilmek istenir. Evin yeri yeri bu değişikliğe engeldir. Evin sahibine gidilir ve evi boşaltmasını, nehrin yatağındaki değişiklikten dolayı İnat Kuça’nın yıklacağı bildirilir. Ev sahibi karşı çıkar. Yıkamazsınız der. Eev sahibi kralın emrini rede der. Kralın görevlileri ev sahibine para teklifleriyle gelirler. Kabul etmez adam. “Ne kadar para istiyorsan iste, verelim” derler. Evin isminin Türkçe olduğu gibi, ev sahibi bir Türkçe kelime kullanır, “Rahatluk” der. “Ben ‘rahatluğumu’ para için bozamam” cevabıdır. Evin sahibinin çetin ceviz olduğunu anlayan Avusturya Macaristan Hanedanlığı görevlileri evin yerini değiştirme teklifinde bulunurlar. Ev sahibi bu teklifi kabul eder. Ev ırmağın bir kenarından diğer kenarına geçirilir. Bir müddet sonra bunun yanlış olduğunu tespit ederler, evi tekrar aynı yerine taşırlar.

Günümüzde “İnat Kuça” adı altında bilinen bu ev lokanta olarak hizmet sunmaktadır. Bosna ev mutfağının sarma, dolma gibi en güzel örneklerini sanki eski bir Ankara evindeymiş gibi, fotoğrafların, çeşitli mutfak ve üretim malzemelerinin vermiş olduğu tarihi atmosferde tatmak mümkün.

Gördüğümüz yerleşim yerlerinde arabanın plaklarındaki farklılık dikkat çekici. Plakalarda o yerleşim yerine ait olan bir ortak numara veya ortak bir harf bulunmamakta. Arabaların bir yere ait olduğ nasıl belirlenir diye soruyorum. Aldığım cevap bilinmez oluyor. Açıklaması da arabaların hangi kente veya yerleşim birimine ait olduğu bilinsin istenmiyor. Taşıtın hangi bölgeden geldiği, dolayısıyla hangi millete ait olduğu tespit edilsin istenmiyor.

Tarih, kültür ve mimarinin iç içe olduğu Saraybosna kenti turistlerin uğrak yeri olmuş. Özellikle Türkiye’den gelen turistlere sık rastlanıyor. Kentin 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olan Avusturya prensinin öldürüldüğü yer müzeye gitmek istiyoruz. Sicim gibi bir yağmur altında olayın olduğu sokağı ve müze haline getirilmiş binayı görüp sığınacak yer arıyoruz. Saraybosna hem 1. Dünya Savaşı hem de Yugoslav iç savaşının izlerini taşıyor. Bu izler heykel ve meydanlarda kurşun yaralarına dökülen kırmızı boyalarla dile geliyor.

„1945’den Yugoslavya iç savaşı“nı konu alan müzeye giriyoruz. Müzenin içinde Mareşal Tito’nun bir büstü karşılıyor bizi. Tito’nun büstünün yanına oturup hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra yaşlı ve dinç bir adama dikkat çekiyor. „Tanır mısın“ bunu diyor arkadaşım. Kim olduğunu soruyorum kendisine. Bosna Direnişi’nin sembolü olan Sırp kökenli general Jovan Divjak olduğunu söylüyor. General Jovan Divjak’ın Bosna Savaşı’nın kahramanı ve kentte sembolü olduğu belirtiliyor. General Divjak, Saray Bosna’da Bosnalılar ile birlikte Sırp saldırısına karşı direnişi örgütlüyor ve kentin Sırplardan kurtulmasını sağlıyor.

O da müzede, çevresi boş kalmıyor. Özellikle gençler olmak üzere gelen, giden yanına varıp kendisini saygıyla selamlıyorlar. Biz de yanına gidiyoruz. Fotoğraf çekebilir miyiz diye soruyoruz. Bir iki demeden hepimizi yanına alıyor ve poz veriyor. Daha sonra ise kartını verip “bana da gönderin lütfen fotoğraflardan” diyor. Türk olduğumu söylüyor arkadaşım. Arkadaşımın daha sonra bana anlattığına göre “Türkler para ister ama” demiş.

