Başbakan “Bana kim ne yapabilir?” diye düşünüyor

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Artık ipin ucunu biz de kaçırıyoruz. Neredeyse dakika başı bir olay patlıyor. Birileri bir yerde konuşuyor, akıl almaz iddialarda bulunuyor, hemen arkasından bunların yalan olduğu veya sahte belgeler düzenlendiği iddia ediliyor. Ama onu incelerken bir de bakmışsınız hepsini çürüten başka bir olay yaşanmış.

İnanmayacaksınız ama çalışma masamın üzerinde kâğıt kalmadı not almaktan. Alt alta sıralıyorum gördüklerimi, sonra en başa geldiğimde başlıyorum çizmeye çünkü bir kısmının hükmü kalmamış bile.

Kavga artık o hale geldi ki, bazı yerlerde okuduklarımıza inanamıyoruz. Örneğin AKP’li milletvekili Ali Aşlık tiwitter’dan bir mesaj atmış, diyor ki “Savcı Öz; Savcı Murat Gök gibi kendi sonunu kendi hazırlayacak! Ne demiş atalarımız: Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste..." İlk başta hatırlamıyorsunuz tabii Murat Gök kimdir, sonu ne olmuştur. Murat Gök İzmir’de birçok yolsuzluk operasyonunu başlatmış bir savcı. Daha sonra Samsun’a atanmış ve bir gün evinde ölü bulunmuştu. Ölüm olayı şüpheli olarak kayıtlara geçmişti.

Şimdi bir milletvekili böyle bir twit atarsa bunun anlamı nedir? Çok basit “Ey savcı Öz, bak çok konuşuyorsun ama, böyle giderse senin de sonun o savcı gibi olacak.” Yani bir nevi “şüpheli ölümden” söz ediyor milletvekili.

Akıl alır gibi değil. Ancak belli ki parti yetkilileri bu tuhaf milletvekilini uyarmış olacaklar ki bir gazeteye açıklama yapmış ve "Ölmüş adamın arkasından konuşmak için atmadım. Vicdanıyla yapayalnız kalıp tek başına bu dünyadan gittiğini vurgulamak için yazdım. Benim ne demek istediğini en iyi İzmir kamuoyu anlayacaktır" demiş.

Yok öyle şey, istediği kadar düzeltsin, söylediği çok açık ortada.

İzmir deyince aklıma geldi, eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım biliyorsunuz İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı. Dün İzmir’de bir operasyon yapıldı ve bazı kişiler için gözaltı kararı alındı. Bunlardan biri de Binali Yıldırım’ın bacanağı. Bacanak ise ortalarda yok. Ya da ortalarda da gözaltına almaya kimsenin yüreği yetmiyor. Binali Yıldırım dün “zamanlama manidar” demişti. Hani seçimler geliyor ya, böyle yolsuzluk laflarıyla yıpratılmak istendiğini söylemek istiyor. Gerçi bacanağın gözaltına alınmak istenmesi ne kadar “manidar zamanlama” olarak kabul edilirse onu gözaltına almakla görevlendirilen bütün polislerin de bir saat içinde görevden alınmaları o kadar “manidar”dır, o da ayrı bir mesel.

Ama eski bakan beni çok güldürdü bugünkü açıklamasıyla, Çünkü diyor ki “Bacanağım değil, babam olsa yolsuzluk yapan hesabını verir.” Ne güzel değil mi, tıpkı Başbakan’ın söylediği gibi “babam olsa bile.”

Elinizi tutan yok ki, madem yolsuzluklara karşı bu kadar hassasınız, babanız olsa bile karakterinizde bir milim sapma olmaz, ne duruyorsunuz kendi ellerinizle teslim etsenize.

Ama öyle değil işte. Başbakan da “babam olsa, hatta oğlum olsa” diyor ama örneğin Bilal Bey gidip ifade vermiyor. Bakın bugün ayın 9’u. Savcılar Bilal Bey’i 2 ocakta ifadeye çağırmıştı, öyle sabaha karşı evini falan basmamışlardı, efendice bir yazı gönderip “lütfen gelin” demişlerdi. Bakın 7 gün oldu Bilal Bey hala ifade vermeye gitmedi. Gitmediği gibi nerede olduğu da bilinmiyor. Evinde mi, babasının evinde mi, yoksa yurtdışında falan mı, kimsenin bir şey bildiği yok,

Binali Yıldırım’ın bacanağı da aynı durumda. Ortalıkta yok. Ama Binali Yıldırım yüksek perdeden konuşmayı sürdürüyor, “Yeri yurdu belli gidip alsınlar” diyor. İlahi Yıldırım bey, güzel söylüyorsunuz da, kim gidip alacak, onlar sizin bacanağı almadan siz onları görevden aldınız, yerine de muhtemelen kendi kurşun askerlerinizi getirdiniz, onlar nasıl gidip alsınlar ki.

