AKP'nin açılım paketinde neler var?

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; Aslında demokrasi paketi diye önümüze büyük tantanalarla, günler öncesinden başlayan propagandalarla sunulan ama içinden sadece türbanın her yerde kullanılması ve andımızın kaldırılması çıkan paketten sonra da söylemiştim ama, konu gün geçtikçe daha sıkıntılı hale geliyor. Bu nedenle bir kere daha üzerinde durmak istiyorum.

Demokrasi paketi denilen şeyle türban sadece üniversitelerde değil tüm kamu alanlarında serbest bırakıldı. Artık isteyen memur, öğretmen, doktor, mühendis türbanını takarak işine gidebilecek.

Çünkü daha da demokratikleştik ve inançlara saygımız gereği kimsenin kılık kıyafetine karışamıyoruz.

Gerçi eskiden de kimsenin kılık kıyafetine karışılmıyordu, kamu ve hukuk düzenini korumak için konulmuş kılık kıyafet genelgesi vardı o kadar. Yani herhangi birine "sen neden bunu giyiyorsun" diye zaten sorulamıyordu.

Tabii biliyorsunuz türban kamu alanında serbest bırakıldı, buna karşı hakim ve savcılar, polisler ile askerler bunun dışında tutuldu.

Onun da nedenini tam anlayabilmiş değiliz. Yani öğretmen inancı gereği giyinebiliyor ve bu demokrasinin olmazsa olmaz şartı oluyor da hakim ve savcılar neden inançları gereği davranamıyor veya polisler ve askerler. Örneğin bakıyorum da demokrasi hukuk falan denilince şampiyonluğu kimseye bırakmayanlar, son 25 yılımızın hemen her akşamını türbana özgürlük nutukları ile geçiren sözde liberal özünde faşist kafalar nedense bu duruma hiç kafayı takmadılar.

Başbakan "yargı, polis ve asker hariç" dedi ya, işte bunların demokratlığı, inançlara saygısı da bu kadar. Madem başbakan söyledi vardır bir bildiği demokrasiyi ondan da iyi bilecek değil ya bu güruh. Seslerini kısıp oturdular oturdukları yerde.

Bunları hep konuşmuştuk, yine konuştuğumuz ama üzerinde çok durmadığımız bir başka tarafı daha var konunun. Önce milli eğitim bakanı konuştu. Dedi ki "Okullarda öğretmenlerin giyim kuşam konusunu istismar etmeyeceğine inanıyoruz, zaten istismar eden olursa gereğini de yaparız."

Ben de sormuştum, "ölçünüz nedir sayın bakan" diye.

Dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de Meclis konuşmasında, bu kez konuyu milletvekillerinin, tabii kadın milletvekillerinin Meclis'e türbanla gelip gelemeyeceği konusuna partisinin nasıl baktığını açıkladı. Bahçeli kadın milletvekillerinin türbanlı olabileceğini söyleyerek "Ölçümüz bunu Meclis'e yakışır biçimde yapmalarından yanadır. Herhalde sadece iki gözlerinin göründüğü kara çarşafla da Meclis'e gelecek halleri yoktur.

Eeee niye. Türban oluyor da çarşaf niye olmuyor?

Samimi olmamız gerekiyor. Eğer siz kamu alanında inanç sistemlerine de göre giyinmeyi kabul ediyorsanız bunun yakışanı yakışmayanı diye bir tanım yapamazsınız.

İslamın hiçbir kuralında türbandan söz edilmiyor. Daha doğrusu nasıl giyinileceğinin tanımı yapılmıyor. Sadece "tesettür" dediğimiz örtünme vardır. Tesettür islamda olduğu gibi başka kitaplı ve kitapsız dinlerde de vardır. Tanımları belki biraz farklıdır ama sonuçta tesettürle başkalarına karşı vücudunuzun bazı bölgelerini sakınırsınız.

Erkekler için durum kolaydır. Göbek deliğinden diz altına kadar olan bölgenin açık olmaması istenir. Bilmeyenlerin gözünün önüne gelmesi için örneğini vereyim, yağlı güreşlerde giyilen kıspet vardır ya işte kıspet erkeğin tam tesettür kıyafetidir. Erkeğin başı, gövdesi, dizlerini altında kalan baldırları ve ayakları açıkta kalabilir.

