Önceki dışişleri bakanımız Sn. Mevlüt Çavuşoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı performansı fena değildi. Hayli koşturdu, çalıştı kabul edelim. Selefinden aldığı basta Suriye olmak üzere enkazı kaldırmak için hayli çabaladı (Suriye politikalarında kendi döneminde de büyük hatalar yapıldı).
Yeni Bakanımız Hakan Fidan, malum eski MİT başkanımız. Kendisi Dışişlerinde çıtayı hayli yüksekte teslim aldı ve milletin bu koltuktan beklentileri yüksek. Göründüğü kadarıyla, şimdiye kadar koltuğa pek ısındığını söyleyemeyiz. 3 Haziran’da görevi devraldı yani bir ay olmuş. Bir ay sürede selefi olsaydı en az iki nordik diplomatı tokatlamıştı (mecazen), AB zevatına da yeri geldikçe ağız payı vermişti. Sn. Çavuşoğlu’nun basın toplantısı performanslarını keyifle izler ve heyecanla “Türkiye’nin demokrasisi, Kıbrıs konusu, terörle mücadele” filan bir gollük soru gelse de bakanımız gelişine cevaplasa diye beklerdik. İngilizce, Türkçe, vücut dili filan de fark etmezdi her türlü Sn. Çavuşoğlu uygun lisan ile hak edilen cevabı verirdi.
Yeni dışişleri bakanımızın bir ayda daha pek sesini duyamadık. Kabul etmek gerek, MİT müsteşarlığı gibi çok da her konuda kamuoyuna fikir beyan etmesi beklenmeyen bir makamdan, her konuda, yerli ve yabancı basın karşısında, canlı yayında yüksek performans gösterilmesi gereken bir pozisyona atama yapıldı. Üstelik bu konularda konuşabilmek için, konuların gelmişine geçmişine üst düzeyde hâkim olmak gerekli yoksa devekuşu gibi kafayı kuma gömmekten başka yapılabilecek bir şey kalmıyor.
Sn. Fidan’ın hiç sesini duymadık desek yalan olur. Geçende Londra’ya geldi. Ne zaman geldi, neden geldi hatırlayalım? 21-22 Haziran’da geldi, “Ukrayna’ya askeri destek için eller cebe” mealinde yapılan toplantıların herhalde seksen sekizincisinin filan gerekçesi ile geldi. Bu ziyaret vesilesiyle ABD dışişleri bakanı Blinken ile ikili görüşme yaptı (yani teke tek değil de Türk tarafı ve ABD tarafı olarak. Türk tarafında Londra büyükelçimiz de vardı). Görüşmenin açılışı basına servis edildi. Sahneyi biraz tarif edelim, görüşme şöyle başlıyor: Mekan Londra, yani deplasmandayız. ABD’li bakan kendi sahasında sayılır. ABD’li bakan anadilinde açılışı yapıyor ve toplantının çerçevesini belirliyor, Hakan Fidan ile önceki tanışıklıklarını ve çalışmalarını vurguluyor, hem basın çalışanlarına hem Türk heyetine hitap ediyor ve vücut lisanı ile toplantı ortamına hakimiyet mesajı veriyor. Daha sonra Sayın Fidan konuşuyor ve önündeki metinden İngilizce bir şeyler okuyor.
Kimin ne dediğini bir kenara bırakırsak, böyle bir atmosferde zaten Türkiye psikolojik olarak yenik başlıyor. Buradaki temel sorun anadili İngilizce olan bir dışişleri bakanı ile muhtemelen yeterince akıcı olmayan bir İngilizce ile müzakere etmeye çalışmak. Sn. Fidan su gibi akıcı İngilizce konuşmak zorunda değil ama pekâlâ Türkçe konuşabilir. Bırakalım karşı taraf dertlensin. Sn. Blinken Türkçe mi konuşur, tercüman mı kullanır, ne yaparsa yapar. Sn. Fidan Türkçe konuşursa düşünecek zaman da kazanmış olur ve toplantıdan olumlu sonuç alma ihtimali artabilir. Yetersiz İngilizce ile bu ortamlarda saha hakimiyeti kaybedildiğinde ve göz hizası seviyesi bozulduğunda ABD dışişleri bakanından ancak nasihat alınır, ev ödevi alınır.
