2004 yılında MGK'da kimlerin imzası var?

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler;dün akşam bir kazaya uradık. Ulusal kanalın vericilerinde beklenmedik ve çok ciddi bir arıza oluştu. Teknik ekipteki arkadaşlar müthiş bir özveriyle çalışarak arızayı gidermeyi başardılar ama, olan bizim günün yorumuna oldu. Bir günlük ara vermiş olduk. Ne yapalım, hayatta bunlar da var tabii.

Sevgili izleyiciler; Size bir iki gündür size ne diyordum, "dershane kavgası bahaneden ibarettir, asıl sorun devletin yönetimini paylaşmak, daha doğrusu bunan sonra devletin yönetimini kimin elinde tutacağının kimin egemen olacağının belirlenmesidir" diyordum

Ve sonra da ne diyordum, "bu seferki kavga öyle 'biz etle tırnak gibiyiz, biz kardeşiz, aynı kıbleye secde ediyoruz, aman birbirimize düşüp de iktidardan olmayalım' çağrılarıyla da bitmeyecektir, bu iş daha da büyüyecek hatta çirkinleşerek büyüyecek ve kırılma yaşanacaktır."

Bu tahminlerin ve analizlerim şaşırtıcı bir hızla gerçekleşiyor. Tayyip Erdoğancılar ve cemaatçiler artık dershaneler konusunun dışına çıkarak başka alanlardan da birbirlerini vurmaya başladılar.

Dershaneler artık işin sosu, asıl kavganın tam bir iktidar kavgası olduğu ortaya çıktı.

Şimdi size aslında dün anlatmayı planladığım, ama bugünkü gelişmelerle biraz da genişleyen bir konudan söz etmek istiyorum öncelikle. Taraf Gazetesi dün müthiş bir haberi taşıdı manşetine. Haberdeki imza tanıdık bir isim, bavuluyla ünlü Mehmet Baransu. "Gülen'i bitirme kararı 2004'te Milli Güvenlik Kurulu'nda alındı" başlıklı bir haber.

Eee şimdi ne olacak onlarca insanın ömür boyu hapis cezası almasına neden olan Ergenekon davası, buna paralel olarak yürütülen yine darbe davası olan Balyoz?

Bu davalar bugünkü habere göre tamamen çökmüştür. İlk anda "Acaba bu belge de sahte olabilir mi?" diye geçirdim içimden. Ancak kısa bir süre sonra iktidar mensupları o MGK toplantısında alınan kararın gerçek olduğunu açıkladılar. Tek savunmaları "O kararlar uygulanmadı. Başbakan bu konuda hiç kimseye talimat vermedi."

Sevgili izleyiciler, yıllardır iktidarın önünü açmak, muhalefeti susturmak, aydınları, gazetecileri, akademisyenleri boğmak askeri tamamen etkisizleştirmek ve itibarsızlaştırmak için sahte belgelerle çok çirkin bir operasyon yürütüldüğünü anlatmaya çalıştık.

Ancak karşımızda "darbelerden hesap sormak" adı altında Türkiye'den intikam almak, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini, Atatürk ilke ve devrimlerini yok etmek, cumhuriyeti dönüştürmek için iktidara payandalık yapan, medyasıyla, iş dünyasıyla, sözde sivil toplum kuruluşlarıyla topyekun saldırıya geçen bir kesim bulduk.

Bunlar ellerinde tuttukları iletişim araçlarını çok iyi kullanarak müthiş bir kara propaganda ve beyin yıkama operasyonu yaparak halkın zihnini bulandırdılar. Bu ülkenin yurtseverlerini, gerçek aydın ve demokratlarını, hukuka yasalara bağlı, ilkeli namuslu insanlarını bir lince tabi tuttular.

Şimdi kendileri birbirlerine düşünce, o yalanları, iftiraları, komploları, kara propagandaları unutup gerçekleri ifşa etmeye başladılar.

