Başbakan mahalledeki topun sahibi zengin çocuğu gibi

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; dünkü sohbetimizde sizlere Başbakan’ın Brüksel gezisinin “kritik” olduğunu söylemiştim. Görüşmeler bugün yapıldı, Avrupa Konseyi Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanı ile Başbakan Erdoğan ortak bir açıklama ve ardından kısa bir basın toplantısı yaptılar.

Sonuç benim gördüğüm kadarıyla aynen şudur; Erdoğan Türkiye’den giderken kendisine ve hükümetine yönelik bir darbe girimi ile karşı karşıya olduğunu, paralel devlet yapılanmasının yargıyı kullanarak hakim olmaya çalıştığını belirtmiş ve bunları kanıtlarıyla birlikte Avrupalılara anlatacağını söylemişti.

Erdoğan bunları anlatmış ancak inandırıcı olamamış. Durum budur, öncelikle bunu bilelim.

Başbakan’ın iki muhatabı olağanüstü bir kibarlıkla kendilerine anlatılanlar üzerinde durmak yerine Türkiye’nin Avrupa Birliği’ndeki geleceği üzerinde durdular. Başbakan’ın demokrasi konusunda kendilerine güvenceler verdiğini anlattılar ancak “Biz Türkiye’nin iç siyasetine elbette karışamayız ama sonuca bakarız” dediler.

Anladığım kadarıyla Erdoğan’ın işi bundan sonra Avrupa’da zordur. Çünkü muhatapları ısrarla hukukun üstünlüğünden, kuvvetler ayrılığından söz ederken Erdoğan da aynı ısrarla Türkiye’de yargının yürütme ve yasama üzerinde bir güç olmaya çalıştığını, bunun demokratik hiçbir ülkede kabul edilemeyeceğini söyledi.

AB Komisyonu Başkanı ile AB Konseyi Başkanı ise Erdoğan’ın sözlerini hep gülümseyerek izlediler ve her seferinde de “Başbakan gelişmeleri bize kendi penceresinden anlattı” demekle yetindiler.

İki AB yetkilisi “anlatılanlar konusunda ikna olup olmadıkları” sorularına asla “evet-hayır” gibi net cevap vermediler ve hep “sonuca bakacaklarını” ifade ettiler.

Bu şu demektir; belli ki Avrupa tarafı artık Erdoğan’ı inandırıcı ve güven verici bulmuyor.

Değerli izleyiciler; Başbakan yolsuzluk olaylarının ortaya çıkması ile birlikte dengesini kaybetti. Bununla birlikte Türkiye’yi yönetemez duruma düştüğü gibi sürekli olarak demokratik gaflar yapıyor, farkında olmadan hukuk tanımadığını ve ülkeyi emirle yönetmeye kararlı olduğunu açık ediyor.

Bakın dün Brüksel’e hareket etmeden önce iki konuda çok çarpıcı ifadeler kullandı Başbakan. Biri Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım hakkında Yargıtay’ın verdiği kararla ilgiliydi diğeri de Adana’da yakalanan TIR’larla.

İlk konuyu ele alalım. Başbakan yine “zamanlamanın manidar olmasından” söz etti. Nedir bu zamanlama? Yargıtay’ın seçimlere az bir zaman kala Aziz Yıldırım ile ilgili kararı açıklaması.

Başbakan bunun kendisine karşı bir hareket olduğuna, asıl amacın 30 Mart’taki seçimlerde AKP’nin oyunun düşürülmesine yönelik olduğuna inanıyor.

Peki neden? Aziz Yıldırım’ın aldığı cezanın onanması neden AKP oylarını etkilesin ki?

Aziz Yıldırım gerçekten suçluysa, aldığı ceza vicdanlarda bir yara oluşturmadıysa, kararın bugün ya da yarın açıklanmasının ne önemi olabilir ki?

Ama demek ki Başbakan kararın çok da adil olmadığına ve kamuoyunda da bu görüşün yaygın olduğuna inanıyor ve seçimlerden önce böyle adil olmayan bir kararın onanmasını aleyhine bir tutum olarak görüyor.

Ancak benim üzerinde durmak istediğim bu değil. Karar adildir değildir o farklı, ama Başbakan’ın mantığı çok önemli.