Blinken’in açılışta çerçeveyi çizmesine geri dönelim. Blinken diyor ki: “Bu toplantıda Ukrayna ya yardım için buluştuk, önümüzdeki NATO zirvesinde İsveç’in üye olmasını konuşacağız, kendi (ikili) savunma işbirliğimizi konuşacağız, enerji ve ekonomik konularındaki bazı sorunları konuşacağız”. Yani muhtemel mealine gelirsek, şöyle tercüme edebiliriz: İsveç’i NATO’ya üye yapacaksın, sana keyfim yerindeyse F-16 motorlarını belki veririm ama zaten F-35 işini unut, hatta Hürjet filan için de motor istemişsin, sipariş vermişsin diye duydum, onlar için de çok heveslenme, enerji konularında Rusya’dan petrol, gaz filan almanı istemiyorum, istersen ben sana 3 katı fiyata LNG satarım, komşun olan İran ile ticaret yapmanı da istemiyorum, hele petrol gaz filan sakın almayasın, Irak’tan gelen petrol boru hattı konusunda ise kafana göre hattı açıp kapatamazsın, ne diyorsak onu yapacaksın vs. Yani tahmin ediyorum Sn. Blinken’in ajandası buna benzer doğrultuda genişlemiştir.
Bu ajandaya karşı acaba biz masaya kendi ajandamızı koyabildik mi yoksa onların ajandasına karşı savunma yapmak ve orta yol bulmak ile mi geçti toplantı ne dersiniz?
Diğer probleme gelelim. Londra toplantısı ile kısmen çakışan tarihlerde, 22 ve 23 Haziran’da Paris’te 100’lerce dünya liderinin ( 40’dan fazla devlet başkanı veya başbakan) katılımı ile büyük bir Afrika toplantısı yapıldı. Toplantının ismi “Afrika Zirvesi” değil, toplantının resmi ismi “ Yeni Küresel Finans Paktı Zirvesi” ama içerik Afrika ülkelerini yeni finansal mekanizmalar ile destekleme üzerine. Yani dikkatinizi çekiyorum, Paris’te bu kadar önemli bir küresel zirve varken bizim dışişleri bakanımız Londra’da ABD’li bakandan nasihat dinliyor demeyelim de işte İsveç’in NATO üyeliği hakkında filan görüşüyorlar diyelim. Kaldı ki Sn. Fidan’ın Londra’da katıldığı etkinlik “Ukrayna ya destek etkinliği”. Gel gör ki Fransa ve Almanya liderleri Paris’te Afrika toplantısında.
Aslında temel problem Hakan bey’in Londra toplantısına katılmasında değil. Londra’da ki Ukrayna toplantısında birçok ülkenin dışişleri bakanı mevcut idi. Temel problem Paris’teki çok daha önemli toplantıya Türkiye’den katılım olmamasında. Brezilya’dan Lula gelmiş, Afrika’dan Ramaphosa gelmiş, Mısır’dan Sisi gelmiş, Etiyopya’dan Abiy Ahmed gelmiş, Çin başbakanı Li gelmiş ama Türkiye’den kimse yok. Macron elbette toplantıda şovunu yaptı ve Fransa’nın Afrika’nın kalkınması konusundaki yeni finansal enstrümanların geliştirilmesi konusunda pivot rolde olduğu mesajını verdi. Bu kadar lideri Paris’e toplayabildi, toplantıyı bizzat yönetti ve toplantı sonucundaki özeti (uzlaşıyı) da kendi toparladı ve okudu. Hiç fena performans değildi doğrusu.
