Bu iş artık dikiş tutmaz Erdoğan hükümeti gidicidir

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; öyle bir gün yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz ki nereden başlayacağımı gerçekten bilemiyorum. Sabah 08.30’du, televizyonda ne var ne yok diye bakıyorum, birden bir yazı belirdi. Sanayi bakanı Zafer Çağlayan istifa etti. Yahu dur daha kargalar uyanmadı, öyle mi denirdi, neyse siz doğrusunu bilirsiniz nasıl olsa, hem siz gece Pakistan’dan dönmediniz mi, ne zaman oldu bu istifa.

Sonra anladık. Meğer bakan Çağlayan istifasını yazılı metin olarak medyaya dağıtmış sabahın ilk saatlerinde. Demek ki gece uçakta konuşulmuş. Bakanın istifasının artık olması gerektiğine karar verilmiş. Eh bir Pakistan gezisi yapmak lazımdı. İstifa torbaya girmedi ya.

Arkasından bir istifa daha. İçişleri Bakanı Muammer Güler’in de istifa ettiği açıklandı.

Sonrasına gelmeden bir parantez açayım. Yolsuzluk olayı ne zaman patladı. 17 Aralık’ta. Bugün ise 25 aralık. Yani tam 9 gün geçti. Madem istifa edeceklerdi neden 9 gün beklediler. Önemli soru bu. Ama daha önemlisi, bu 9 gün içinde ne oldu?

Neler olmadı ki? İçişleri Bakanı oğlunu izleyen, suç unsurlarını ve delilleri ele geçiren ve sonunda onu tutuklayıp yargı önüne çıkaran tüm polisleri görevden aldı. Dışarıdan kendisine yardım eden Adalet Bakanı da savcıların yetkilerini sınırladı, soruşturmayı sürdüren savcıların başına bekçi gibi iki tana başka savcı dikti bununla da yetinmedi bu iki savcının imzası olmadan hiçbir operasyon yapılmamasını sağladı.

Bunlar halkın gözü önünde yapılan işlemlerdi. Bir de bilmediklerimiz var. Örneğin bir kişi yolsuzlukla suçlanıyorsa ve bu sırada o yolsuzluğu soruşturanların başındaki en yetkili kişiyse 9 gün içinde tüm deliller karartabilme güç ve yeteneğine de sahiptir.

Başkalarına 9 dakika bile verilmeyen yetki özgürlüğü içişleri bakanına tam 9 gün olarak sağlanmıştır. Bu durumda yolsuzlukla ilgili tüm deliller ortadan kaldırıldı, hatta ifadeler bile değiştirildi denilmesine kim itiraz edebilir ki?

Asıl bomba öğle saatlerinde patladı. Yolsuzluk olayında adı geçen üçüncü bakan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar da istifa etti. Ama ne istifa, görülmedik bir biçimde açıkladı istifasını çevre bakanı. NTV adındaki bir haber kanalına telefonla bağlandı. İstifa ettiğini söyledi. Ama öyle bir söyledi ki, siyasetin göbeğinde büyük bir sarsıntı yaşandı.

Çünkü Bayraktar bir; istifa etmesi için başbakandan talimat geldiğini açıkladı. Çevre bakanı “Başbakan beni de kurtaracak bir deklarasyon yap” dediğini anlattıktan sonra bunun kendisine çok ağır geldiğini belirtti.

Ama bununla da kalmadı Bayraktar, “Ben istifa ediyorum ama, benimle ilgili söylenen imar düzenlemelerinin çoğunda Başbakan’ın da imzası var, bu durumda onun da istifa etmesi gerekir” deyiverdi.

Şimdi küçük bir parantez daha açayım. Bayraktar bunları söylerken NTV adındaki haber kanalının durumu yürekler acısıydı. Adam istifa ettiğini söylüyor, sunucu da en küçük bir tepki yok. KJ dediğimiz, ekranda haberin ne olduğunu anlatan başlıkta da istifa haberi yok.

Bu yetmiyor, bakan “Başbakan da istifa etmeli” diyor. Sunucu yine tepkisiz. Hatta “şu telefon bir an önce bitse de kurtulsak bu dertten” havasında. Bu nedenle normal olarak her gazetecinin yapacağı şeyi yani “Sayın Bayraktar Başbakanın da istifasını isterken, onun da suça ortak olduğunu mu söylüyorsunuz yoksa?” gibi bir soruya bile gerek görmüyor.

Bakan ekrandan ayrılıyor, NTV adındaki haber kanalının sunucusu sanki bir uzmandan hava durumu tahmini almış gibi, o çok önemli haberi tekrarlamaya bile gerek görmeden sıradaki diğer habere geçiyor.