Sevgili izleyiciler, aslında her şey bizi, tabii sizi çok şaşırtıyor değil mi? Bunca rezalet ortaya çıkmışken nasıl oluyor da iktidar hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıp bir de üstüne tam bir diktatörlük olarak algılanabilecek eylemler yapıyor? Polisleri görevden alıyor, savcıları darmadağın ediyor, hepsini ayrıca tehdit ediyor, jet hızıyla yasalar çıkarmaya çalışıyor, bunlar hem alışıldık şeyler değil hem de normal bir ülkede kıyamet koparacak girişimler.

Bizde ise bir şey olmuyor, ya da bir şey olmuyormuş gibi görünüyor.

Bunun nedeni çok basit sevgili izleyiciler.

Benzer bir durumu Gezi direnişi sırasında da yaşamıştık. Milyonlarca insanın sokaklara döküldüğü, tabii Türkiye’nin her tarafında sadece İstanbul’da değil, o müthiş kalkışmada başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Meclis Başkanı ve AKP’nin önde gelen isimleri ciddi panik yaşamışlardı.

Çünkü biraz demokrasi ve hukuktan nasibini almış insanlar halkın bu kadar büyük tepkisinin sonuçlarının hiç de iyi sonuçlar vermeyeceğini bilirler.

Başbakan Tayyip Erdoğan Gezi olaylarının en şiddetli yaşandığı günlerde yurtdışındaydı. AKP’liler panik halindeyken, gözler Başbakan’daydı, o ne yapacaktı?

O tarihlerde çıktığım televizyonlarda anlatmıştım. Gezi olaylarını AKP içinde bir tek Başbakan durumu iyi okumuştu. Başbakanın bildiği veya düşündüğü şuydu; “Bana ne yapabilirler?”

Evet sevgili izleyiciler, çok basit bir soru değil mi?

Kimse hiçbir şey yapamaz. Bu kadar basit.

Meclis çoğunluğu kendisinde.

Bürokrasi elinde.

Polis elinde.

Yargı elinde.

Yüksek yargı tamamen kuşatılmış durumda.

Asker artık Erdoğan’ın askeri olmuş.

Yani demokrasi ve hukuka aykırı ne yaparsa yapsın, kendisine yaptırım uygulayabilecek hiçbir yer yok.

Bu durumda kim kendisine ne yapabilecektir?

Meclis’te güvenoyu istese, yine ezici bir çoğunlukla bu güvenoyunu alır.

Cumhurbaşkanının azil yetkisi olsa bile bunu yapabilecek gücü yok.

Seçimlere daha bir yıla yakın zaman olduğu için sandıkta yenilme gibi tehlike yok.

Muhalefetin Meclis’te gücü olmadığı için gensoru gibi girişimlerle düşürülmesi de mümkün değil.

Darbe desen zaten mümkün değil, hem de bunların dediği gibi askeri vesayet bitirildiği için falan değil, 1990’da komünizmin yıkılmasından bu yana öyle bir tehlike yok.

Kısacası Tayyip Erdoğan koltuğunu kendi arzusuyla terk etmediği sürece kendisine hiç kimse hiçbir şey yapamaz.

İşte bunu görmüştü Erdoğan. Aklındaki belki tek olumsuz nokta kendisine oy veren halkın duygu ve düşünceleriydi. Erdoğan’ı sadece AKP tabanındaki hızlı ve büyük kayma sıkıntıya sokabilirdi. Hakın tutumunu tam bilmiyordu. O tarihlerde Türkiye’ye dönmeden önce, bir riske girerek şansını denemeye karar verdi. İstanbul’a talimat verdi ve büyük bir karşılama töreni düzenlenmesini istedi.