Kadınlarda durum daha farklı. İslamiyete göre kadının başı, göğüs dekoltesi, kolları ve bacakları örtünmelidir. Yani İslamiyetteki tesettür kadın için tam kapalılıktır. Peki efendim, kadının başı açık olamaz mı İslamiyete göre. Olur. Tabii ki olur. Bir yasak yok. Sadece tesettürü böyle tanımlamıştır. Gerisi senin bileceğin iş. Uyarsın ya da uymazsın, zorlama yoktur. Nitekim daha bu yıl gelmişti değil mi, Katar Şeyhiydi galiba, karısının başı açıktı. Hani bunlar bir de din devleti görünümünde. Ama o ülkelerinde geçermli. Dışarı çıktıklarında çoğu bırakın başını açmayı beğenmedikleri yoz gördükleri Batılılardan bile daha serbest dolaşıyor sokaklarda. İnanmayan gitsin Paris'e Londra'ya orada sokaklara, cafelere restoranlara yayılan sözde din kurallarıyla yönetilen Arap ülkelerinden gelen genç kızlara kadınlara ve hatta erkeklere baksınlar. İçki de haram örneğin de, ben kimi plajlarda şampanya savaşı yapanları bile gördüm Arap şeyhliklerinden gelenleri.

Ama en önemlisi, İslamiyette az önce tanımladığım tesettürün hangi giysilerle uygulanacağına dair hiçbir madde yoktur. Zaten olamaz da, çünkü nedeni çok basit. İster tesettüre uysun ister uymasın, giyim tarzı dönemlere göre değişir. Sadece moda olması anlamında söylemiyorum, bölgelere, iklim ve doğa koşullarına göre de değişir. Sosyal hayata göre değişir.

Bir tarafta kulluğun diğer tarafta da asillerin olduğu Ortaçağ Avrupa toplumlarındaki gibi giyinebilir miyiz şimdi? Fransa, İngiltere, İspanya saraylarının şatafatlı, kat kat, başında hotozlar olan kıyafetlerini bugünün koşullarında giymek mümkün mü? Ya da bugün hangi ülkenin askerleri Romalılar gibi etek ve yelekten oluşan bir üniforma kullanır.

Ama en önemlisi, inanca göre bir kıyafetin tanımı ya da her yerde aynı biçimde kullanışı yoktur.

Bugünün Türkiye'si itibarıyla türban bir tür tesettür giysisidir. Altını çizerek söylüyorum, bir türdür.

Bu açıdan bakınca bir kadının inancı gereği giyinmesinin tek yolunun türban olmadığını hepimizin bilmesi gerek. Bir kadına göre tesettür günün modasına uygun olarak türbandır ama bir başkasına göre çarşaf da olabilir, bir başkası bunun gereği olarak burka giymeyi tercih edebilir, ya da hiç aklımıza gelmeyen biçimde giyinir ama tesettüre yani dini kurala uygun olur.

O halde gerek Milli Eğitim Bakanı'nın gerekse MHP liderinin inanca göre giyinmek isteyen kadınlar için söylediği "istismar etmeme" veya "Meclis'e yakışır biçimde" tanımlamaları ne anlama geliyor.

Bir milletvekili Meclis'e türbanla gelirken bir diğerinin çarşaf ya da başka tür bir giysiyle gelmesi neden olmaz. Çarşaf hangi ölçüye, inanca veya ne bileyim artık başka bir düşünceye göre "yakışıksızdır" da türban değildir.

Aslına bakarsanız Milli Eğitim bakanı da MHP lideri de "Bir şey yaptık, bari suyunu çıkarmayın" demek istiyorlar ama asıl işte şimdi kendi içlerinde çelişkiye düşüyorlar. Çünkü siz demokratik olarak bir eylem yaptığınızı ileri sürüp "inançlara saygılıyız, hiçbir şeye karışma hakkımız yok" savıyla ortaya çıkıyorsanız, inancın her türüne ve bunun yaşam biçimine de karşı çıkmamak durumundasınız.

"Türban'a evet ama çarşafa hayır" demekle o çok eleştirdiğiniz "türban yasak" arasında hiçbir fark yoktur.

Şimdi bunlar iyi günler aslında sevgili izleyiciler. Öyle böyle türban konusunda çok önemli bir zafer kazanıldı siyasal İslamcı çevrede. Ancak yarın öbürgün bu konu mutlaka delinecektir. Birileri çıkıp çarşaf da giyecektir, burka da. Ya da bir Hırıstiyan "benim inancım gereği bunu yapmak gerek" diyecektir ve bir özel giysisini giyecek ya da dini bir sembolünü çok görünür biçimde taşıyacaktır.. İlle de bildiğimiz ya da "kitaplı" olarak kabul ettiğimiz dinler veya inançlar olması da gerekmez. Bir Budist, bir Şintoist veya Hintli Sih de olabilir. Bu dinler bizde yaygın değil diyemezsiniz ki. Kural kuraldır.

Ayrıca hep kadınları konuşuyoruz. Erkekler şimdilik genel bir kıyafet anlayışımız olduğu için, inançları konusunda pek dikkat çekici ya da ayır edici tarzda giyinmiyorlar. Yani kadını türbanından tanıyorsunuz ama erkeği tanımanız o kadar kolay değil. Ayrıca günümüz giysileri, ceket, pantolon, kravat erkek tesettüründe itiraz edilebilecek durumda olmadığından, erkekler bu konuyu pek dert etmiyorlar.

Ama bakın, şu türbanı her yerde özendirmek için atılan adımdan sonra erkeklerin de ayırdedici özellikteki giysiler giydiğini görebiliriz, ki hatta bunun ilk örneği ile Türk Hava Yolları'nda karşılaştık bile. Dünkü bazı internet sitelerinde Türk Hava Yolları teknik bölümünde çalışan cüppeli, sarıklı sakallı tiplerin fotoğrafları vardı. Evet yarın Meclis'e türbanlı bir kadın milletvekili gelebileceği gibi cüppeli sarıklı bir erkek de gelebilir. Kipalı bir Yahudi milletvekili de boynunda nal gibi haç asılı bir hrıstiyan da olabilir.

Yani işin suyunu çıkarma istismar etme ve yakışanı yapma gibi tanımlamalarla kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın.

Şimdi, ben bunları söyleyince biliyorum ki bazıları "Efendim Amerika'da İngiltere'de durum böyle değil mi?" diye sorabilirler ayrıca soran da çok oluyor zaten.

Doğrudur. Ama bizim dikkatimizden kaçan bir fark var. Herhangi bir demokratik batı ülkesinde, dini inançları gibi yaşayan, giyinen ve davrananların hiçbiri, kendi inançlarının hukuk sisteminin aynı zamanda devletin hukuk biçimi olmasını savunmuyor, bunu düşünmüyor bile. Oysa Türkiye'de, dini inançları gereği yaşamak isteyenleri temsil eden siyasi hareketler, bu kuralların aynı zamanda devletin hukuk yapısını oluşturmasını da istiyorlar.

Türkiye'de laiklik tartışmaları yapılırken Amerika'dan, bazı batı ülkelerinden örnekler vermek çok kullanılan bir yöntemdir. Örneğin adam çıkar der ki "Amerika'da seçilen bir senatör, hatta başkan bile yemin ederken elinin altına İncil'i koyar. Bizde böyle bir şey olsa kıyamet kopar."

Şimdi bunu söyleyen lafı cuk oturttuğunu düşünür değil mi? Oysa öyle değil. O farklı. Eğer bir temsilciler Meclisi üyesi, senatör hatta Başkan, eğer başka bir dindense o zaman kendi kitabı üzerine yemin eder. Amerika'da bir Müslüman seçilirse yeminini elbette Kuran üzerine el basarak yapacaktır.

Bunlar çok dinli çok kültürlü toplumların adetleri. Yani sana diyorlar ki "Bak kamu adına bir işe girişiyorsun, bunun için bize söz vermelisin. Ve bu sözü kendi inancın doğrultusunda, senin için kutsal olan neyse onun üzerine yemin ederek göster." Yapılan budur. Demokratik bir toplumda inanç faktörü ancak böyle bir durumda, yani tamamen kişisel bir alanda ön plana geçer ve ciddiye alınır. Ama aynı kişi zaten, dili, rengi, ırkı ve inancı ne olursa olsun herkese aynı mesafede duracağını ve eşit davranacağına da yemin eder.