Aynı haber kanalının internet sitesinde ise istifa haberi mecburen veriliyor tabii ama “Başbakan da istifa etsin” bölümü sansürleniyor.

Görüyorsunuz değil mi AKP iktidarının medyayı düşürdüğü halleri. Medya dışı işlerinin bozulmaması için başbakanın önünde bu kadar eğilip bükülerek medyayı da tanınmaz hale getirdiler.

Bayraktar’ın istifa haberinden sonra Başbakan AKP İl Başkanları toplantısında bir konuşma yaptı. Başbakan yolsuzluk dışında ne varsa konuştu. Gezi dedi, faiz lobisi dedi, dış güçlerden söz etti, CHP’ye yüklendi, Sarıgül’ü suçladı, hepsini söyledi de yolsuzluktan söz etmedi. Aslında etti etmesine “Halk Bankası Genel Müdürü’nün evinden çıkan paranın ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.

Hepimiz merakla o paranın ne olduğunu öğreneceğimizi sandık. Ama cevap vermedi. Sadece bize sordu. Eee ne bilelim biz o paranın ne olduğunu. Polisin ele geçirdiği belgeler yolsuzluk parası diyor, değilse onu da açıklayın. Ama hayır, açıklamıyor. Bu sırada salondaki tüm AKP’liler ayağa kalkmış Başbakanı alkışlıyor. Yahu sanki komedi korku filmindeymişiz gibi.

Başbakan’ın konuşmasını Ana Haberlerde ayrıntılarıyla izlediniz. Ben asıl Bayraktar’ın konuşmasına gelmek istiyorum.

Sevgili izleyiciler Bayraktar kendi konusuyla ilgili olarak “İmar değişiklikleri konusundaki kararların büyük bölümünde Başbakan’ın imzası var” dedi.

Bu size garip gelmiyor mu? İmar yetkisi kimdedir? Belediyelerde. Ama hükümet sadece elindeki belediyelerle yetinmeyip Türkiye’nin her tarafındaki imar hareketlerini yönetmek için TOKİ diye bir şey icat etti. Siz biliyor musunuz ki, TOKİ’nin imar yetkisi belediyelerin üzerinde artık. Yani TOKİ bir yerde inşaat yapmak istiyorsa buranın imar düzenini kendi kuruyor. Belediyeler buna karışamıyor. Belediyeler TOKİ’nin imar verdiği yere yol su elektrik ve diğer altyapıları götürmekle yükümlü. Hükümet bu yetkiyi elinde tutabilmek için koca bir bakanlık kurdu.

Yetki bu bakanlıkta yani. Ama demek ki başbakan bakanı boş bırakmıyormuş. İmar yetkisini de kendisi kullanıyormuş. Nereye nasıl imar verileceğine bizzat karar veriyormuş.

Erdoğan Bayraktar’ın ifadesinin tercümesi şudur; “Eğer TOKİ nedeniyle bir yolsuzluk yapıldıysa, bunda Başbakan’ın da parmağı vardır, çünkü asıl imzaları o atıyordu.”

İşte sevgili izleyiciler, Başbakan’ın ilk günden beri yolsuzluğu bir türlü dile getirmeyip hep dış güçlerden, AKP hükümetini yıkmak isteyen güçlerden, paralel devletten, devlet içindeki devletten, devlette kümelenmiş çetelerden söz etmesinin nedeni bu.

Size ilk gün de söylemiştim, örneğin Halk Bankası operasyonu bir devlet operasyonudur. Başbakan’ın bilgisi ve onayı dahilinde yapılmıştır. Şimdi ortaya bir yolsuzluk çıkınca eğer bakanları hemen görevden alsa içlerinden birinin çıkıp “İyi de sayın başbakan bunları sizin talimatınızla yapmıştık ama” demesinden çekiniyordu.

Aslında birçok şeyin arkasında hep Başbakan’ın bulunduğu bilinmeyen bir gerçek değil. Zaten bazılarını kendisi de söylüyor. “Emri ben verdim” diyor. “Emri ben verdim” dediğini biliyorsunuz. Yüzbinlerce kişi Gezi Parkı’nı korumak için Taksim’e toplanmıştı. Başbakan bunların dağıtılması için talimat vermişti. Bu talimatı alan polis de halka acımasızca saldırmış ve bu süreçte İstanbul’da ve aynı nedenle halkın sokağa döküldüğü başka illerde 7 kişi hayatını kaybetmişti.

Yani Başbakan’ın “Emri ben verdim” dediği olayda can kaybı da yaşanmıştı. Peki Başbakan’ın böyle bir yetkisi var mı? Kolluk kuvvetlerine direk emir verip operasyon yaptırabilir mi? Eğer yaptırabiliyorsa illere atanan valilere, emniyet müdürlerine, polis müdür ve şeflerine, kaymakamlara falan ne gerek var?

