Bu halk o bakanı asla unutmayacaktır

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler. “Nereye Payidar” diye bir oyun vardı bilir misiniz. İçinde bulunduğu durumu değerlendiremeyen ve bir oraya bir buraya savrulan bir işçi kızın öyküsü anlatılır. Oyunun üzerinden çok geçti ama “nereye Payidar” sözü baki kaldı.

Bugün hükümete daha doğrusu Başbakan’a sormak gerekiyor “Nereye Payidar?” diye. Evet nereye?

17 Aralık’tan bu yana yolsuzluğu ağzına almayan, ortaya saçılan rezilliklerin üstünü örtmek için çabalayan, tomar tomar paraları görmeyip de devlet içinde devletten, çetelerden, komplolardan hatta darbe girişiminden söz edecek kadar uçmaya başlayan Başbakan, gerçekten nereye?

İşte bugün yaşanan bir gariplik daha. Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın da aralarında olduğu 30 kişi hakkında olduğu iddia edilen ikinci dalga yolsuzluk operasyonu dosyası olayı soruşturan savcı Muammer Akkaş’ın elinden alındı.

O savcı öğleden sonra yazılı açıklama yaparak bilgnin önceden sızdırıldığını, delillerin karartıldığını anlattı. Bir anlamda artık yolsuzlukla ilgili hiçbir belgeye ulaşmanın mümkün olmadığını söylemiş oldu.

Bu İstanbul Başsavcısını çok kızdırdı. Ya da Başbakan çok kızdı ve başsavcıya çık konuş dedi. O da çıktı konuştu. O savcıdan yakındı. Kimsenin haberi olmadan soruşturma yapıyor, böyle şey olur mu” dedi.

Açıkçası içim burkularak izledim. Bugüne kadar iktidar lehine bu tür ne kadar kötü uygulama varsa yapıldı, bu savcı hep görev başındaydı, aklına hiç gelmedi bunları söylemek. Ne zamanki iş bağlı olduğu hükümete de dokunur hale geldi, bir telaş bir telaş. Ama u arada yargı ölmüş, kime ne?

Peki dosya bir savcının elinden alınınca o yolsuzluk dosyası yok mu oluyor, yani o yolsuzluk yapılmamış mı sayılıyor?

Öyle olmuyor tabii de, iktidar devlet gücünü kullanarak battığı çamurdan kurtulmaya çalışıyor o kadar. Tabii bu arada insan sormadan edemiyor, düne kadar hergün ortalıkta gezen, kafası bozulunca sağa sola hakaret dolu twitler atan oğul Erdoğan nerede? Türkiye’de mi yoksa son günlerin stresinden bunalıp ferahlamak için şöyle azıcık yurtdışına mı çıktı, bunu da tam bilmiyoruz.

Değerli izleyiciler, Başbakan’ın oğlunun adı neden yolsuzluklara karıştı? Neden Başbakan “oğlumun üzerinden bana gelmek istiyorlar, asıl hedef benim” diyor?

Aslında söylediği elbette doğru. Asıl hedef Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Bunu görmemek, yok saymak mümkün değildir. Ama asıl sorulması gereken “Neden hedef Erdoğan’dır?”

Çünkü, artık kendi bakanlarının ağzından ortaya çıkan bir gerçek şu ki, iktidar içindeki yolsuzlukların merkezinde bizzat Başbakan Erdoğan oturmaktadır. Bunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz, hukuken de bir sakıncası kalmamıştır. Çünkü istifa eden bir bakanı “neden biz suçlanıyoruz, oysa biz emirleri Başbakan’dan aldık, benim için yapılan suçlamaların kaynağı olan imar düzenlemelerinin çoğunda Başbakan’ın imzası var, eğer istifa gerekliyse O’nun da istifa etmesi gerekir” demedi mi?

Bundan daha iyi bir kanıt olabilir mi? Zamanında iki telefon görüşmesi yaptılar diye insanları ilişkilendirip tutuklamadılar mı, sonra güya yargılıyor gibi yapıp ömür boyu hapis cezalarına çarptırmadılar mı?

İki telefon görüşmesi bile kuvvetli delil oluyorsa bir bakanın “Asıl suçlu başbakandır, emri bize o verdi, O’nun istifa etmesi gerekir” demesi kuvvetliden de öte kesin bir kanıttır.