Bu toplantıya Türkiye davetli mi değildi acaba? Toplantıya Türkiye’nin başkan seviyesinde katılımına belki gerek yoktu ama en azından becerikli bir başkan yardımcısı veya dışişleri bakanı olsaydı iyi iş yapabilirdi doğrusu. Türkiye, Afrika’daki diplomasi atağını pek sürdüremiyor anlaşılan. Önce 2023 Antalya Diplomasi Forumu’nu iptal etmek zorunda kaldık, sonra Paris’teki zirveye tüm kritik ülkeler katılırken biz katılmadık. Seçim tantanasına zaten Etiyopya, Sudan, Cad, Somali, G.Afrika filan gerekli ilgi de gösterilemedi.
Afrika altyapı projelerini günün sonunda dünya bankası gibi kurumlar finanse edecekler. Türkiye’de bu kuruma üye, oy hakkı var ve bütçesine katılıyor ama sahneye baksanız sanki tüm Dünya Bankası ve IMF kaynaklarını Macron yönetiyor gibi, Türkiye ise ortamda dahi yok.
Toplantılarda Afrikalı liderler “lafa doyduk somut iş görmek istiyoruz” mealinde açıklamalar da yaptılar elbette. Bahsi geçen önemli projelerden biri Kongo nehri üzerine güç santralleri inşası projesi. Malum Kongo nehri birçok Afrika ülkesinden geçiyor ve bu proje yüz milyonlarca Afrikalının refahını önemli derecede yükseltecek ve on milyarlarca dolar yatırım gerektiren bir proje. Diğer bahsi geçen proje Afrika’nın kuzey güney hattında bir demiryolu projesi. Mısır’ın Kahire’si ile G.Afrika’nın Cape Town şehirlerini ve aradaki bir çok ülkeyi bağlayacak ve kıtayı uçtan uca geçecek bir proje. Tüm bu projeler konuşulurken Türkiye’nin de kamu ve özel sektörü ve diplomatik gücü ile masada ve sahada olması gerekli elbette.
“İsveç NATO’ya üye olacak mı, olmayacak mı?” gibi boş işler ile Türk diplomatlarının ve özelikle dışişleri bakanımızın mesai kaybetmesine gerek yok, yapılması gereken gerçek ve önemli işler var. İsveç ve NATO konusunda Cumhurbaşkanımız bir kez konuştu, yeter de artar bile. Tüm kriterler İsveç tarafından yerine getirildiğinde konu tekrar güncel jeopolitik şartlara göre Türkiye’de ilgili makamlarca değerlendirilir ve bir yol haritası çizilir. Günü geldiğinde konu hakkında Türkiye’de bir referandum yapılması yüksek demokratik standartlarımıza tabi uygun olabilir. Malum, AB üyeliği konusunda da Türkiye tüm şartları yerine getirdikten sonra seksen sekiz bin tane ülkenin referandumundan “Evet” çıkması gerekiyor ya işte o biçim bir formül bulunur.
Yeri gelmişken, Dışişleri Bakanlığı’mızın yapısı ve özellikle ülkelerde görevli misyon yetkililerimizin iletişim kanallarının tasarımı üzerine biraz tartışalım. Acaba daha üst üretkenlik seviyesinde çıktı üreten bir tasarıma geçilebilir mi? Geleneksel yapıda Türkiye’nin yüzlerce ülkede büyükelçileri var, bu elçiler Türkiye’yi temsil ediyorlar, bu elçiler bildiğim kadarıyla dışişleri bakanına bağlı değiller çünkü bunları Cumhurbaşkanımız atıyor, karşı devlet cumhurbaşkanı da onaylıyor. Muhtemelen fiiliyatta dışişleri bakanımızın önerileri Cumhurbaşkanımızca değerlendiriliyordur sonuçta işin birincil sorumlusu olan bakan, Dışişleri Bakanımız. Mevcut sistemde muhtemelen misyonlarımız kendi ülkelerindeki gelişmeler hakkında çeşitli raporlar yazıp yolluyorlar, bu raporlarda merkezde okunup değerlendiriliyordur. Türkiye, 254 yurtdışı diplomatik misyon sayısı ile yaygın bir diplomasi ağına sahip ve bu misyonlar haftalık beşer sayfa rapor yazsalar, ekine infografikler koysalar, önerilerde bulunsalar, bunları Cumhurbaşkanımızın okuması beklenemez. Hatta Dışişleri Bakanı’mızın