Yüreğimden bir parça daha gitti. Fadıl Taylan da yıldızlara karıştı.
Malmö’deki en yakın dostum, gazeteci meslektaşım Fadıl Taylan’ın Facebook sayfasında okuduğum şu birkaç sözcük, bir kartal pençesi gibi saplandı göğsüme:
“Çeşme eşrafından Merhum Çelebi Taylan'ın oğlu Fadıl Taylan vefat etmiştir. Cenazesi 5 Nisan Cuma (yarın) Hacı Memiş Camii'nde kılınacak ikindi namazını müteakiben Eski Mezarlık'taki aile kabristanına defnedilecektir. Dost ve akrabalarına duyurulur. Başımız sağolsun.”
Birkaç yıldır görmüyordum. Geçen aralık ayında Stockholm’deydim, Fadıl’ın allem kallem edip İsveç’e girmesine ve oturma, çalışma izni almasına yardım ettiği sevgili arkadaşım Raşit Sunal ile telefon ettik. Eşi Kerstin yanıtladı. Fadıl’ın hasta olduğunu ve bakım evinde kaldıklarını söyledi. Üzüldük ama ölümün bu denli çabuk geleceğini düşünmemiştik.
Kerstin’e, oğlu Danyal ve kızı Mine’ye başsağlığı iletisi gönderdim. Yanıtlarında duruma açıklık getiriyorlardı:
“Fadıl bizi uzunca bir hastalık sonrası terketti (PSP Parkinson). Son nefesine dek yanındaydık. Bizi hep duyuyor ve tanıyordu. Mine ve Danyal Çeşme’de Fadıl’ın akrabalarının yanındalar. Onlarla gitmeye benim gücüm kalmadı. İçten selamlar. Kerstin”
Fadıl aslında Mülkiyeli; benim de çok sevip saydığım Stockholm eski büyükelçilerimizden Ömer Ersun ile sınıf arkadaşı. 1960’lı yılların başlarında TRT’ye girmiş.
Benim gazetecilikle tanışmam ise 1969 yılında İstanbul’da oldu. Fadıl bizden deneyimli; üstadımız. Malmö’deki sohbetlerimizde kendisine hep Fadıl Üstad diye seslenirdim.
Yıllar sonra ikimiz de İsveç’e yerleştik. O Malmö’de ben Stockholm’de idim. Bir süre sonra ben İsveç Radyosu’nda o da Danimarka Radyosu’nda çalışmaya başladık. Dostluğumuz da birbirimizden programlar için haber alıp vermeye başlamamızla oldu. Ben yedi sekiz yıl önce Stockholm’den Malmö’ye taşındım ve dostluğumuz burada daha da pekişti. Birbirimizi daha iyi tanıdık. Kafalarımız pek uydu, can ciğer arkadaştık artık.
Beni ilk götürdüğü yer, ilk tanıştırdığı kişi ve anlattığı bir olay bana, “Fadıl Taylan gerçekten yaman gazeteciymiş” dedirtti.
Olay şu:
1983 yılında, çok sevdiğimiz ve ne yazık ki artık aramızda olmayan Fotoğrafçı ve Şair Lütfi Özkök ve eşi Ann-Marie Özkök Bülent Ecevit’in seçme şiirlerini fotoğraflı olarak “IDAG İMORGON (Bugün – Yarın)” adıyla İsveççe’ye çevirdiler. Daha sonra da aynı kitabı yine fotoğraflı olarak Lütfi Özkök, Jorgen Nash ve Lars Morell Danca’ya çevirip yayınladılar. Üstüne üstlük bu şiirleri bir Danimarkalı müzisyen besteledi.
Duyduk ki, Kopenhag’da bu eserler Danimarkalıların beğenisine, bir gece düzenlenerek sunulacak. Biz Stockholm’den, Hadi Orman, Can Saydam ve ben radyocu/gazeteci olarak Ecevit ve Özköklerin peşine takılarak geceye gittik.
Toplantılar, okuma etkinlikleri, konserler... Ses kaydediyoruz, röportajlar yapıyoruz. Herşey gayet güzel... Danimarka Radyosunun tüm elemanları oraya buraya koşuştururken Fadıl gayet sakin, Ecevit, Özkök ve diğer çevirmenlerden çok bizlerle sohbet ediyor, şakalaşıyor.