Demek ki Başbakan artık atılan her adımı, alınan her kararı, ortaya çıkarılan her yolsuzluğu, kendisine yönelik her eleştiriyi organize bir hareket olarak algılıyor.

Bu sağlıklı bir durum değildir. Bu kimya bozulmasıdır. Kontrolü de çok güçtür.

Başbakan açıkça yargının siyasi düşünmesi gerektiğini söylüyor aslında. Yani diyor ki “Ey yargı, bu Fenerbahçe’nin çok taraftarı var. Bu taraftar başkanının ceza almasına tepki gösteriyor. Sorumlu olarak da beni görüyor. Sen seçime az bir zaman kala bir ceza kararı açıklarsan, seçimlerde bu benim aleyhime olur. Sen yargı olarak bunu düşünmeli ve zamanlamanı ona göre ayarlamalısın.”

Düşünebiliyor musunuz, bir taraftan demokrasi, hukuk, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı nutukları atacaksınız, yargının siyasete yön vermeye kalkmaması gerektiğini söyleyecek ve bunu bir de Avrupa Birliği’nin önünde sanki çok önemli bir ifşaatta bulunuyormuş gibi anlatacaksınız, ondan sonra da yargıya dönüp “Benim siyasi geleceğimi nasıl düşünmezsin” diye azarlamaya kalkacaksın, olacak iş mi?

Peki yargı elindeki bir dosyayı “zamanlamaya bakmadan” açıklayınca “manidar” oluyor, “siyasi bir karar” oluyor ve siz bunu seçimlerden önce iktidar partisine kazık atmak değerlendiriyorsunuz, iyi güzel de aynı yargı “aman başbakanı zora sokmayalım” diye düşünerek kararı seçim sonrasına bırakınca bu karar siyasi olmuyor mu?

Yani aynı çifte standart burada da geçerli. “Yargı benim istediğim gibi karar alırsa” demokrasi ve hukuk gayet güzel gidiyor, rayında gidiyor, yok karar sizin aleyhinize gibi görünüyorsa o zaman demokrasi ve hukuk yok, yargı sultası var, paralel devlet, komplolar, nifaklar var, öyle mi?

Yani neresinden tutsanız dökülen bir anlayış.

Diğer konu TIR’ların aranması. Başbakan bu konuda da çok öfkeli. “MİT bana bağlı. Yasa gereği bana sormadan MİT’e karışamazsınız” diyor. Peki, tamam, kimse karışamaz, ama 4’üncü defadır MİT’e ait kamyonlar durduruluyor, aranıyor, bir şey yapılamıyor belki ama kamuoyu kirli bazı işler çevrildiğini öğreniyor. Yani demek ki bütün öfkenize rağmen aslında siz yönetimde bir zafiyet gösteriyorsunuz, yasaların uygulanmasını sağlayamıyorsunuz, bunu da paralel devletle, devlet içi devlet yapılanmalarıyla, komplolarla, dış mihraklı operasyonlarla açıklamaya çalışıyorsunuz.

O halde gereğini yapın.

Sevgili izleyiciler, Başbakan 17 Aralık’tan bu yana paralel yapılanmadan söz ediyor, ama ne yapıyor? Adeta demokrasi ve hukukun ayaklar altına alındığını kanıtlayan bir tutumla görevden almalara gidip, yasalar çıkararak yargıyı tamamen kendisine bağlamaya çalışan adımlar atıyor.

Eğer devlette paralel yapılanma varsa ve siz görevden aldığınız kişilerin bu yapılanma içinde olduğuna inanıyorsanız, neden görev yerini değiştirmek yerine direk görevden almıyor, dava açmıyorsunuz, neden o kişileri oradan oraya atıyorsunuz. Eğer bu kişiler suçluysa, darbeye kalkışıyorsa görev yerlerini değiştirmek bir ceza mıdır?

Ayrıca eğer devlet içinde paralel bir yapılanma varsa bunun sorumlusu da bizzat Başbakan değil mi? O polisler, o savcı ve hakimler, TRT’sinden maliyesine, Enerji Bakanlığı’ndan BDDK’sına kadar görev yerini değiştirdiğiniz insanlar gökten inmedi ya, daha önceki iktidarlar tarafından da atanmadı, bunları buralara bizzat Başbakan emriyle AKP iktidarı getirdi.