dahi okuması beklenemez. Muhtemelen Dışişlerinde ilgili birimlerde değerlendirmeler yapılıyordur. Malum çağımızda Youtube, Twitter gibi sosyal medya kanalları ile yabancı misyonların hem kendi halkları hem çalıştığı ülke halkları ile etkileşimi üst bir seviyeye geldi. Misal İngiltere’nin ve diğer birçok ülkenin Türkiye misyonu sosyal medyada çok aktif ve sürekli sosyal medya paylaşımları yapılıyor. Hatta ülkelerin gizli servis başkanları dahi sosyal medyada aktifler ve şakalaşma seviyesinde (halkın göz hizasında) etkileşime giriyorlar. Türkiye’nin yabancı misyonlarının da sosyal medya kanallarını yoğun ve etkili olarak kullanmaları teşvik edilmeli. Bizim misyonlar kendi görev sahaları ile ilgisiz bir çok kamu görevlisinin paylaşımını kendi hesaplarında tekrar paylaşmak gibi gereksiz işler ile kuru kalabalık yapıyorlar ve esas işleri ve ülkeleri ile ilgili kayda değer, esasa dair paylaşım yeterince yapmıyorlar. Türkiye’nin yurtdışı misyonlarının medya kurumlarına daha fazla demeç verip içerik üretmeleri faydalı olur. Elçilerimiz sadece Ankara’daki memurlara rapor yazma ile yetinmeden, 360 derece ve iki taraflı iletişim seviyesine çıkabilirler, bu sayede Türkiye aynı miktarda mali kaynak harcayarak çok daha fazla diplomasi çıktısı ve kazanımı elde edebilir. Misal bugünlerde jeopolitik açıdan hareketli bazı ülkeleri ele alalım. Sudan, Etiyopya, Ukrayna, Rusya, Suriye vs. Bu ülkelerdeki diplomatik misyonlarımız ne kadar sosyal medyada görünür ve ulaşılabilir durumda? Bu ülkelerde olup biten hakkında doğrudan Türk haber kanallarına ne kadar bağlanıp bilgi veriyorlar? Millet bu ülkelerde olanı biteni yabancı kaynaklardan öğreniyor. Bu durum belki gerekli ve tamamlayıcı olabilir ama yetersizdir hatta dönem dönem yanıltıcı da olabilir. Yurtdışındaki büyükelçilerimiz Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı’nı temsil ediyorlar, bir zahmet medyada görünür olup iki lafı bir araya getirerek konuşabildiklerini ve ulusal çıkarlarımızı savunabildiklerini milletimize göstermeleri gerekir. Kapalı kapılar arkasında yapılan diplomasiden Türkiye şimdiye kadar pek fayda görmedi ve sorunlar zorda halı altına süpürüldü, çözümler ötelendi, sorumluluk almaktan kaçınıldı. Ne zamanki konular ve sorunlar halka açıklandı o zaman tüm milli güçlerin çözümün parçası olduğunu gözlemledik. Dış elçiliklerimiz daha açık bir politika benimserlerse Türkiye kaybetmez, kazanır.
Diğer konu ise Türkiye’nin dünyadaki 250 kusur misyonunu daha iyi destekleyebilmek için bölgesel bazı elçiliklerin kurulması olabilir. Misal Afrika için bir “Genel Afrika Elçiliği” olsa ve sadece Afrika-Türkiye ilişkilerinin daha hızlı iyileşmesi için Afrika’daki misyonlarımıza destek olsa ve olan bitenler konusunda Türk milletini bilgilendirse fena mı olur? Benzer şekilde Latin Amerika, Asya, Okyanusya kıta elçilikleri de kurulabilir. Elbette bu kıta elçiliklerinin ülke elçiliklerini atlayarak diplomatik görüşme yapması uygun olmaz, destek rolü vermek üzere bir kurumsal tasarım yapılabilir. Daha iyi diplomasi yönetimi için kıtasal sınıflama yapılabileceği gibi kültür veya dil gruplarına göre de bir sınıflandırma yapılabilir. Misal Frankofon grubu, Hispanik grubu, Anglosakson grubu, Arapça grubu vs. Bu şekilde yapılabilecek bir sınıflandırmanın da ülkelerdeki misyonlara bölgesel politika koordinasyonu ve diğer alanlarda avantajları olabilecektir.