General Divjak’ın bir Viyana macerası vardır, 4 Mart 2011 yılında Viyana’ya gelmek ister. Viyana yakınlarında Schwecht Havalanı’nında Sırpistan ve Avusturya arasındaki anlaşmaya dayanarak gözaltına alınır. Sırplar general Divjak’ın savaş suçlusudur diyerek, kendilerine verilmesini isterler. Dönemin Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger generalin Sırpistan’a verilmesini kabul etmez. Avusturya’da yaşayan Bosnalılar general Divjak’ın gözaltına alınmasını protesto eder ve general daha sonra 500 bin Avro kefaletle serbest bırakılır. Şu anda kimsesiz çocukları koruma vakıflarında çalışmalar yapan general, Saraybosna’da yaşamını sürdürmektedir.

Müze ziyareti sonrasında akşam Mevlevi müzik konseri olduğunu ve oraya gitmeyi planlıyoruz. Dört arkadaş konser salonunda yerimizi alıyoruz. Konser başladıktan 15 dakika sonra arkadaşlarımla konseri sonuna kadar izleyemeyeceğimizi fark edip, çıkmak istiyoruz. Salon dolu sayılmaz, konsere katılanların yüzde doksanı Türk, geri kalanları Bosnalı gibi görünüyor. Yanımıza Avusturya’da eğitimini tamamlamış Bosnalı bir öğretim görevlisini de alıp, tipik bir Bosna tavernasına gidiyoruz. İnsanlar güzel giyimli ve bakımlı görünüyorlar. Canlı müzik var ve canlı müzige ben hariç orada bulunan herkes katılıyor. Büyük bir koro oluyor. “Sevdalinka” şarkıları söylüyorlar. “Sevdalinka” şarkıları, isminden de anlaşılacağı gibi sevda, vatan sevgisi, kırık aşk, özlem konularını içeriyor.

Oradan gençlerin uğrak yeri olan Saraybosna’da meşhur bir lokale uğruyoruz; Sloga. Sloga’da sahne alamayan şarkıcılar eski Yugoslav sınırları içinde meşhur olamadıklarını bu durumun da hala devam ettiğini belirtiyor arkadaşımız Admir. Gençler, Bosna pop şarkılarına eşlik ederek, dans ediyorlar. Mutlu görünüyorlar. Sahnede genç bir şarkıcı var. Arkadaşızı görünce tanıyor ve selam veriyor bize. Admir “Doğal afetler sonrasında Viyana’dan Bosna’ya birlikte çok yardım eşyası gönderdik, oradan tanışıyoruz” diyor. Bakımlı ve sağlıklı görünen gençler ellerindeki biralarla anadillerinde söylenen şarkılarla mutlu görünüyorlar.

Ertesi gün yüksek dağlar arkasındaa bir köye gideceğiz. Sabah erken kalkmamaız gerkiyor, hem Sloga’ya hem de şarkıcıya veda edip ayrılıyoruz. Yolda gece geç saatlerde gececilere hizmet sunan pizacıya uğruyoruz. Açlıktan mı yoksa pizzaların lezzetinden mi ısmarlamış olduğumuz pizzalar birden ortadan kayboluyor.

Sabah erkenden kalkıp Lukomir köyüne gitmek için yola çıkıyoruz. Kahvaltımizda bürek var. Bizim börekten farklı olarak, biraz daha yumuşak. Bürek yanında içmeye bir de isteniliyor. İki saatlik araba yolculuğu sonrasında dağ eteklerinde bir köyde arabamızı park edip, açık olan küçük bir yerel yemekler sunan lokantada son içecekelrimizi de aldıktan sonra yüzümüzü yüksek dağlara çeviriyoruz.

2500 metre yükseklikteki dağların arkasında bulunan Lukomir Köyü’ne dört saati aşan yolculuk sonrasında ulaşıyoruz. Yolculuk boyunca güneş açıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor, hatta kar yağıyor ve dolu atıyor. Dört saatlik yol boyunca dört mevsimi yaşıyoruz. Yol yeşillikler ve çiçeklerle bezenmiş. Kardelenler, çiğdemler kafalarını topraktan çıkarmışlar, bütün güzellikleri ve zarafetleriyle fotoğraf makinalarımıza göz kırpıyorlar. Alp dağlarının süsü ve doğal koruma altında ve koparılması yasak olan mavi centiyana benzeyen “Enzian” çiçeği Lukomir yolu boyunca Alpler’den daha yoğun dikkat çekiyor.

