Geçen gün (23 ocak 2022) Ayla Yazgan’ın “Hem İçinden Hem Dışından Baktım” isimli anılar kitabını okudum. 67. sayfada şu satırlar vardı:
“Odanın yarısı hayvanat bahçelerindeki kafeslere benzeyen parmaklıklarla ayrılmış bir bölümdü. O arada iç bölümden birisi girdi oraya ve beni hemen tanıdı. Abdi’nin stüdyosunda birkaç kez karşılaştığım Uğur Mumcu’ydu bu. ‘Hoşgeldiniz’ dedikten sonra o anda koridordan yaklaşmakta olduğunu sandığım Abdi’ye, ‘Abdi, yenge geldi’ diye bağırdı. Abdi daha sonra Uğur Mumcu’nun içeride serbest hareket etmesine izin verdiklerini söyledi. Dört beş tane avukatı varmış ve sürekli onu görmeye gelirlermiş. Bir er durmadan seslenirmiş, ‘Uğur Alacakaptan geldi! O geldi! Bu geldi’ diye. Abdi gelene kadar bizimle konuştu. Parmaklıkların arasından Kerem’in küçük elini tutarak sevdi”.
Bu satırları okuduktan hemen sonra TV haberlerini açtığımda Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ın, 88 yaşında hayatını kaybettiğini duydum. Dün de (24 Ocak 2022) Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Rastlantı... Telepati.... Ne derseniz deyin ama onlar hep yüreğimde yaşayacak büyük aydınlarımız.
Kitabın yazarı Ayla Yazgan. Kitapta adı geçen Abdi de eşi. Abdi Yazgan 1960’lı yıllarda Ankara’da tanınmış bir fotoğrafçı, sosyalist ve aydındı. TİP üyesiydi. Çevresi genişti. Solculardan sanatçılara, aşıklara; gazetecilerden siyasetçilere ve sendikacılara dek Ankara’da tanımadığı yok gibiydi.
Adı bir uçak kaçırma olayına karıştırıldı. İşlemediği bir suçtan tutuklandı. İşkence gördü, sağlığı bozuldu. Çıktığında kan işiyordu. Yalnızdı. En yakın dostları görmezden geliyorlardı. Zülfü Livaneli de o sırada tehlike altındaydı. İsveç’e sığınmıştı. Yazganlar Zülfü-İlker Livaneli çiftiyle yakın dosttular. Ülker’in bir mektubu, zaten bir çıkar yol arayan çifte rehber oldu ve onlar da kurtuluşu İsveç’te aramaya gittiler.
Kitap 1960’larda Ankara’da sol çevrelerdeki anılarla başlıyor, 2007 yılında sona eriyor. Önemsiz görünen bir anı beni çok düşündürdü. Abdi’nin dostları arasında, Kul Ahmet, Mahsuni, Maksudi, Nesimi gibi birçok aşık da var. Kitapta Kul Ahmet’in anlattığı bir anı ilgimi çekti: Kul Ahmet ile Aşık Veysel birlikte Sivas’tan Ankara’ya gidiyorlarmış. Kul Ahmet pencere kıyısındaymış. Karşıda gördüğü dağların güzelliğine bakmış bakmış, Aşık Veysel’e sormuş: “Baba şu dağı görüyor musun?” Gözleri görmeyen Aşık Veysel hiç bozuntuya vermeden yanıtlamış: “Görüyorum oğlum Ahmet, görüyorum”.
Aydınlarımızın ayırdında olmadan kime neyi nasıl anlattığının bir ifadesi gibi geldi bana bu olay. Kitapta, halktan kopuk entelektüellerin küçük dünyaları içindeki ilginç yaşantılarını kendi penceresinden gözlemleyen bir sosyoloğun anılarını okuyup düşünüyorsunuz. Bazen de komşu pencerelerden mişli geçmişle anlatılanlara bakıp gülümsüyorsunuz.
Anlatılan anılarda adı geçenlerin pekçoğunu ismen, şahsen ya da yakından tanıyorum. Pekçok olayı uzaktan yakından biliyorum. Ayla ve Abdi Yazgan çiftiyle Stockholm’e yeni geldikleri sıralarda tanıştım. Ayla’yı hep bir Ankara hanımefendisi olarak gördüm. 60’lı yılların fırtınalı günlerine damga vuran 68 kuşağındandı ama sakin, kendi halinde, ağır başlı, çok efendi bir kadındı. Abdi da öyleydi. O da oldukça efendi bir insandı. Entelektüel çevrelerde olmayı yeğleyen bir yapısı vardı. En yakın arkadaşı o zamanlar “Ömer” dediğimiz Zülfü Livaneli’ydi. İkiz kardeş gibi gezerlerdi. O da düzgün yaşamı olan, araştıran, inceleyen, okuyan disiplinli bir yapıya sahipti. Bizler daha bir serseri tabiatlı devrimcilerdik. İsveçlilerin “Kırmızı şarap sosyalistleri” dedikleri cinsten.
Abdi bizim içkili ortamlarımıza da zaman zaman takılırdı. Stockholm’ü en iyi ben biliyordum. Bir keresinde bunları Stockholm’ün semti olan Gamla Stan’da Zum Fransizkaner isimli bir Alman meyhaneye götürdüm. Abdi Yazgan, Ömer Zülfü Livaneli, “Kaptan” dediğimiz Durali Bozkır, “Mehmet” dediğimiz İsmet Sekmen... Yeni gelmiş devrimcilerimiz İsveç’te de takma adlarını kullanıyorlardı. Biraz sonra masamıza kızlar da oturdu. Konuşmaya başladık. “Ne iş yaparsınız?” diye sordular. Abdi fotoğrafçı olduğunu söyledi. Zülfü “Editörüm” dedi. Kızlar editörün ne iş yaptığını sorunca, garipsemekle küçümsemek arası bir gülümsemeyle Türkiye’de yayınevi sahibiyken kaçmak zorunda kaldığını vs anlattı. Durali “ressamım” dedi. İsmet öğrenci olduğunu söyledi. Ben de, “cam silicisiyim” dedim. Abdi’yle Zülfü bana, “neden öğrenci olduğunu söylemiyorsun” diye sitem ettiler. Öğrenciliğim sırasında yaptığım aşçılık, şoförlük, tercümanlık vs gibi geçici işlerden biriydi bu. Kızlar da öğrenciydiler. Bir sürü entelektüelin içinde pencere temizliğiyle uğraşan birini gruba yakıştıramamışlardı. Ne var ki, Stockholm’deki siyasi mültecilerin hemen hepsi o sıralarda aslında bu tür işlerde çalışıyordu. Bulaşık yıkayanlar, temizlik yapanlar, çocuk ya da yaşlı bakanlar... Daha sonra Türk çocuklarına öğretmenlik işleri çıktı. İnsanlar birbirini yedi o işleri kapmak için... Kitapta bunlar da tatlı bir dille, satır aralarında ince esprili eleştirilerle anlatılıyor.
Ayla Yazgan kitabında, Abdi’yi, ortak arkadaşlarını, bulaşmak istemediği olayları anlatıyor. Abdi’nin hatırına onlara ayak uydurmak zorunda kaldığını, bunun kendilerine ne kadar pahalıya mal olduğunu oldukça sakin ama düşkırıklığı, pişmanlık ve kırgınlık içinde dile getiriyor.
Yalnız Türkiye ve Türk arkadaşlarıyla olan ilişkilerini değil; İsveç ve uygar, insancıl İsveçlilerle olan ilişkilerini; o hümanist, soğukkanlı, eğitimli İsveçlilerin zamanı gelince nasıl ikiyüzlü ve acımasız olabileceklerini de gözler önüne seriyor.
İsveç’teki Türklerin ve diğer yabancıların iki yüzlü ilişkilerini, Abdi’nin en yakın dostlarının kötü günde nasıl da değişiverdiklerini ve Ayla’ya “Korkunç Yenge” adını taktıklarını acı acı gülümsetecek şekilde anlatıyor.
Şu sözler bana Ayla ile Abdi’nin aşklarının bir özeti gibi geldi. Hüzünlendim:
“Abdi’nin talihsizlikler ve aptallıklarla dolu yaşam yolunda ona eşlik etmekten başka ne günahım vardı ki?!. Kaldı ki, ‘Korkunç Yenge’liği hak etmemiştim. Çünkü yeteri kadar ‘korkunç’ olup onu öncelikle de onlardan koruyamamıştım”
Ayla Yazgan Ürün Yayınları’ndan çıkan kitabında, Abdi Yazgan ile yaşadıkları acı tatlı günleri güzel bir anlatımla sunmuş. Kitabı okurken Abdi’nin muzipçe gülümseyen yüzü hep gözümün önündeydi. O günleri kitapla birlikte tekrar yaşadım.
Abdi 2007 yılının eylül ayında aramızdan ayrıldı. Ayla günlerini kitap yazarak geçiriyor.