Eh durum böyle olunca hedef de elbette Başbakan Erdoğan olacaktır. Ama O’nun dediği gibi “Türkiye’ye çok büyük hizmetler verdiği, bunun kıskanıldığı, yabancı ülkelerin Türkiye’nin bu gelişmesinden rahatsız olduğu ve Başbakanı yıkmak istediği için” değil, ülke bir yolsuzluk bataklığı haline getirildiği için hedeftedir.

İşte Başbakan da bu gerçeği bildiği için şimdi kendine yönelen bütün yolları tıkamaktan, bu uğurda devleti de hukuku da, yasaları da, demokrasiyi de ayaklar altına almaktan ve halkı yanıltmaktan çekinmemektedir.

Dediğim gibi “Nerede Payidar, çıkmaz bu yol çıkmaz bu yol çıkmaz bu yol bir yere.”

Sevgili izleyiciler, panik halindeki Başbakan, durumu kurtarmak ve şu anda şaşkınlık yaşayan ve henüz AKP’den desteğini tam çekmemiş olan kitleleri etkilemek için yaptığı hükümet değişikliğini sanki büyük bir olay gibi sunmaya çalışıyor.

“10 bakan değiştirdik” diyor, sanki yenisi çok harika olmuş gibi. Bir kere 4 bakan yolsuzluk iddiaları nedeniyle gitti. Üçü istifa etti, diğeri azledilmeyi kendi için daha uygun buldu. Üç bakan da büyükşehir belediye başkanlıkları için aday olarak atandılar. Etti 7. Biri “Efendim hiç merak etmeyin olimpiyatları aldık” diyerek kendisini yanılttığı için gitti. Sanayi Bakanı olan zat ise herhalde Erdoğan ailesine bağlılıkta yeterli görünmediği için kabineden çıkarıldı. Yani sürpriz olarak değişen tek bakan odur. Zaten o da giderken her tarafa çekilecek cinsten bir konuşma yaptı. Bazı kişilerin lüks ve güç hastalığına yakalandığını söyleyerek “Çok şükür bizde böyle bir şey yok” deme ihtiyacını duydu, artık nedense.

Sonuçta, Başbakan ve yandaşları tarafından “hamle kabinesi” veya “hükümete taze kan” diye lanse edilse de Erdoğan daha fazla kurşun askerin olduğu bir bakanlar kurulu oluşturmuş oldu.

Örneğin bu hükümetin bir işçileri bakanı yok. İsmen var ama belli ki artık İçişleri Bakanlığı direk Başbakan’a bağlı. Çünkü oraya getirdiği zat, zaten Başbakan’ın müsteşarı. Yani temel görevi Başbakan’ın söylediklerini onun adına yerine getirmek.

İçişleri Bakanlığı elbette çok önemli. En azından savcılardan bazı soruşturmalar için emir alan polisler bundan sonra Başbakan’ın haberi olmadan hiç kimseyi gözaltına alamayacak. Bırakın gözaltına almayı, bundan sonra hangi savcı bir soruşturmaya başlayacak olsa Başbakan’ın bundan haberi olacak, eğer işin kendisine zarar vereceğini görürse, daha başından işi engelleyebilecek.

Aslında bugüne kadar da bu gücü ve yetkisi vardı ama, bundan önceki İçişleri Bakanı kendi işlerine daha çok bakarken polisin hazırlıklarını fark edememiş.

Laf içişleri bakanından açılmışken; sevgili izleyiciler, bakan bey bugün görevini devretti. Aman nasıl öfkelenmiş içi nasıl dolmuş. Sırtından hançerlendiğini söylemiş. Bunu yapanları affetmeyeceğini dile getirmiş.

Sayın istifa etmiş bakana hatırlatmak isterim ki, bu halk da kendisini unutmayacaktır. Oğlunun evinden çıkan milyon dolarlardan utanmayan ama Gezi olaylarında emrindeki polisi halkın üzerine vahşice saldırtıp 7 kişinin ölümüne neden olan o bakan elbette hiç unutulmayacak.