Ancak sorun da bu zaten. Şimdi Başbakan’ın gözünüzü döndüren kişiler zamanında bugün Başbakan’ı köşeye sıkıştıran eylemlerin aynısını iktidar muhaliflerine karşı yapıyorlardı. Bu nedenle yüzlerce aydın, gazeteci, yazar, akademisyen, sendikacı ve asker zindanlara dolduruldu.

Öyle sanıyorum ki, aslında Başbakan’ın gönlünden geçen de sadece görev yerlerini değiştirmek değil, şu anda düşman gördüğü eski dostlarının hepsini hapse attırmak, ama şu anda “paralel devlet yapılanması” diye suçladığı kişilerin elinde kendi aleyhine ne var, onu tam bilmiyor, bu biiir.

İkincisi şimdi paralel yapılanma diye suçladığı kadroları Türkiye’nin tamamında yaygınlaştırdığı için, bunları ne kadar görev yeri değiştirmelerle dağıtırsa dağıtsın hiç ummadığı bir yerden darbe yiyeceğini düşünüyor.

İşte bakın bunun son örneklerini de bugün gördük. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu meclis grubunda korkunç bir tutanak okudu. İzmir’de başlatılan ve aralarında eski Ulaştırma Bakanı, şimdinin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’ın bacanağının da şüpheli olarak bulunduğu yolsuzluk operasyonunun başlamasından sonra Adalet Bakanı’nın müsteşarı İzmir Cumhuriyet Başsavcısını telefonla arayarak “Soruşturmayı derhal durdur, o savcıyı görevden al yoksa senin için iyi olmaz” demiş. Başsavcı da yapılan işlemlerin hiçbirinde bir hukuksuzluk olmadığını belirterek bu şifahi emri yerine getirmeyeceğini söylemiş.

Baş savcı bununla da yetinmemiş, bu durumu bir tutanakla zapta geçirtmiş. Al başına belayı şimdi. Hiç ummadığın bir yerden gol yersin işte.

Sevgili izleyiciler bu iktidarın yargıyı ne hale getirdiğini görüyorsunuz değil mi?

İkinci olay, yani bugün öğrendiğimiz ikinci olay da aynı derecede korkunç. Bilal Erdoğan, Başbakan’ın oğlu yani, inşaatçı Ali Ağaoğlu’ndan kendi vakfına bir arsa bağışlamasını istiyor. Arsa da arsa hani, değeri 100 milyon dolar. Aracılar defalarca Ali Ağaoğlu’nu arıyorlar, sonunda Bilal Bey Ali Ağaoğlu ile buluşuyor ve arsa vakfa veriliyor. Bunları telefon dinlemelerinden öğreniyoruz, çünkü aracılar Ali Ağaoğlu ile ve kendi aralarında defalarca konuşmuşlar, biri diyor ki “arsayı vermeden önce yutkundu.” Ne yapsın Ali Ağaoğlu, giden arsa 100 milyon dolarlık, ama o da boş durmamış “Tamam ama bundan sonra artık bir dediğimiz ikiletilmez” diyor.

İlişkilere bakar mısınız. İktidar olmanın şımarıklığı ile “Herşey benden sorulur” anlayışını görüyorsunuz değil mi?

Şimdi hem herkese hem de “dik dur eğilme bu millet seninle” diye kendini paralarcasına haykıran AKP’lilere sormak istiyorum. Görmüyor musunuz bu rezaletleri. Görmüyor musunuz hakkınızın nasıl gasp edildiğini, görmüyor musunuz güç sarhoşluğunun sonuçlarını? Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Ne olur artık biraz düşünün. Bu kadar gözü kara biçimde bu iktidarın arkasında durmayın.