Saraybosna’nın güney batısında bulunan ve kente yaklaşık 40 km uzaklıkta olan Lukomir köyü ortaçağdan kalma bir köy görünümünde. İnsanların ve köyün doğal görünümü çok etkileyici. Doğup büyüdüğüm köyümün 60’lı yılların sonu 70’li yılların başındaki halini hatırlattı bana. Yapılarda az biraz ağaç, çokça taş, çamur ve yer yer de beton kullanılmış. Evin çatıları ise tenekelerle kaplanmış. Tenekelerin pası köye rengini vermiş.

Köyde yaşayanlar müslüman, tarım ve hayvancılık esas geçim kaynakları köylülerin. Biraz da turizm, ancak günde üç beş turist geliyormuş. Evinin bir köşesini lokanta gibi düzenleyen bir Lukomirli gelenlere yemek, başta Türk kahvesi olmak üzere içecek ikram ediyor. Yaşlı kadınlar bizleri görünce ellerinde nakışlı kıl ile yün karışımı ördükleri çoraplarla yaklaşıyorlar. Evlerinin önüne çağırıp diğer çorapları da gösteriyorlar. Admir ülkesinde satılan, tüketilen herşeyden mutlu. Yaşlı köylü kadınların sattığı çorapların da aramızda alıcı bulması onu yüne mutlu etmeye yetiyor. Fakir Lukomirli kadınların bizimle çok iyi ticaret yaptıklarını mutlulukla dile getiriyor Admir. Bu ticari ilişkiden sonra güle oynaya geri dönüyoruz. Tepelerden değil bu sefer dağın eteklerinden dönüyoruz.

Yugoslav iç savaşından etkilenmeyen hatta savaştan haberi bile olmayan tek yerleşim yeri olduğunu anlatıyor hukukçu Admir arkadaşımız. Kartal yuvasını andıran köyü bir kaç dakika içinde arkamızda bırakıyoruz.

Yol boyunca ağaç ve çiçekler arasında, tepeler dereler aşarak dağ eteğinde sarıdan maviye, maviden mora varan bir çiçek tarlasına geliyoruz. Çiçek tarlasının ortasında pırıl pırıl bir günde, içinde sarı renkli çiçekler açmış nazlı nazlı akan çaya geliyoruz. Burayı köye giderken tepeden görmüştük, ejderhanın yılanı kovaladığı dereymiş. Yukarıdan dere yılanın akışındaki sağa sola gidişini andıran bir görünüm içermektedir.

Lukomir sonrası hedefimiz Mostar üzerinden bir Bektaşi tekkesi olan Tekija Blaggaj’dır. Uzun olacak yolculuğumuz. Yeşil Bosna bölgesinden nispeten daha kurak Hersek bölgesine geçeceğiz. Bosna’da oto yol ile karşılaşmadık, oto yol da yok zaten. Gidiş gelişli bir yola düştük. Arabanın camını açtık, camın motoru bozuldu ve cam kapanmıyor. Şiddetli bir yağmur yağıyor. Yağmur araba kullanan arkadaşımızı ıslatıyor. O halimizle bir tamirhaneye ulaşıyoruz. Genç bir tamirci kısa sürede arabamızın camının gerekli tamirini yapıyor. Bunun karşılığında da 20 Bosna Mark’ı (10 Avro) ödüyoruz. Dürüstlük, profosyenellik ve istenilen bedelin azlığı bizi şaşırtıyor. Ortak kasamızdan istenilen para kadar da bahşiş veriyoruz, yolumuza devam ediyoruz.

Bir sonraki durağımız Jablanica. Jablanica Tito’nun Nazilere karşı direniş destanı yazdığı şehir. Jablanica, Neretva Nehri boyunca kurulmuş. Orson Welles, Yul Brynner, Franco Nero, Sylva Koscina ve Curd Jürgens gibi sinema oyuncularının rol aldığı 1969 yılında çekilen Neretva Köprüsü filminden burayı tanımıştık. Nazilerin Yugoslavya’ya bağlantısını koparmak için Neretva Köprüsü havaya uçurulur, köprüyle beraber tren de nehre düşer. Neretva Köprüsü’nde raylardan aşağı suya düşen tren günümüzde açık hava müzesi olarak görev üstlenmiş yerde karşımızda durmakta.

Biz dört arkadaşın olduğu sürede bizimle beraber yaklaşık 10 kadar ziyaretçi vardı. Diğerleri de Asya ve Güney Amerikalılara benziyorlar. Neretva Köprüsü’nün önüne kurulmuş bir sahne ve oturaklar dikkat çekiyor. Oturakların uzun zamandır kullanılmadığı bakımsızlık ve aralarda büyüyen otlardan fark ediliyor. “Burada anma günleri düzenlenir; bu anma günlerinde konserler, sempozyumlar, Yugoslav ordusunun Nazilere karşı kahramanlıkları anlatılırdı” diyor Admir içini çekerek. “Bak bunların yapıldığı alan bile açık müzeye dönmüş” diyerek üzüntüsünü dile getiriyor. Sahnenin bir kenarında Mareşal Tito’nun o meşhur sözü “Yaralılar bırakılmayacaktır” (ranjenike ne smijemo ostaviti) anıtlaştırılmış burada.

Açık hava müzesi halini almış, Alman faşizminin yenilgisinin sembolü olmuş alanda gezerken taşın üzerinde kazılmış gamalı haç moralimizi bozuyor. Neretva Köprüsü ve alanı terk ederken ana yol ile bu tarihi yer arasına bir benzin istasyonunun sıkıştırılmış olması başka bir üzüntü kaynağımız oluyor. Bu ruh haliyle ilk durduğumuz yerde birer Türk kahvesi içene kadar birbirimizle konuşmuyoruz.

Neretva Köprüsü’nden Bektaşi türbesine şiddetli bir yağmur altında ulaşıyoruz. akın akın yağmur altında geri dönen insanların arasından arabamızla geçip bir park yeri buluyoruz. Türbede yılda bir ülkenin çok çeşitli yerlerinden gelen insanların katılımıyla bir tören düzenleniyor. Bizim ziyaretimiz bu güne denk geldi. Türbeye varana kadar daha bi iki kilometre yolumuz var. Sicim gibi yağmurun altında insanlar kaçışırcasına geri dönüyorlar, biz ise onların ters istikametinde türbeye doğru yo almakta zorlanıyoruz. Yolun sağı ve solunda kızarmış tavuk, bosna sucukları, giysiler, şemsiyeler, kahve fincanları ve cezvesi. Çeşitli tatlılar satışa sunulmuş. Yağmurdan dolayı şemsiyenin dışında başka birşeye rağbet yok.

Mostar kentinin güneydoğusunda ve kente 10 km uzaklıkta olan türbeye vardığımızda yağmur biraz dindi. Daha sonra Nevetra nehrine karışacak olan Buna Nehri’nin çıktığı yerde, dik kayalık olan bir dağın dibine kurulmuş tekke. Tekkenin merkezi bir ev, pazar, ibadethane, okul ve misafirhaneden oluşmaktadır. Buz gibi pırıl pırıl suyun kaynağının dibine kurulmuş tekkenin yapımında ağaç ve taş kullanılmış.

Yakın zamanda Tekke’nin tamir gördüğü fark edilmekte. Bu tamir sonrasında bir kaç dilde Tekke ile ilgili bir tanıtım şildi binanın önüne yerleştirilmiş. Bektaşi tekkesi olan Blagaj Tekija’nın Türkçe tanıtımında adı “Alperenler Tekkesi” olmuş. Şildin üzerine ise şu bilgiler yazılmış. Olduğu gibi buraya alıyorum. “15.yy başlarında Alperenler (dervişler) tarafından; ‘Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek’ idealiyle kurulan tekke; tarihinde Kadiri, Halveti ve Nakşibendi tarikatlarına ev sahipliği yapmış ve halen de devam etmektedir. Türbe (Sarı Saltuk ve Şeyh Açıkbaş), ibadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmaktadır.”

Saraybosna, Travnik, Mostar ve Blagaj Tekija’yı gezdiğimiz sürede Bosna Hersek’te çeşitli dinci tarikatlar aracılığıyla ciddi bir misyanerlik çalışmaları dikkat Çekmekteydi. Bunu özellikle Admir arkadaşımıza söylediğimde, “ülke bu tehlikenin farkında, basında konu sürekli yazılmakta” cevabını verdi. Ayrıca köylerine giden Arapları, köylülerinin “paralarınızı alın gidin, paramız olmayabilir ama bi bu halimizle mutluyuz” dierek kovduklarını da anlattı.

Kadim Ülker

ulusalkanal.com.tr