AKP takımı aslında kuşkulu ve kararsızdı. Tahmin ettikleri kalabalığı toplayamayabilirlerdi. Çünkü onlar da kendi tabanlarının tepkisini tam olarak bilemiyorlardı.

Ama emir büyük yerden gelince çaresiz bir hamle başlatıldı. Sonuçta bildik yöntemlerle, işte otobüslerin, dolmuşların kiralanması, metrobüs, metro, hızlı tramvayın bedava yapılması, gelenlere kumanya, bayrak, pankart dağıtılması bazılarının cebine para koyulması sayesinde Atatürk Havalimanı’nda hatırı sayılır bir kalabalık toplandı.

İstanbul’da karşısında büyük bir kalabalık gören Erdoğan yanındakilere “gördünüz mü?” diye bakarak “halkın karşısına halk koymanın geçerli bir yöntem olduğunu” herkese gösterdi. Evet geçerli ama çok riskli ve tehlikeli bir yöntem. Mısır’da bunun örneğini yaşadık. Mürsi Erdoğan’dan aldığı akılla halkının karşısına yine halkı koydu, sonucu biliyorsunuz. Neysi ki Türkiye Mısır’dan fersah fersah ilerde olduğu için bu tehlikeli girişim çok kötü bir sonuç vermedi.

Ama başbakanın planı ve stratejisi tutmuştu. Gezi olaylarına karşı girdiği bu risk sayesinde AKP tabanında ciddi bir kemikleşme sağladı. İlerleyen günlerde, Gezi direnişi kimi saçma sapan aydınların “Taksim ilk üç gün iyiydi ama sonra amacından saptı” gibi budalaca laflarıyla gözden düşürüldü, AKP tabanındaki kemikleşme pekişti.

Erdoğan böylelikle şunu gördü ve herkese kanıtladı ki “AKP tabanı sertlikten, kabadayılıktan hoşlanıyor, liderinin kendisine karşı çıkanları ezmesinden mutluluk duyuyor ve en önemlisi kendisine yönelik ne söylenirse söylensin, bunu inkar edip, konuyu başka alanlara çekmesine de inanıyor.”

Başbakan Gezi olaylarını dış güçlerin organize ettiğini, faiz lobisinin harekete geçtiğini, darbe sevdalıların oyunu olduğunu söylediğinde, AKP tabanının büyük bölümü buna inandı ve hararetle de savundu.

İşte 17 Aralık’a bu koşullarda geldik. Elbette 17 Aralık ile Gezi olayları birbirinden çok farklı olaylar. Ancak Erdoğan ikisinde de aynı tepkiyi gösterdi.

Çünkü artık çok iyi biliyor ki, ne yaparsa yapsın, kimse kendisine dokunamaz ve bir şey yapamaz.

Gerçi elbette arada bir fark var. Gezi olayları sırasında iktidar içindeki cemaat cephesi henüz ortaya çıkmamıştı. Başbakan’ın şiddet politikasına cemaatin askerleri de aynen uymuşlardı.

17 Aralık ise cemaatin marifetiyle başladı. Ama Tayyip Erdoğan için aslında durumda bir değişiklik olmadı ki. Güç onda, önünde engel de yok. Yürüdü cemaatin üzerine.

Yolsuzluk operasyonu başladı. Başbakan bunu kimin başlattığını biliyor. Nasıl Gezi olaylarına gözü kara daldıysa, bu kez de “Devlet içinde devlet kurdular, paralel yapılanmaya gittiler, bunlar çete, inlerine gireceğiz” diye bağırarak çok şiddetli tepki gösterdi, derhal savcılardan emir alarak operasyona katılan tüm polisleri görevden aldı. Sonra savcıların üzerine yürüdü, ellerindeki dosyaları aldı, çoğunun görev yerlerini değiştirdi. İlk operasyona hazırlıksız yakalandığı için içeri girenlere bir şey yapamadı, ama hemen arkasından gelen ikinci operasyonda başta oğlu olmak üzere hiç kimsenin gözaltına alınmasına izin vermedi, operasyonu durdurdu.

Konuşmalarında hakim ve savcıları tehdit ederken, HSYK’nın yapısını değiştirmek için düğmeye bastı.

Açıkça hukuku tamamen askıya aldığını ilan etti. “Yargı yanlış yaptı, ben uymam” diyerek iktidar gücünü kullandı.