Peki Türkiye'de de bu yapılamaz mı? Yapılabilir ama o zaman laiklik konusunda aramızda hiçbir tartışmanın da kalmamış olması gerekir. Din kurallarını aynı zamanda devletin yönetim biçimi, hukuku olarak da uygulamak isteyenlerin olduğu, bunun için amansız mücadelelerin yapıldığı ve toplumunun tamamına yakınının aynı dinden olduğu bir ülkede böyle bir kuralı uygulamak, din devleti görüntüsü verir.

Ne mahsuru var? Var. Demokrasilerde, farklı düşünen, farklı inanca sahip olan bir kişi bile varsa, onu korumak kollamak zorundasınızdır. Herkes biliyor bu ülkenin tamamına yakınının aynı dinden olduğunu, ama bir ülke halkının topyekün iyi eğitim alabilmesi, bilgiye ulaşabilmesi, kişisel hak ve hukukun korunabilmesi için, dinin toplumsal olarak değil kişisel olarak yaşanması gerekir.

Yani ben Müslüman olduğum için müslümanım, herkes Müslüman olduğu için değil. Eğer herkes Müslüman olduğu için ben de müslümansam, bu tamamen çevre faktöründen oluşan bir inanıştır ki, bir anlamı olabilir mi, bunu bir düşünün.

Efendim İngiltere'de doğsaydık Hıristiyan, Tayland'da doğsaydık Budist olurduk. Hatta İran'da doğsak Şii olurduk ta, Türkiye'de doğduğumuz için Sünni'yiz. Doğru mu? Çevre faktörü nedeniyle doğru. Ama eğer dinle ilgili biraz bilgimiz varsa şunu da biliriz ki, inanç insanın içindedir. Toplumsal inanç olmaz. Aynı inançtan olanların aynı yerde yaşaması farklı, herkesin kendi inancını yaşaması farklıdır.

Toplumlar binlerce yıl, aslında insanın şahsi özelliği olan inanç sistemleri üzerinde oynamayı ve bunu toplumsal hale getirmeyi amaçlamışlardır.

Neden? Çünkü, aynı inanca yönelttiğiniz insanları yönetmek çok daha kolaydır da ondan. Birbirinden çok farklı inançları olan insanları birarada tutmak, gerektiğinde ortak hareket etmelerini sağlamak ama en önemlisi onların otoriteye karşı direnç göstermemelerini boyun eğmelerini sağlamak zor olmaz. Ama bir de tersini düşünün, birbirinden farklı çok değil iki ya da üç inanç sistemine bağlı insanlar bir arada yaşıyorlar. O zaman kim nasıl egemen olacak, bu toplumu kim nasıl yönetecek, o toplum kimin önünde eğilecek kime karşı çıkacak.

Demek ki o zaman toplumu yöneten veya yönetmeye talip olanlar, yönetmeyi kolaylaştırmak, kendilerine biat edenleri artırmak için, inanç sistemini olabildiğince en aza hatta bire indirmeye çalışacaklardır.

Ortaçağ karanlığındaki Hrıstiyan dünyasını, Engizisyon mahkemelerini bir düşünün. Neydi bu mahkemelerin temel amacı. Herkesi iyi birer Hrıstiyan yapmak. Herkesi kilisenin emrine sokmak. Herkesin Vatikan'a biat etmesini sağlamak.

Aynı şekilde Müslüman yönetimler de fethettikleri yerlerde insanları kendi dinlerine geçirmek için az mı çaba harcadılar.

Ama toplumlar geliştikçe, haberleşme, ulaşım ve kentleşme arttıkça toplumları yönetmek, biat içinde yaşatmak da zorlaştı. Özellikle büyük göçler nedeniyle farklı dil, din, renk ve kültürde olanlar daha büyük kalabalıklar halinde aynı yerde yaşamaya başladıkça inanca dayalı yönetme sistemleri de etkisini kaybetmeye başladı.

İşte laiklik dediğimiz kavramın bilimsel olarak hayatımıza girmesi de böyle başladı.

Bakıyorum da laf biraz uzadı ama, madem yeri geldi özellikle genç izleyiciler için bazı kavramları kısaca anlatmak isterim. Sanıyorum düşünce sistematiklerinde yararlı olur.

Aslına bakarsanız hukuk ve laiklik kavramlarının tarihi insanlık tarihi kadar gerilere gider. Laikliğin yakın geçmişte çok konuşulur olması, daha önce bu kavramın hiç kullanılmadığı anlamına gelmez. Laiklik sadece son birkaç yüzyılda daha belirleyici bir kavram olarak konuşulmuştur o kadar, ama tarihi çok eskilere gider.

İki insan arasında bile bir hukuk vardır. Birbirlerine nasıl davranacakları, bir anlaşmazlığı nasıl çözecekleri, kimin hakkının ne kadar olduğu gibi konular aslında hukukun konuları.

Bunu daha genişletelim, anne baba ve çocuklardan oluşan bir aile, daha sonra aynı aileden gelen ve genişlemiş olan daha büyük aileleler, sonra bunların birleşmesiyle oluşan aşiret ve klanlar.

Burada mutlaka bir hukuk var. Peki bu hukuk neye göre şekilleniyor. Oradakilerin yaşam biçimlerine göre, ki o yaşamlar da bölgeye, coğrafi koşullara, iklimlere ve dış tehditlere paralel olarak belirleniyor.

Ama her şeyden önemlisi ve öncelikli olanı bu toplumlarda yaşam biçiminin ana teması ise genellikle inanç sistemi olur. Bunu ille bugün bildiğimiz anlamıyla bir din olarak düşünmeyin. Binlerce yıl öncesinin insanlarını düşünün. Güneşe de tapıyor olabilir, rüzgara da, yaptığı bir toteme veya puta da.

Aynı bölgede, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan ve aynı tanrıya inanan ve yaşam düsturlarını da inançlarına göre düzenleyen insanlar arasında çok fazla bir sorun çıkmaz. Çıkan sorunların birçoğu da zaten "ahlak" adını verdiğimiz, temel hukuk dışında ama yine bir hukuk olarak kabul edeceğimiz kavramla halledilir.

Ama bu durumda olan bir toplumun, çok farklı inançları, yaşam biçimleri ve oluşturdukları hukuk ve ahlak kuralları olan bir başka toplumla birlikte yaşamaya başladıklarını düşünün. Ne olacak o zaman. Birlikte yaşamaları sırasında yaşadıkları sorunları, anlaşmazlıkları nasıl çözecekler. Hangisinin inancına, anlayışına, hukuk sistemine veya ahlakına göre davranacaklar?

İşte herkes için hukuk ve laiklik kavramı burada ortaya çıkıyor. Farklı insanların bir araya gelmesiyle birlikte, herkesin kendi anlayışına göre bir yaşam biçimi oluşturması, inancının gereği olarak bunu hukukla ve yasalarla yürütmesi mümkün olur mu? Olmaz. Olmamış da zaten.

İşte herkesin hukuku kavramı da böyle ortaya çıkıyor. Ve adı tam konmasa bile laiklik anlayışı böyle yeşeriyor.

Benim inancıma ve hayata bakış açıma göre hırsızlık yapana ceza kırbaç vurmak gerek örneğin. Ama birlikte yaşadığımız toplumdaki farklı bazı başka insanlarına göre hırsızlık yapanın kolu kesilmeli. Peki toplumun tümünün belli bir düzen içinde yaşaması için hangisini uygulayacağız? Kolay yolu "herkes hangi inanış ya da anlayışa göre yaşıyorsa ona göre uygulama yapılsın." Denenmiş bu zamanında. Ama çözüm olmamış ki. Çünkü bir bakmışlar günün birinde aynı topluma başka inanç ve anlayıştaki insanlar katılmış. Sonra bunlar arasında evlilikler, ortaklıklar, dostluklar nedeniyle başka tür bir kaynaşma olmuş. Aynı ailede olan ve aynı suçu işleyen iki kişiden biri kırbaçlanırken diğerinin kolu kesilmiş. Bu da bir adaletsizlik değil mi?