Meğerse Fadıl saman altından su yürütüyormuş. Nasıl becerdiyse Ecevitleri bir akşam Malmö’de bir arkadaşının evinde yemeğe getiriyor. Arkadaşı konuklara en güzel İsveç yemeklerini, “nubbe” dedikleri votka benzeri sert içkilerini, en güzel şaraplarını ikram ediyor. Ecevitler en çok “Janssons Frelstelse” isimli ançüez, patates, soğan, krema karışımı yemeği sevmişler. Bülent Bey bu yemekten iki tabak yemiş ve nasıl yapıldığını sormuş.
Yani biz Ecevit’i beklerken Fadıl Ecevitlerle dört başı mamur bir şölende dalgasını geçiyormuş...
Fadıl beni ilk olarak Malmö merkezde Lilla Torget’te (Küçük Meydan) Drumbar’a (Davul Bar) götürdü ve en yakın arkadaşı Hasse ile tanıştırdı. Meğerse Ecevit’leri evinde ağılayan ev sahibi Hasse imiş. Hasse Olof Palme’nin eski korumasıymış. Ev de Drumbar’ın hemen köşesinde Milat’tan kalma eski bir ev. Hasse barın devamlı müşterisi olduğu için duvara resmini bile asmışlar. Sözün kısası Fadıl o akşam hepimizi hem atlattı hem zıplattı...
Hadi ben neyse de, Hadi Orman o sırada Ecevit’in sağ koluydu. Atlatıldığını şimdi bile duysa fena kızar, kırılır. Gerçi o da daha sonra Rahşan Hanım’ı eleştirdiği için şutlandı partiden... Ben de bunu kırk sene sonra Fadıl ve Hasse’nin Durum Bar’da bira eşliğinde ballandıra ballandıra anlatmalarından öğrendim. Can ise bu yemeği kesinlikle kaçırmak istemezdi. O da ne yazık ki, yıllar önce pekçok gazeteci arkadaşımız gibi yaşama veda etti... Belki Ecevit’le öteki tarafta konuşmuşlardır o akşam neler olduğunu.
Hoşuma giden bir diğer öykü de Fadıl’ın Mesut Yılmaz’ın patronu olması ile ilgili. Mesut Yılmaz da bir süre TRT’de çevirmen olarak görev yapmış. Almanca programları dinleyip Türkçe’ye çeviriyormuş ve şefine veriyormuş. Şefi de Fadıl Taylan imiş...
Fadıl, Mesut Yılmaz’ın akıllı ve becerikli biri olduğunu ve iyi bir yerlere geleceğini, milletvekili, bakan ve hatta başbakan olacağını tahmin ediyormuş. Karşı çıkan arkadaşlarına zamanı gelince, “demedim mi ben size?!.” diyerek havasını da atmış.
Bu anıları yazmasını çok istedim. Hep “yapamıyorum Abdullah, yapamıyorum” diyordu. Çok sıkılıyordu yazmaktan. Bira içerken anlatmayı seviyordu. Belki benim yazmamı istiyordu. Keşke anlattıklarını not etseydim. Özellikle isimler, tarihler, yerler, ayrıntılar unutulup gidiyor.
Herkesin yazması gerek ama işi zaten yazmak olan gazeteci - yazar takımı mutlaka tarihe not düşmeli...
Fadıl’ın kendi gitti, anıları kaldı yadigâr. Her şey dün gibi gözümün önünde...
Malmö’ye gittiğimde ilk işim Drumbar’a uğrayıp Hasse’yi aramak olacak. Fadıl için kadeh kaldırıp anıları tazeleyeceğiz. Yaşıyorsa tabii. Ne Ecevitler kaldı o günlerden ne Özkökler... Kimler kimler gitti aramızdan, İsveç Radyosunda çalışan arkadaşlarımız, Arslan Mengüç, Can Saydam, Ankara’dan haber geçen Varlık Özmenek (o da eski TRT’ci) İstanbul’dan haber geçen Osman Saffet Arolat, Brüksel Muhabiri Mehmet Ali Birand... Ve şimdi Fadıl Taylan...
Güle güle sevgili Fadıl Üstadım.
Seni ve artık aramızda olmayan tüm gazeteci arkadaşlarımızı sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.