Dünkü ve bugün devam eden haber bunun çok tipik bir örneğidir. Şimdi önce haberdeki MGK kararını birlikte bir okuyalım;

Milli Güvenlik Kurulu 25 ağustos 2004 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında olağan toplantısını yapmıştır. Kurulun bu toplantısında 24 Haziran 2004 tarihli MGK toplantısının gönder konularından biri olan "Türkiye'deki Nurculuk faaliyetleri ve Fethullah Gülen" konusu gündeme gelmiş, yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı hazırlanması uygun görülmüş ve bu konudaki tavsiye kararının hükümete bildirilmesine karar verilmiştir.

Altındaki imzalar da şöyle; Ahmet Necdet Sezer; Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan; Başbakan, Hilmi Özkök; Genelkurmay Başkanı, Abdullah Gül; Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Abdüllatif Şener Devlet Bakanı ve Başbakan Yarımcısı, Cemil Çiçek; Adalet Bakanı, Vecdi Gönül; Milli Savunma Bakanı, Abdülkadir Aksu; İçişleri Bakanı, Aytaç Yalman; Kara Kuvvetleri Komutanı, Özden Örnek; Deniz Kuvvetleri Komutanı, İbrahim Fırtına; Hava Kuvvetleri Komutanı, Şener Eruygur; Jandarma Genel Komutanı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Mehmet Ali Şahin ise kurul üyesi olduğu halde o gündük toplantıya katılmamış.;

Yani Erdoğan Başbakan olduğu sırada Milli Güvenlik Kurulu'nda Fethullah Gülen hareketinin bir tehlike olduğu konusunda önüne bazı belgeler gelmiş, kuruldaki görüşmeler sonunda bu tehlikeye karşı bir eylem planı uygulanmasına karar verilmiş.

Efendim bu hiçbir zaman uygulanmamış, Başbakan bu konuda kimseye bir talimat vermemiş. İyi de neden imzalamış o zaman. Askeri vesayet varmış o sıralar, sonra geçen yıllar içinde demokrasi gelmiş de bu vesayet kalkmış da.

Geçin bunları. Yalanın bini bir para. İmzalamasaydı darbe olacaktı. Tamam inandık. Peki iktidar diyor ki "uygulamadık ki" imzalamayınca darbe olacaktı da uygulamayınca neden olmadı? Eğer zorla, baskıyla bir karar alındıysa, imzalamakla kurtulmuş olmuyorsunuz ki, eğer gerçekten bir askeri vesayet vardıysa, o zaman "imzaladığın belgeyi neden yürürlüğe sokmuyorsun" demezler miydi?

Ayrıca bunu söylerken, yani üstü kapalı vesayetten bahsederken bir şeyi unutuyorlar. O zamanki Genelkurmay başkanı kim? Hem cemaatin hem de AKP'nin "gelmiş geçmiş en demokrat komutan dediği Hilmi Özkök. Yani Hilmi Özkök mü iktidara baskı yaptı da imzalattı o belgeyi.

Bakın sevgili izleyiciler, hep hedef şaşırtmaca yapılıyor. Şimdiki bu MGK toplantıları medya tarafından kamuoyuna hep yanlış sunulur. Öyle bir hava yaratılır ki, millet MGK'yı askerlerin sivillere, seçilmiş iktidarlara talimat verdiği yer diye bakar. Çünkü karar halka açıklanırken "MGK hükümete tavsiye etti" denir. Teknik olarak bu böyle tabii de algısı farklı. MGK dediğimiz kurul ülke güvenliği ile ilgili en yüksek kuruldur. Başında Cumhurbaşkanı oturur. Bir tarafta hükümet diğer tarafta da askeri komuta konseyi bulunur. Başbakan, başbakan yardımcıları, Adalet, İçişleri, Milli Savunma ve Dışişleri Bakanları kurulun doğal üyeleridir. Gerek duyulduğunda sadece kendi konusuyla ilgili olmak üzere çağrılan bakanlar da toplantıya katılır. Kendi konuları bitince o bakanlar tekrar dışarı çıkar. Bazen bürokratlar da MGK toplantısına çağrılırlar. Kurulun bir de genel sekreteri vardır. Bu kurulda herkesin bir oyu vardır. Birinin oyu diğerinden fazla değildir. Gündem hükümet ve askerle birlikte Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin ortak çalışması sonucu belirlenir. Gündemdeki konular görüşüldükten sonra bunlarla ilgili ayrıntılı gerekçeler ve raporlar hazırlanır. Kamuoyuna ise sadece gündemle ilgili bir açıklama ve alınan kararların özeti sunulur.