O zaman ne yapılmış? Denmiş ki "tamam hepimizin inancı, anlayışı kültürü farklı. Ama bir arada yaşıyoruz. O halde ortak kararlar alalım. Ortak bir hukuk oluşturalım. Suçlar ve cezalar, iyilikler ve mükafatlar hepimizin kabul edeceği ortak değerler üzerine oturtulsun. Bunlar inanca, yaşam biçimine, kültüre göre değil, akla mantığa uygun olarak belirlensin ve uygulansın."

İşte aslında iç içe olan hukuk ve laiklik kavramının özü budur. Kendi özel alanın içinde nasıl yaşarsan yaşa, neye inanırsan inan, ibadetin nasıl olursa olsun, ama iş birlikte yaşamaya gelince kurallarımız aynı olacak. Kimseye senin inancın budur cezan buna göre olacak, ya da senin inancın budur mükâfatın böyle olacak denmeyecek.

Bakın hukuku ve laikliği bu açıdan irdelerseniz, demokrasi konusunu sindirmek, anlamak ve son zamanların moda deyimiyle içselleştirmek çok daha kolay olacaktır.

Nereden geldik buraya? Hah tamam, türban konusunun istismar edilmemesi, kötüye kullanılmamasından geldik.

Sonuçta şunu görmek gerek. İnsanların binlerce yıldır yaptığı bir tartışma ve sonunda buldukları en makul yol dururken bir anda "biz yaptık oldu, herkesi özgürleştirdik" nutukları atmak ilk anda sempati ile karşılanabilir. Ama şunu bilmeliyiz ki, inançlar üzerinden siyaset yapmak hep yeni sorunlar açacak, tartışmaları daha şiddetlendirecek ve yeni yeni tabuların oluşmasına neden olacaktır. Türbana özgürlük getirdik diye zafer çığlıkları atarken, yarın öbürgün hiç beklenilmeyen, hatta bugünkü din istismarcısı siyasetçileri bile çok sıkıntıya sokacak gelişmelerle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır.

Bugün ele almak istediğim başka konular da vardı. Ama galiba vakit yetmeyecek. Süremin sonuna geldim galiba. Lafa bir girdik, çıkması zor oldu. Ama bu konular biraz da böyledir. Bir iki cümle ile anlattığınızda ya yanlış anlaşılabilir ya birileri orasından burasından çekip işi anlamsız hale getirir. Bu nedenle biraz ayrıntıya girip daha net anlatmaya çalıştım.

Bu akşamı kapamadan önce size kendimle ilgi bir şey söylemek istiyorum. Belki bilenleriniz vardır, yazı yazmak, televizyonda yorum yapmak, tartışma programlarına katılmak, panel ve konferanslarda konuşmak dışında, benim bir de Tek kişilik oyunum var. "Canın sağolsun Türkiyem" adını verdiğim bu tek kişilik gösteriyi izleyenler çok beğendi. Geçmişten günümüze özellikle siyasi olayları biraz mizahi üslupla anlatmaya ve bazı gerçekleri dile getirmeye çalışıyorum bu oyunumda.

İşte yaz arasından sonra ilk kez yarından sonra Cuma akşamı Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde sahneye çıkıyorum. Gelmek isteyenler varsa beklerim. Türkan Saylan Kültür Merkezi'ne gelmenin en kestirme yolu Kadıköy Kartal metrosu. Gülsuyu istasyonunda indiğinizde yürüyen merdivenlerden çıkıp tam kültür merkezinin önüne geliyorsunuz. Bu gösteri saat 20.00'de. Hemen arkasından Pazar akşamı, o gün saatler bir saat geri alınıyor biliyorsunuz, şimdiden not edin, unutmayın, bu kez Kartal'da Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi'nde saat 19.30'da sahnede olacağım.

Ben oynarken çok keyif alıyorum, ama izleyenler çok beğendiklerini ve zamanın nasıl akıp geçtiğini anlamadıklarını söylüyorlar.

Yarın akşam saat 18.30'da yine sizlerle birlikte olacağım. Az sonra Ümit Zileli ana haberlerle birlikte sizinle olacak. Hepinize iyi akşamlar dilerim hoşçakalın.

Tüm yazılarını göster