Bakın sevgili izleyiciler, bu bakan görevinin son gününde bir soru önergesini cevaplandırmış. Soru önergesinde polisin Gezi olayları sırasında sıktığı suya zehirli ilaç katılıp katılmadığı yönünde.

Bakan beyimiz “Evet” demiş. Yani o tazyikli suyun içine zehirli ilaç da katılmış. Bakan bey diyor ki “Genellikle şehir şebeke suyu sıkıldı, ama ihtiyaç olduğunda içine ilaç da katıldı.”

Şimdi sormak istiyorum. Tazyikli suyun içine deride tahrişe neden olan zehir hangi ihtiyaçtan konur.

Kalabalık karşınızda, dağılmıyor, su sıkıyorsunuz. Su sıkıldığında kalabalık geriliyor ve dağılıyor. Peki suyun içine zehir kattığınızda kalabalık daha mı çabuk dağılıyor. Hayır, ama suyla temas edenlerin canı fena halde yanıyor, cilt kızarıp kabarıyor ve ağrısı günlerce sürüyor.

Peki su sıkılarak zaten dağıtılan kalabalıklara “ihtiyaç halinde” zehir de sıkmak ne anlama gelir? Bunun tek anlamı vardır sevgili izleyiciler. Vahşet ve vicdansızlık. Belli ki başta bakan beyimiz olmak üzere bu uygulamaya karar verenler garip bir haz duyuyorlar yaptıklarından.

Bu ayrıca suçtur. Çünkü güvenlik güçleri daha büyük olayları önlemek ve kamu düzenini sağlamak için zaman zaman güç kullanabilirler. Bunun protokolleri önceden hazırlanmıştır, ne zaman ne yapılacağı önceden yazılmıştır.

Tazyikli su ve gaz sadece kalabalıkların dağıtılmasını sağlamak için kullanılır. Ama siz sıktığınız suyun içine zehir atarak, göstericilerin bundan eziyet çekmesini de sağlıyorsanız bu aynı zamanda cezalandırmadır. Peki polis önleyici bir güç müdür cezalandırıcı bir güç müdür?

Bu tür bakanlara göre, polis ceza da uyguluyor demektir. Bir hukuk devletinde polis yargının işini de üstleniyorsa suç işleniyor demektir.

Bu bakan bey istifa etmiş olabilir. Ama istifa etmek işlenen vahşi suçların da karşılığı olamaz. Muhalefet bu işin peşini bırakmamalı ve bu bakanı mutlaka mahküm da ettirmelidir. Bu bakan itiraf ettiğine göre, zehirli suya maruz kalan ve bunun acısını günlerce yaşayan herkes bu bakana dava açmalıdır. Barolar derhal harekete geçmeli ve mağdurları bulmalıdır.

11 yıldır ülkeyi keyfi biçimde yöneten, güç bende o halde istediğimi yapabilirim diyen bu zihniyete modern bir ülkede bunun olamayacağı mutlaka anlatılmalıdır.

Nasıl bu bakan “ihtiyaç halinde zehir de sıktık” diyebiliyorsa, o halde vatandaş da ihtiyaç duyarak bu adamı dava etmeli ve hak ettiği cezayı vermelidir.

Bu söylediklerim tabii sadece zehirli suyla ilgili. Bir de o vahşi saldırılarda can verenler var. 7 kişiyi hayattan kopardılar. Neden? Çünkü iktidarın başı Taksim’i kendi namusu gibi gördü ve halkı oraya sokmamak için vahşet uyguladı.

Taksim’de, Ankara’da, Eskişehir’de, Antakya’da, sırf iktidarın kompleksi yüzünden 7 kişi can verdi. Cinayete kurban gitti. Bir demokratik hukuk devletinde cinayetin hesabının sorulacağını hepimiz biliyoruz. O halde bu cinayetleri işleyenlerden hesap sormak da en doğal hakkımızdır. Yok öyle istifa numarasıyla kendini kurtarmak. Elbette “emri ben verdim” diyeni de unutmamak kaydıyla.