Yani MGK kararı denilen şey Cumhurbaşkanı, hükümet ve askeri komuta konseyinin ortak kararıdır. Bu kurul hükümetin üstünde, hükümete talimatlar veren bir kurul değildir yani. Kısacası MGK askeri bir kurulu, askerin siyasi iktidara talimat verdiği bir kurum değildir. Bunu böyle gibi sunmak olayı çarptırmaktır.

Şimdiki tatlısu demokratları Milli Güvenlik Kurulu'nda oturma düzeni değişti diye bayram ediyor ama ben bunları daha 90'lı yılların başında yazıyordum, hatta Milli Güvenlik Kurulu'nun kaldırılması gerektiğini, bu görüntünün demokrasiyle bağdaşmadığını belirtiyordum, o zaman bunların hiçbirinin yüreği yetmiyordu. Sorarsan askerden korktuklarını söylerlerdi. Eee ben niye korkmuyordum, bana niye bir şey yapmıyorlardı. "Ciddiye almıyorlardır" diyen çıkarsa, iyi de ben o sırada 750 bin günlük satışı olan bir gazetede hem yazar hem yöneticiyim, beni almasa bile gazeteyi de mi ciddiye almıyorlardı yani.

Neyse, geçelim.

O MGK toplantısından sonra beş yıl geçiyor. 12 Haziran 2009'da Taraf Gazetesi'nin manşeti Türkiye'yi sarsıyor. "AKP ve Gülen'i bitirme planı" başlıklı haberde, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AKP iktidarını devirmek, Fethullah Gülen ve cemaatini bitirmek için bir dizi operasyon kararı aldığı anlatılıyor. Habere göre askerler 2007 yılında bu planı hazırlamışlar. Otaya çıkması 2 yılı almış.

Bu haberden sonra bir dizi tutuklamalar oldu. Oraya konan belgede imzası olan Deniz Kıdemli Albay Dursun Çiçek önce tutuklandı sonra serbest bırakıldı, ardından tekrar tutuklandı. Bugün ağır hapse mahküm edildi karar henüz Yargıtay'da. Arada yaşananları biliyorsunuz; yok ıslak imzaydı yok değildi, kağıt parçasıydı.

Sonunda dava Ergenekon'a eklendi, üstüne aynı kapsamda internet andıcı konusu da geldi. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da tutuklandı.

Bütün bu süreçte sanık durumuna düşürülenler belgelerin sahte olduğunu, hepsinin kurgulandığını anlattılar ama hakimleri ikna edemediler.

Sevgili izleyiciler bugünkü haberle "irtica ile eylem planının" yani "AKP ve Gülen'i bitirme operasyonunun" tamamen düzmece olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun ortaya çıkması demek Ergenekon ve hatta Balyoz davalarının da düşmesi anlamına gelir. Çünkü en önemli dayanak ortadan kalkmıştır.

Diyeceksiniz ki, "neden böyle söylüyorsun irtica ile eylem planı sahte diyorsun ama peki bu belge ne, demek ki o haberler yalan değilmiş."

Hah işte, konu da bu zaten. Eğer irtica ile eylem planı doğruysa, bunun kararının altında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül'ün imzası var. Bu planı hazırlamak bir darbe suçuysa, demek ki bunun kararını ilk alan kişilerin de sanık durumunda olması gerekir. Yani dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakan'ı yardımcıları ve ilgili bakanlar. Öyle değil mi? Bir şey suçsa, en başta bu suçun işlenmesi kararını alanların yargılanması gerekmiyor mu?

"O başka bu başka" da diyemezsiniz. 2004'de Başbakan'ın da imzası bulunan planın asla uygulanmadığını söyleyeceksiniz ve bu inandırıcı olacak, ama sahteliği defalarca bilirkişiler tarafından saptanmış belgeyi suç delili sayacaksınız. Mantık alıyor mu bunu?

Sevgili izleyiciler, belli ki 2004'te bu karar alındı, ama doğrudur uygulanmadı, geçen beş yıl içinde iktidar güçlendi, engel gördüğü orduyu dize getirecek kuvvete ulaştı ve zaten daha önce kararlaştırılmış bir planı ortaya sürerek bütün komutanları suçlayıp tutukladı, ağır cezalara çarptırdı.

Peki şimdi ne oldu da bunlar deşifre ediliyor? Eee onu anlatıyorum ya bir iki gündür, çıkar çatışması saklanamaz hale geldi, iktidar içindeki güç odakları kılıçları çekti, artık her şey mübah diyerek birbirine saldırıyor. Bu uğurda "bunları açıklarsak geçmişte yaptığımız tezgahlar da ortaya çıkacak" korkusuna bile kapılmadan ellerindeki silahları ateşliyorlar. Eh nasıl olsa halk da balık hafızalı ya, bunlar arasında bir bağlantı kurmaz, ortaya konan yeni tezgâhın sihrine kapılır bize bir şey sormaz.

Bunu da biraz daha ayrıntılı açıklayayım. Halkın balık hafızalı ve duyarsız olduğuna o kadar inanmış ki bu iktidardakiler, milletvekili Şamil Tayyar twitterdan şunu yazdı; Doğru cemaati bitirme kararı 2004'te alındı. Sonra emniyet Cemaate bağlandı. Dershane ve okul sayısı patladı. Akparti'ye kapatma davası açıldı." Tayyar o kadar öfkelenmiş ki, ne yazdığını da bilmiyor. Tam bir itirafta bulunuyor.

Sevgili izleyiciler benim konuşmalarımı dikkatli izliyorsanız şunu söylediğimi de bilirsiniz. Derim ki hep "Poliste cemaate yakın olduğu söylenen kişiler var" veya "poliste cemaatin ağırlığının olduğunu iddia edenler var." Yani hiçbirimiz açık açık "polis teşkilatı cemaatin elinde" diyemeyiz. Bunun hem kanıtı yok hem de suç olabilir. Ama bir iktidar milletvekili öfkeye kapılıp net bir itirafta bulunuyor. Polisin cemaate bağlandığını söylüyor. Oh be biz de rahatladık. Bildiğimiz bir gerçeği artık suç olabilir diye söyleyememekten kurtulduk.

Diyorum ya, bu iş daha çok büyüyecek. Karşılıklı büyük kayıplara uğrayacaklarını, çatlayacaklarını düşünerek panikleyen ve öfkeye kapılan iki kesim var. Şimdi vuracaklar birbirlerine bunun önüne kimse geçemez. Bakın kaset lafları da dolaşmaya başladı. Sözcü'de Emin Çölaşan yazdı. Meçhul bir el gazeteye bir kaset göndermiş. Merak edip açmışlar ve izlemişler. Çölaşan'ın dediğine göre Başbakan'ın çok yakını olan birinin seks kasetiymiş bu. Sevgili izleyiciler, bunları daha önce de gördük, bunları biliyoruz, ama bizim ahlakımız, namusumuz, vicdanımız ve demokrasiye, özel hayata, özgürlüklere saygımız var. Nitekim Emin Çölaşan da bu ilkelerden hareket ederek kaseti hemen imha ettiklerini ve görüntülerde kimin olduğunu asla söylemeyeceklerini açıkladı. Ama göreceksiniz, Emin Çölaşan'a bu kaseti gönderenler "Nasıl olsa üzerine atlar, kaseti hemen bir internet sitesine koyarak paylaşır" diye düşünmüştür mutlaka. İlkesiz olduklarından herkesi de kendileri gibi bilir bunlar. Ama hiç merak etmeyin, kısa bir süre sonra o kaset de içindekiler de piyasaya düşerler. Kendi içlerindeki bir medya bunu açık ediverir. Yine de söyleyeyim, bunlar bu kadarla da sınırlı kalmaz, kim bilir daha ne rezillikler ne pislikler çıkacaktır önümüzdeki günlerde ortaya. Bana sorarsanız siz de benim gibi yapın. Ellerinizi arkaya sarıp yaslanın, bırakın fosseptik çukuru açılsın, içinden çıkanları burnunuzu tıkayarak izleyin.

Evet, bu konuyu bitirelim. Biliyorsunuz yarın Beşiktaş İskele Meydanı'nda olacağım. Saat 14.00'de. Sizlerle "Oyunu bozmak için temiz bir eli tut" sloganıyla buluşmak ve Cumhuriyet Halk Partisi'nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan aday adayı olduğumu bir kez daha, eğer gelirlerse medyanın önünde açıklamak istiyorum.

Aday adayı olduğumu daha önce de defalarca açıkladım, buna neden gerek duydum? Çok basit, ben ne kadar açıklarsam açıklayayım ne medya ne de CHP yönetimi benden hiç söz etmiyor. Onların gündeminde öncelikle bir isim var. O da Mustafa Sarıgül.

Değerli izleyiciler, ben aday olmaya bundan 16 ay önce karar verdim. Gerçi o sırada yerel seçimlerin erkene alınması gündemdeydi. AKP yerel seçimleri önümüzdeki mart ayında değil, geçtiğimiz ekim ayında yapmayı planlıyordu. Ancak önce seçim gününü Cumhuriyet Bayramı'na getirmeye çalıştılar, cinlik yapacaklar ya, Atatürkçü kesim tatilde olur oy kullanmaz diye düşündüler, CHP itiraz etti, oyun bozuldu ve AKP Meclis'te yeterli sayıyı bulamadı, seçimler tekrar normal zamana kaldı.

Neydi beni buna iten daha doğru cesaretlendiren? Şu: Son iki üç yıldır toplumda AKP iktidarına karşı bir tepki var. Ancak öyle bir şiddetli baskı uygulanıyor ki bu açıkça ortaya konamıyor. Ben rahat bir adamımdır. Sokakta rahat gezerim, bir endişem yok. Televizyonlardan da tanındığım için sokakta yürürken tanıyanlarla sohbet etme olanağım oluyor. Birebir konuşmalarda insanların bu tepkisi i çok yakından görebiliyorum.

Konuştuğum vatandaşlar arasında çok sayıda AKP'li de var. Nereden biliyorum, kendileri söylüyorlar çünkü. Hatta en çok duyduğum söz de şu; "Can bey sizi televizyonlardan izliyoruz. Pek çok fikrinize de katılmıyoruz. Ama siz çok dürüst konuşuyorsunuz, kendi görüşünüzü başkalarını karalamadan, hakaret etmeden namuslu biçimde anlatıyorsunuz. Bu nedenle sizi izlerken rahatsız olmuyoruz, hatta bazı sözleriniz bizim de çok hoşumuza gidiyor."

Bakın bu güzel bir şey. Bunun da ötesinde benden çok farklı düşündükleri halde bugüne kadar hiçbir AKP'liden düşmanca, hasmane bir davranış görmedim. Bu benim de tavrımdan olabilir ama AKP'liler rahatlıkla yanıma gelip benimle konuşabiliyor bazıları tartışıyor, ama hiçbir zaman sohbet gerginleşmiyor, sertleşmiyor.

Bunu geçelim. Bu sohbetlerde mutlaka şunu soruyorum, ki sayısını bilemem ama binlercedir, "son yerel seçimde oyunu kime verdiniz?" diyorum. "AKP" yanıtını verenlere "Bu seçimde de yine AKP'ye mi vereceksiniz" diye sorduğumda, inanın yarıdan fazlasının "hayır vermek istemiyorum ama kime vereceğim?" karşı yanıtıyla karşılaşıyorum.

Bakın sevgili izleyiciler, işin önemli noktası bu. Belli ki İstanbul halkının önemli bir bölümü artık AKP'ye oy vermek istemiyor, ama yerine koyacağı kişiyi de bulamıyor. Oyunu artık AKP'ye vermek istemeyen ama yer de bulamayanlara "Ben aday olursam, CHP'den aday olursam bana oyunuzu verir misiniz?" diye sorduğumda "Bakın siz olursanız verebilirim" diyorlar. İşte beni cesaretlendiren en önemli unsur bu.

Tabii bunlar gözlemler. Elimde anket sonuçları falan yok. Ama sokaktaki vatandaşın da bana yalan söylemesine gerek var mı? Anketlerin de ne kadar sağlıklı olduğunu bilmiyoruz. Bakıyorum da neredeyse bütün anket şirketleri AKP'nin yan kuruluşu gibi çalışıyor. Bunlar CHP'nin İstanbul adayları konusunda da güya araştırma yapıyorlar. Ama sordukları tek şey Sarıgül'le ilgili. Yaptıkları açıklamalar da hep aynı; AKP İstanbul'da yüzde 50'nin üzerinde. Kazanması kesin. CHP kimi aday gösterirse göstersin kazanamaz. Bir tek Mustafa Sarıgül olursa AKP'yi zorlayabilir. Bunu doğrulama şansımız var mı? Yok.

Oysa sokakta durum bu değil. Milletin algısında şu var, tamam kabul ediyorum, bu anket bombardımanları sayesinde halkın bir bölümü CHP'nin ancak Sarıgül'le varlık gösterebileceğine inanmış durumda. Çünkü CHP yönetimi de Sarıgül'den başkasının adını telaffuz etmiyor.

İşte Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin de aday, ama siz bugüne kadar hiçbir CHP yetkilisinin ağzından Tekin'in adını duydunuz mu? Ama aynı yetkililer bir kurtarıcı gibi karşıladıkları Sarıgül'ün adını hergün söylüyorlar. İyi de madem öyle neden hala Sarıgül'ü aday olarak ilan etmiyorlar.

Anketler ortadaysa, CHP'li seçmenlerin hepsi Sarıgül'ü istiyorsa, sol kurtuluşu Sarıül'de görüyorsa, medya, cemaat, iş dünyası arkasındaysa, AKP'lilerin yüzde 18'i eğer Sarıgül aday olursa CHP oy vereceklerini söylüyorlarsa daha ne bekleniyor?

Ama bütün bunlara karşın örneğin dün Uğur Dündar yazmış. Bu arada Uğur Dündar deyince aklıma geldi, bugün aradı, İsmir'de bir konferansa gidiyormuş. Bu nedenle yarın İstanbul'da olamayacağını ve Beşiktaş'a gelemeyeceğini söyledi. Ama şunu mesajı verdi; "Yarın orada halkın önüne çıktığında eğer arzu edersen bütün gücümle senin arkanda olduğumu herkese söyleyebilirsin. Ne güzel, sağ olsun var olsun. Uğur Dündar Yeşilköy'de sadece CHP'lilerin katıldığı bir toplantıda, 300 kişilik bir salonmuş, sormuş "Aranızda kimler Sarıgül'e oy vermek isteyen var mı?" diye, sadece 20 kişi parmak kaldırmış. Galiba sorun bu. Anketler, medya, AKP'liler, yandaşlar, yalakalar Sarıgül diyor ama, galiba gerçek bu değil.

Sevgili izleyiciler, sakın bu sözlerimden Sarıgül'ü kendime rakip olarak aldığımı, onu yıpratmak için konuştuğumu düşünmeyin. Ben yöntemleri ve yanıltıcı, yönlendirici propagandaları ve CHP'nin bunun etkisi altında kalmasını eleştiriyorum.

CHP bir demokrasi dersi vermeli. Ortada tek aday yok. Sarıgül dışında Gürsel Tekin var, adaylığını daha önce resmen açıklamış Celal Doğal Semih Eryıldız var. Eğer parti üyeleri arasında bir eğilim yoklaması yapılacaksa aday olmayı düşünen Ali Özcan, Berhan Şimşek var.

Bu demokratik bir yarıştır, CHP yönetimi bu demokratik yarışı hilesiz hurdasız uygulamak ve centilmen davranmak zorundadır. Elbette CHP yönetimi başka partilerden çevrelerden gelebilecek oyları hesaplamak bunu kiminle sağlayabileceklerini düşünmek zorundadır. Ama eğer güdümlü anket şirketlerinin etkisi altında kalınırsa dönüşü olmayan ve onarılamaz bir hata yapılabilir. Ben bunu söylüyorum.

Sevgili izleyiciler, yarın yapacağım, sizlerin katılımıyla yapacağım toplantı Türk siyasi tarihinde yanılmıyorsam bir ilk olacak. Partinin desteğini almadan, hiçbir örgüt, dernek vakıf veya benzeri bir kuruluşun resmen katılmadığı, sadece "temiz siyaset isteyen" halkın kendi gönül rızasıyla geleceği bir toplantı olacak Beşiktaş toplantısı.

Hiçbir örgüt, kuruluş., dernek otobüsler tutarak insan getirmeyecek meydana. Sadece temiz, saf duygularla, temiz bir siyaset isteyenler kendi olanaklarıyla, bayraklarını alarak gelecekler oraya.

Buradan şunu söylemek istiyorum; siyaset ne yazık ki yıllar içinde çok kirletildi. Halk siyasetçiye güvenemez oldu. Bu güvensizlik dürüst, ahlaklı, namuslu, temiz, vicdanlı, adaletli, ilkeli insanları da siyasete girmekten caydırıyor. "çalıyor ama çalışıyor" gibi olabilecek en kötü tanımlama ile yöneticilerimizi seçmek zorunda bırakılıyoruz.

Oysa ben diyorum ki "siyaset zaten temiz, dürüst yapılmak zorunda. Bu sağlamak da bizim elimizde,, bu güç var bizde. O halde sizlere temiz olduğun inandığım bir el uzatıyorum. Bu elin temiz olduğuna sizler de inanıyorsanız, gelin tutun bu eli. Bütün partilere hep birlikte haykıralım, önümüze temiz, dürüst insanları koyun, bizi kötüyü seçmeye mahkum etmeyin, bu ülkenin temiz, yürekli, namuslu ve elbette bilgili, yetenekli insanları da siyasete girmeye cesaret etsinler. Hakkında dosyalar, şaibeler olanlardan kurtulalım."

İşte bu duygu ve düşüncelerle cumartesi günü karşınıza çıkmak istiyorum.

Sevgili izleyiciler, daha fazla konuşmama gerek yok herhalde. Ama şunu da söyleyeyim, elbette sadece dürüst namuslu olmakla koca bir kentin yönetimine talip olunmaz. 15 milyonun üstünde nüfusu olan koca bir kente sunulacak hizmetler ve projeler de gerekir. Hiç merak etmeyin, bir kısmını zaten açıkladım bundan önce, ama İstanbul'un çehresini değiştirecek, insanları daha mutlu, daha güler yüzlü, daha huzurlu yapacak pek çok projem var. Kimse Süpermen değildir, tek kişi bile çok şeydir ama her şey değildir. Ben şunu söylüyorum. Hayallerim, ayakları yere basan projelerim var. Bunları en iyi yapabilecek insanlarla, kurumlarla çalışacağım. "Ben bilirim" değil "Biz birlikte en güzeli arar buluruz" diyeceğim.

Trafik mi, açık söylüyordum, sadece bilimsel kuralları uygulayarak ilk 3 ayda trafiği yüzde 20 rahatlatmak mümkün. Ama 3 yıl içinde trafik yarı yarıya ferahlayacaktır. İstanbul imar rezaletinden kurtarılacak, milyarlarca liralık rant birilerinin cebine değil, hak sahiplerine gidecektir. Rüşvete, komisyonlara, haksız kazançlara son verilecek, bunları bugüne kadar yapanlardan mutlaka hesap sorulacaktır. 8 bin yıllık tarihi olan İstanbul dünyada hak ettiği yere mutlaka getirilecek, İstanbul gerçek anlamda dünyanın bir tarih, kültür ve sanat merkezi olacaktır. Bunları hep anlattım uzun uzun burada tekrarlamayayım. Zaten adaylığım söz konusu olursa seçim gününe kadar bunları sizlerle daha çok paylaşacağım.

Bazen soruyorlar "Sen kazanırsan İstanbul'a ne gelecek? Diyorlar. Çok basit; ben gelirsem İstanbul'a sevgi gelecek, saygı gelecek, nezaket gelecek, zarafet gelecek. Hırtlıklar, banallikler, kabalıklar, kalitesizlikler gidecek. Zaten bunlar sağlandığında hizmetlerin de projelerin de önünü kimse tıkayamaz. İstanbul çok daha mutlu, huzurlu, güvenli bir kent olur.

Bugün de bu kadar. Az sonra Ümit Zileli Ana Haber'le karşınızda olacak. Pazartesi artık aynı saatte demiyorum her günkü gibi, çünkü pazartesi'den itibaren günün yorumu ana haberden sonra saat 19.45'te başlayacak. Hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşça kalın..,.

Tüm yazılarını göster