Sonuç olarak Dışişlerinde attan indik, neye bindik belli değil. Umarım iyi bir şeylere binmişizdir. Malum tensip ile inip, tensip ile biniyoruz. Gene buna da şükür. Biden’in tensipleri ile altılı masaya binmiş olsaydık, bugünlerimizi mumla arar olurduk.
Sn. Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı görevinde bazı fırsatlar da potansiyel olarak var. Sonuçta MİT’deki tecrübeleri, güvenlik politikaları konularında acemilik çekilmeyeceğinin göstergesi. Ekonomik işbirlikleri, serbest ticaret anlaşmaları gibi konularda Sn. Fidan’ın eksikleri olabilir, o konularda ilgili diplomatlarımızdan güçlü bir desteğe ve eğitime ihtiyacı olabilir. Bu alanlarda beklentiler, fırsatlar ve tehditler büyük ve ilgili bakanlarımızın dış ticaret konularını hem bütünsel olarak hem de kalem kalem, GTIP, vergi oranı, ülke, hacim ve zamansal değişim parametreleri ile derinlemesine anlaması ve bunları iyileştirici politikaları müzakere edip sonuçlandırabilmeleri gerekli.
Sn. Fidan geçen gün (26 Haziran) ABD Ankara büyükelçisi Jeffry Flake ile görüşmüş ve masasına beyzbol topu koyarak 2012’nin 1 Ağustos’undaki Barack Obama’nın beyzbol sopalı mesajına cevap vermiş. Acaba diyorum bizim MİT, 2012’deki mesajı yanlış mı anladı? Dönemin ABD başkanı Obama bu mesajı verirken “sizle top oynayalım” mesajı filan verdiğini mi zannettiler? Oysa Obama açıkça “Sizin kafanızı kırarım” mesajı veriyordu. O dönem hatırlarsanız fetonun en aktif olduğu dönem, Vatan Partisi ve TSK’nın önderleri hapse atılmışlar, bir kumpastan diğer kumpasa geçiş yapılan bir dönem. MİT Kahramanı ( ve asıl MİT müsteşarı olması gereken kişi) Kaşif Kozinoğlu hapishanede öldürülmüş (öldürülmeden hapishane notlarını Doğu Perinçek’e gönderiyor ve bu notlar kitap olarak yayınlanıyor, hepimiz okuyalım), Tayyip Erdoğan muhtemelen zehirlenmiş ve bazı ameliyatlara giriyor, bu arada Sn. Fidan mahkemeye ifadeye çağrılarak kumpas denemesi yapılıyor, Aselsan cinayetleri tam gaz devam ediyor, Suriye’yi kışkırtma amacıyla ve Türkiye’yi Suriye’ye karşı savaşa sokma amacıyla ve düşürüleceği bilinmesine rağmen Türk fantom uçağı Suriye hava sahasına gönderilmiş ve Suriye bu uçağı füze ile düşürmüş ve iki şehit vermişiz, derken Obama beyzbol sopalı pozunu gönderip icraatlara devam ediyor, HDP kuruluyor, İzmir de NATO Landcom’u kuruyor, Suriye’de Esad’ın devrilmesi, ülkenin bölünmesi ve iç savaş çıkartılması için “Timber Sycamore” programı başlatılıyor vs.. Yani Sn. Fidan, Obama’nın beyzbol sopası pozuna cevap vermek istiyorsa masasına öyle beyzbol, tenis, pinpon topları değil, döner bıçağı koymalıydı.