Sevgili izleyiciler, Brüksel’den söz ederken bir noktayı unuttum, araya çok laf girdi yine. Dün akşam sizlere “başbakan Brüksel’de kendini karşılatıyor, bu yanlış olur, Türkiye’de prim yapar ama Avrupa’da hiçbir etkisi olmaz” demiştim. Şunu söylemeyi unuttum. Bu tür gövde gösterilerine kalkışırsanız, muhalif olanların da harekete geçmesine neden olursunuz. Nitekim dün gece Başbakanı birkaç yüz kişi Brüksel’de, havaalanında karşıladı. Başbakan otobüs üzerinde konuşma da yaptı. Ama o aynı Türkiye’deki yöntemlerle toplanan kalabalık bir daha ortaya çıkmadı. Oysa Başbakan dün gün boyu nereye gitse protestocu Türklerle karşılaştı. Emin olun batı kamuoyunda başbakanın karşılama şovu zerre ilgi görmez ama o protestolar hiç akıldan çıkmaz, çünkü siyasetin doğasında bu vardır. Yalakalıklar gelir geçer, herkesi güldürür, karşı çıkışlar ise unutulmaz.

Havaalanında karşılama deyince. Bir saat sonra İstanbul’da da benzer bir karşılama yapılacak. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım Türkiye’ye geliyor, Fenerbahçe taraftarı kendisine büyük bir karşılama töreni hazırlığı yapıyordu. Bakın bu farklı. Çünkü bu karşılama da aslında bir protesto. Başkana yaranmak, ona yağcılık yapmak isteyenlerin, otobüslere doldurulup, kumanyaları verilip ceplerine para konularak getirilmesi değil. Fenerbahçe’ye gönül verenlerin haksızlığa uğradıklarını düşünerek tepkilerini dile getirmek için toplanmalarıdır. Karşılanan Başkan Aziz Yıldırım’dır ama asıl saygınlığı olan Fenerbahçe’dir.

Fenerbahçelilerin Sabiha Gökçen Havalimanına gidecek olmaları valiyi çok endişelendirmiş. Eee kolay değil tabii, Taksim’di, Kadıköy’dü, statlardı falan derken hiç umulmadık bir yerde daha protesto gösterisi yapılacak. Bu nedenle hemen önlem alınmış. Sabiha Gökçen Havalimanına yüzlerce çevik kuvvet polisi ve tomalar yığılmış. Valilik siyasi slogan atılması halinde müdahale edileceğini bildirdi bile. Ayrıca siyasi bulunan pankartlar da toplanacak.

Korkuya bakar mısınız. Siyasi slogan atmak yasak. Peki neye göre yasak. Hangi kanunda yazıyor? Ayrıca Başbakan’ı karşılayanların attıkları siyasi slogan değil mi? Haydi siyasi sloganı bırakalım bir kenara, örneğin “yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” diye bağırmak açıkça şiddet ve nefret çağrısı değil mi? Ama o başbakan, ona karışılmaz, hikmetinden sual olunmaz.

Sevgili izleyiciler, bugünün gündeminde bir de hapisteki tüm askerleri kurtarabilecek bir yeni yasa tasarısı da var. Buna göre Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ancak yüce divanda yargılanabilecek. Buraya kadar iyi de, asıl bomba şu; Buna izni başbakan verecek. Başbakan istemezse suç iddiası ne olursa olsun genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları yargılanamayacak. Bugün ayrıntılara girmiyorum, nasıl olsa yasa şekillenip komisyonlara gelince yine tartışacağız.

Ama şunu söylemeden de edemeyeceğim; Bazen Başbakan’ı mahallenin zengin çocuğuna benzetiyorum. Şimdiler bilmez, eskiden öyle her aile top alamazdı. Biz sokaklarda top oynardık. Öyle zengin mahalle fakir mahalle ayrımı da yoktu. Hepimiz bir arada yaşar ve oynardık. Herkesin topu olmadığı için ancak babası zengin olan çocukların topu olurdu. Onlar da top oynamayı bilmezlerdi ama top onun ya, takımda mutlaka yer alırdı. Bu çocuklar kızınca topu kaptığı gibi kaçardı “top benim, bana ne oynatmıyorum” derdi.

Başbakan da öyle oldu. Herşey onun. O isterse oyun oynanır, istemezse alır topunu gider. Öyle ya top onun.

İyi de bu kural mahalle arasında geçerli, oysa Başbakan ülke yönetiyor. Daha doğrusu yönetiyor gibi yapıyor.

Evet bu akşam bu kadar, yarına kadar esenlikler dilerim. Hoşça kalın.

Can Ataklı

ulusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster