Orta Çağ'da aşk neden hastalık kabul ediliyordu?
Aşk ve “fiziksel ızdırap” arasındaki bağlantı çok uzun zaman önce kuruldu. Orta Çağ'da aşk, beyne dokunan bir hastalık olarak kabul edildi. Peki Orta Çağ'da hekimler bu durumu nasıl tanımladı?
Günümüzde aşkın bilimi üzerine yapılan araştırmalar, beyindeki dopamin, adrenalin ve serotonin nörotransmitterlerinin, insanların âşık olduklarında deneyimledikleri genellikle hoş olmayan fiziksel semptomlara nasıl yol açtığını gösteriyor. 2005 yılında yapılan bir araştırma, aşkın, coşku veya kaygı gibi duygulara veya duyumlara yol açan etken veya hedefe yönelik bir durum olduğu sonucuna varmıştır. Ama aşk ve “fiziksel ızdırap” arasındaki bağlantı çok daha uzun zaman önce kuruldu. Orta Çağ tıbbında, beden ve ruhun iç içe geçtiği, bu sebeple bedenin, ruhun durumunu yansıtabileceği düşünülüyordu.
Bir vaka anlatımında hekim Erasistratus (MÖ 4.YY) aşırı derecede hasta olan Prens Antiochus'un başucuna çağrılır. Muayenede, prens zayıf, bir deri bir kemiktir. Belli ki ölümün eşiğindedir ama kimse nedenini anlayamaz. Erasistratus, Antiochus'un bileğinden nabzını ölçtüğü sırada prensin nabzının hızlandığını fark eder ve üvey annesi Stratonice odaya girdiğinde yüzü kızarır. Erasistratus, Antiochus'un “aşk hastalığına” yakalandığını anlar. Buna benzer hikayeler Hipokrat ve Galen'e atfedilir.
Gerçekten de aşk hastalığı tıp literatürüne nüfuz etmiş bir hastalıktır ve onu teşhis edebilme yeteneği geçmişte büyük bir hekim olmanın göstergesiydi. Hastalığın tanımları yüzlerce yıl içinde büyük ölçüde değişmiştir ve günümüzde psikiyatrik bozukluklar kılığında var olabilir.
BELİRTİ VE SEMPTOMLAR
Aşk hastalığının (aşık hastalığı, mal de ojo, mal amor, aşk kahramanları, ölçüsüz aşk veya philocaptio olarak da bilinir) belirti ve semptomları, zaman veya kültürden bağımsız olarak genellikle tutarlıdır. Aşk hastalığı, bir kişiye duyulan saplantıyı içerir: Etkilenen kişi, saplantısının nesnesi hakkında saplantılı düşüncelere sahiptir. Uykusuzluk, iştahsızlık, gözlerde çukurlaşma, iştahsızlık, solgunluk, hızlı nabız ve sarılık hastalarda sürekli olarak görülürken, diğer semptomlar, tanımlandıkları zamana veya yere göre daha spesifik olabilir.
Örneğin, Müslüman hekim Rhazes (MS 850-923) benzersiz bir semptom tanımlamıştır. Rhazes’e göre; erken evrelerde hastanın görüşü zayıflar, dili kurur ve üzerinde çıbanlar büyür. Hastanın sırtında, baldırlarında ve yüzünde köpek ısırığı gibi izler oluşur. Eğer tedavi edilmezse, kişi sonunda geceleri mezarlıklarda dolaşır ve bir kurt gibi ulumaya başlar. Orta Çağ İspanya'sındaki tezahürlerden biri ise, bir kişinin aşırı arzusundan kaynaklanan ve bir kişinin hoş olmayan ve itici bir şeyi güzel ve arzu edilir olarak görmesine yol açan “Kurbağa/Diana Sendromu”dur.
Bazı Orta Çağ yazıları, aşk hastalığını ve bipolarlığı birbirine bağlar. Pek çok hastada ağlama, uykusuzluk ve iştahsızlık gibi depresif belirtilere manik belirtilerin de eşlik ettiği, uygunsuz kahkaha ve depresyon arasındaki hızlı ruh hâli değişimlerinin de yaygın olduğu belirtilmiştir. Ferrand, hastaların hoş bir şey gördüklerini, duyduklarını ya da özlem duyduklarını gösteren bir bakış attıklarını, kısa bir süre sonra ise kederli, dalgın ve yalnız hissettiklerini aktarmıştır. Hipokrat ise, aşk hastalığına bağlı olabilecek melankolik delilik hâli ile şiddetli semptomların bağlantısını tanımlamıştır. Bazı kadın hastaların delirmelerine, cinayete meyilli olmalarına ve boğulma arzusu içinde olmalarına neden olduğunu belirtmiştir. Bu, bir manik atak sırasında insanlarda meydana gelebilecek şiddetli dürtülere benzer.
HUMORAL DENGESİZLİK
Hipokrat dönemi doktorları, sağlığı korumak için dört vücut sıvısının (kan, balgam, safra ve melankoli) dengesini korumanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Tamamen sağlıklı bir insanda, dördünün de mükemmel bir şekilde dengede olduğu düşünülüyordu, bu nedenle hastalığın bu dengedeki bozulmalardan kaynaklandığına inanılıyordu. Melankoli salgısının bozulması, psikolojik sorunlara ve bedensel yan etkilere yol açarak, aşk hastalığı semptomlarına neden olduğu kabul edilirdi. İlk Hıristiyan yazarlar, aşk hastalığının ruhu da bozabilecek bir duyu hastalığı olduğuna inanarak, beden hastalıkları ile ruh hastalıkları arasında net bir ayrım yapmadılar.
Orta Çağ tıp yazılarında hastalık için daha net tanımlanmış bir hastalık sebebi bulunuyordu. Bu yazılara göre; ilk aşama, arzu nesnesi kişi, "hayat ruhu"nun aşırı ısınmasına neden olduğunda meydana gelir. Ruh, tahmin etme yeteneğinin bulunduğu beynin orta ventrikülünü alevlendirir ve hayal gücünde kuruluk ile sonuçlanır. Sonuç olarak, sevilen kişinin imajı hastanın hafızasına kazınır, bu da takıntıya, muhakeme yeteneğinin azalmasına ve anormal davranışlara neden olur. Bu tür fikirler, bir kişinin baskın salgıları karakter özellikleriyle ilişkilendiren bir mizaç sistemi geliştiren Galen gibi doktorların eski tıbbi metinlerine dayanıyordu. Örneğin melankolik bir kişiye, safranın salgıları tarafından hükmediliyordu ve kişinin soğuk ve kuru bir bünyeye sahip olduğu düşünülüyordu.
Bir diğer araştırmada da gösterildiği gibi, Orta Çağ'da melankolik bir eğilimi olan insanların aşk hastalığına yakalanma olasılığının daha yüksek olduğuna inanılıyordu. 11. yüzyılda yaşamış hekim ve keşiş, Afrikalı Konstantin, Orta Çağ'da Avrupa'da popüler olan melankoli üzerine bir tezi tercüme etti. Vücuttaki kara melankoli safrasının fazlalığı ile aşk hastalığı arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koydu:
AŞK ACISINI TEDAVİ ETMEK
Orta Çağ’da, arzunun nesnesi kim olursa olsun, bu nesnenin ulaşılmazlığı veya kaybı durumunda ortaya çıkan bu melankoli, hafifletilmesi zor bir travma olarak kabul edilirdi. Fakat aşk hastalığı için tıbbi tedaviler mevcuttu. Tedavi seçenekleri dönemin kültürel değerlerine ve tıbbi inançlarına göre değişiklik gösteriyordu.
Tedavi seçenekleri dönemin kültürel değerlerine ve tıbbi inançlarına göre değişiklik gösteriyordu. Yunan ve Romalı doktorlar genellikle aşk hastalığı için cinsel ilişki önerdiler. Galen, erkeklerin bundan hiçbir zevk almasalar bile, sağlıklı kalmak için sevişmeleri gerektiğini savundu. Benzer şekilde, İranlı doktor Avicenna da cinsel ilişkiyi tavsiye etti, ancak yasa ve din izin verdiği durumlarda. Bu mümkün değilse de, doktorlar hastalarını banyo, uyku ve egzersizle oyalamaya çalışmalılardı.
Diğer tedaviler ise; bol ışığa ve doğaya maruz kalma, dinlenme, derin nefes egzersizleri ve nilüferler ve menekşeler gibi nemlendirici bitkilerle yapılan sıcak banyoları içeriyordu. Hastalara kuzu, marul, yumurta, balık ve olgun meyvelerden oluşan bir diyet önerilirdi ve karaca otunun kökü tedavi olarak kullanılırdı. Hastaların melankoliyi vücutlarından atabilmeleri ve fazla salgıları engelleyebilmeleri için müshiller, bağırsak düzenleyiciler kullanılır ve kan alma gibi işlemler uygulanırdı. Belki de bu zaman dilimindeki tedavilerin en dramatik olanı, hastanın âşık olduğu kişiye yönelik algısını hayranlıktan iğrenmeye dönüştürmeye çalışmaktı. Bu, hastayı kişinin idrarına veya adet kanına bulanmış bir beze bakmaya zorlamak veya hastanın önünde dışkısını yakmak gibi birçok yaratıcı yolla yapıldı.
Günümüze daha yakın zamanlarda, bilim insanları aşk hastalığının gerçek semptomlar üretebileceği olasılığını tekrar gözden geçirdi. Kalbimiz kırıldığında beynimiz, uyuşturucu bağımlılarının yoksunluk yaşamasına benzer bir şekilde tepki verir ve bu da aşkın ne kadar güçlü olabileceğini gösterir. Hem aşkın hem de kalp ağrısının fiziksel ve duygusal semptomları, bugün yaşadığımız şekliyle, aşk hastalığının tarihsel tanımlarıyla dikkate değer ölçüde tutarlıdır. Bir dahaki sefere aşk acısı çektiğinizde, belki de zaman içinde benzer duygulara katlanmış sayısız insanı düşünerek teselli bulabilirsiniz.
Kaynak: bilimfili.com
Not: Yazı ilk olarak Bilim Fili sitesinde, “Orta Çağ’da Aşk Bir Hastalık Olarak Kabul Ediliyordu” başlığıyla, Zeynep Senis imzasıyla yayınlandı.