Şimdi sevgili izleyiciler, hepimiz biliyoruz ki bunlar çok kötü hareketler. Normal bir ülkede her biri ciddi kıyametler koparır ve hükümetler ayakta kalamaz, ama bizde tam tersi oluyor.

Çünkü bu iktidarın demokrasi ve hukuk kültürü olmadığı ve her ikisini de sadece kendi çıkarı için sadece telaffuz ederek kullandığı için bunları yapması halinde başına bir şey gelmeyeceğini de biliyor.

Evet söyleyin, başbakan yolsuzluk soruşturmasını durduruyor, polisleri hallaç pamuğu gibi atıyor, hakim ve savcıları tehditle şantajla sindiriyor, bürokrasiyi dize getiriyor, ne yapacaksınız. Kulağından tuttuğunuz gibi kapı önüne koyamazsınız ki.

Başbakan öyle bir hamle yaptı ki demokrasi de hukukta çaresiz ve yetersiz kaldı. At atamazsın, sat satamazsın. Erdoğan bu avantajı kullanıyor.

Peki nereye kadar? Seçimlere kadar. İşte her şey orada tepetaklak olabilir.

Ancak orada da bir sorun var. AKP’ye oy veren halkın önemli bir bölümü Başbakan’a bir komplo kurulduğuna inanıyor. Milyonlarca insan Türkiye’nin gerçekten çok büyüdüğünü, dünyanın bundan rahatsız olduğunu, bu nedenle hükümeti yıkmak istediğini sanıyor.

Tıpkı Saddam’ın Irak’taki desteği gibi. Hatırlayın, ilk Körfez savaşında, Amerikan birlikleri Kuveyt’i geri aldıktan sonra Irak’ın içlerine Bağdat’a doğru yürümeye başlamışlardı. Başkan Bush, tabii baba Bush, son anda karar vererek operasyonu bitirmiş ve geri çekilmişti. Saddam da Bağdat’ta elinde bir tüfekle halkın önüne çıkmış ve “Düşmanı ezdik, püskürttük, hepsi geri gidiyor” dediğinde, zavallı Irak halkı da sevinç gösterileri yapmıştı. Irak halkı bütün dünyayı dize getirdiklerine inanmıştı.

Oysa 10 yıl sonra gelen ikinci operasyonda, bu kez aynı halk Saddam’ın heykellerini yıkıp terliklerle vurmuşlardı.

Türkiye’deki durum biraz buna benziyor. Başbakan’a inanmak isteyen halkın bir bölümü, dünyayı dize getirdiğimizi bunun kızgınlığı ile tüm dünyanın bize saldırdığını Erdoğan’ı yıkmak istediğini düşünüyor bazıları.

Eh medyayı da yabana atmayalım. Büyük bölümü Erdoğan’a biat etmiş medyamızda neredeyse 24 saat boyunca beyin yıkar gibi bu propaganda yapılıyor.

O halde muhalefete düşen görev çok açık. Erdoğan’a, bütün yasadışı işlerine, anayasayı çiğnemesine, devleti devlet olmaktan çıkarıp şahsi şirketi gibi yönetmesine ve kendisine karşı çıkan herkesin üzerine şiddetle gitmesine rağmen, muhalefet bıkmadan usanmadan her yerde herkese gerçeği anlatmak zorundadır.

Muhalefet detaylara kendini kaptırmadan, düşmanımın düşmanı dostumdur aman onları kırmayalım diye düşünmeden, Türkiye’de demokrasi ve hukuka aykırı yapılan tüm işleri, yolsuzlukları, hırsızlıkları, devlet gücünün kullanılarak halkın ezilmesini anlatacaktır. Görevi budur.

Ya da, hep söylediğim gibi bir sabah yine kalkarız hiçbirimizin aklının ucundan bile geçmeyen öyle bir şey olmuş ki.. İşte onu bilemiyorum, ama böyle bir şeyin olması da çok muhtemeldir.

Sevgili izleyiciler, bu akşamki süremin sonuna geldim. Yarın biliyorsunuz Halil Nebiler’le Çift Vuruş programımız var. Günün yorumu ile bu programı birleştirdik artık. Saat 20.00’de karşınızda olacağız. O zamana kadar hepinize iyilikler dilerim. Hoşça kalın.

Tüm yazılarını göster