Sevgili izleyiciler, yolsuzluğa bulaştıkları iddiaları üzerine görevlerinden 9 gün sonra istifa etmek zorunda kalan bakanların görev devir teslimlerinde de ilginç olaylar yaşandı. Örneğin Çevre Bakanı Bayraktar’a AKP’liler çok kızgın. Bilineni ifşa ettiği için ateş püskürüyorlar. Yandaş yalaka medya, bir gece önce göklere çıkardığı Bayraktar’ı şimdi yerlere vururken, devir teslim töreninde bir bakanlık mensubu da “Haiiin” diye bağırarak Bayraktar’a saldırmaya kalktı. “Sen Başbakan’ı nasıl zora sokarsın?” diye bağırıyordu o memur.

Yandaş yalakalar ise ağızlarına geleni söylüyorlar Bayraktar için. Bu sabah, zamanında Başbakan’ın çok yakınında çalışan bir gazetecimsi şahıs ekranlarda Bayraktar’ı kötülüyor. Diyor ki “Bakan Bayraktar eline yazılıp verilen bir istifa metnini okudu çıktığı tv kanalında.” Karşısındaki “Niye öyle söylüyorsun, niye başkası yazmış olsun ki?” diye soruyor haliyle. Cevap çok güzel. “O yazamaz ki, zaten metni okuduktan sonra sorulan sorulara bile düzgün cümlelerle cevap veremedi.” Bu gazetecimsi şahıs karşısındakinin bundan bir anlam çıkaramadığını görünce konuyu daha da açtı; “Şimdi söyletme bana, ben iyi tanırım, iki kelimeyi bir araya getiremez ki o metni yazsın.”

İşe bakın, Başbakan’ın eski yakın adamı bir bakanın iki kelimeyi bir araya getiremeyeceğini söylüyor. İyi de bakan yapıldı o adam. Üstelik müteahhitlerin “çok becerikli” dediği bir bakandı o. Ama o gazetecimsi şahsın söylediğin ben inanıyorum. İstanbul ancak iki kelimeyi bir araya getiremeyecek nitelikte bir adam tarafından ancak bu kadar mahvedilir.

Yolsuzluk iddiası altındaki dördüncü bakan ise biliyorsunuz istifa etmedi, azledilmeyi tercih etti. Kendini esprili kabul eden bu bakan veda konuşmasında bir de fıkra anlattı. Her zamanki gibi kimse gülmedi. Çünkü belki fıkra komikti komik olmasına da kimse konuya bir bağlantı kuramadı. Tabii fıkra konuyla bağlantılı olmayınca güldürmüyor da. Ama ne derseniz deyin, hükümet ve ülkemiz çok güzide ve espri bir bakanını kaybetti. “Ben kamyon kullanıyordum Leonardo da Vinci” esprisiyle tarihe geçen bir bakan unutulur mu?

Sanıyorum bu azledilme sayesinde artık daha rahat bir hayat sürecektir o bakan. Sosyeteyi çok sever. Dostları büyük medya patronları, genel yayın müdürleri ve AKP’nin dibinden ayrılmayan yetmezci yazarlarla TÜSİAD üyeleridir. Şimdi onlarla daha fazla mesai yapar, şarabını daha rahat içer, turistik gezilere katılır, zengin sofralarında başköşeye oturtulur. Ta ki AKP iktidardan gidene kadar. Ondan sonra ne yapar bilemem. Ama sadece şunu söyleyeyim, kendisine yumurta atıldı diye öfkeye kapılıp gencecik öğrencilere dava açarken, polisin vahşi saldırılarında öldürülen, sakat bırakılan, gözleri kör edilenlere yönelik geçmiş olsun demeyi bile içine sindiremeyen bir adamın hayatının bundan sonrasında bir vicdan muhasebesi yapıp yapmayacağını da merak ediyorum. Tabii vicdan denen şey varsa.

Sevgili izleyiciler, bir konu daha vardı notlarımda ama galiba vaktim dolmak üzere. Onu da artık yarınki sohbetimizde ele alırız.

Biliyorsunuz yarın akşam günün yorumundan sonra Halil Nebiler’le birlikte yaptığımız Çift Vuruş var. Onu da sakın kaçırmayın diyorum, çünkü son gelişmelerle ilgili çok ilginç bilgiler vereceğim, Halil de bazı hazırlıkları ve sürprizleri var.

Yarın yine aynı saatte görüşmek dileği ile hepinize iyilikler dilerim. Hoşça kalın..

Tüm yazılarını göster