Eğer ortada bir suç varsa ve müdahale gerekiyorsa neden buna karar verme durumunda olanlar kıllarını kıpırdatmıyorlar da Başbakan’dan talimat bekliyorlar. Bu durumda eğer müdahale emrini yetkisi olmadığı halde Başbakan veriyorsa yaşanan ölümlerden sorumlu olan da kendisidir. Diğer yetkililer içinse görevi kötüye kullanmak, yasadışı emri uygulamak ve ölüme sebebiyet vermekten dava açılması gerekmez mi?

Aynı şekilde Uudere’de 38 kişinin ölümüyle sonuçlanan hava bombardımanının emrinin de başbakan veya görevlendirdiği bir bakan tarafından verildiği biliniyor. Biliniyor diyorum çünkü başka türlüsü olamaz. Silahlı kuvvetler sınır ötesi bir operasyon yapacaksa, bunun için mutlaka hükümetten emir almak zorunda. Uludere olayı bir sınır ötesi harekâttır ve sonucunda 38 Türk vatandaşı ölmüştür. Başbakanın emri teknik açıdan mutlaka yasaldır ama, saldırının direk insanlara karşı yapıldığı ve bunun toplu imha kararı olduğu da kesindir. Canı istediği gibi emirler veren başbakan bunda sorumlu değil midir, hesabı sorulmayacak mıdır?

Bu açıdan Erdoğan Bayraktar’ın “başbakan da imzalamıştı ama” demesinden yola çıkılarak daha önce bizzat başbakan tarafından verilen kararların da mercek altına yatırılması gerekir.

Sevgili izleyiciler, hani bir söz vardır “bu iş karakolda biter” diye. Galiba bu iş karakolda da bitmeyecek. Sokakta boğazlayacaklar birbirlerini. Bakanlar birbirine girdi, milletvekilleri isyanda, kimileri hiçbir şey olmamış gibi hala “hüloooğ” diye bağırarak kefenlere giriyor, dualar, beddualar gırla gidiyor.

Yani işin çivisi hepten çıktı. Bundan sonrası dikiş tutmaz. Şimdi alel acele geniş bir hükümet revizyonu yapılır, yeni operasyonların önünün kesilmesi için polislerin başına polisler dikilir, savcıların elleri kolları bağlanır, medyaya ağır bir sansür getirilir, ki zaten medya buna dünden razı. Birkaç gün kazanılır.

Ama nereye kadar? AKP içinde hiç vicdan sahibi insan yok mu? Bütün bu olanlara, komedi tiyatrosu gibi sergilenenlere hiçbiri mi tepki göstermeyecek. Erdoğan Bayraktar gibi Başbakan’ın dibinden ayrılmayan sözünden çıkmayan bir bakanın bile “Sen de istifa et” diyecek kadar içinin dolmasına rağmen AKP grubu kuzuların sessizliğini mi oynayacak?

Bu mümkün değildir. Eşyanın tabiatına da aykırıdır. Hakan Şükür’le başlayan, şimdi Bayraktar ile yükselen bu dalga AKP’de şiddetli bir depreme neden olacaktır. Nitekim İdris Naim Şahin’in de istifa ettiği haberleri geldi. Temenni olarak söylemiyorum, asla, ama bu olayların AKP’de ciddi bir istifa depremi yaratmaması olanaksızdır. Yakın bir gelecekte AKP’den kitlesel kopmaların bile yaşanması şaşırtıcı olmasın. Hatta Erdoğan sayısal çoğunluğu bile kaybedebilir. Tabii bunun için istifa edeceklerin gideceği bir yer olması gerekir. Aldığım duyumlara göre AKP’den yaşanacak istifalarla merkez sağda yeni bir parti kurulması için hazırlıklar da yapılıyormuş. Yani yeni yılda meclisimizde nurtopu gibi yeni bir parti ile karşılaşabiliriz.

Sevgili izleyiciler, bir noktada daha bilgi vermek istiyorum. Halkbank’ta ortaya çıkarılan yolsuzluk için 83 milyar euro rakamı telaffuz ediyor. Pekçok kişi bu kadar paranın iç edildiğini zannediyor. Öyle değil.

Çok kısa bir özet yapayım. 83 milyar euro, İran’dan ambargoya rağmen, yasadışı olarak aldığımız doğalgaz ve petrolün bedeli. Ama ambargo gereği bu parayı yasal yollardan İran’a gönderemiyoruz. İran da zorluğu bildiği için bize diyor ki “Yüzde 5’ini kesin, gerisini gönderin.” 83 milyarın yüzde 5’i yaklaşık 4 milyar euro eder Gerisini yani yaklaşık 80 milyar euroyu İran alıyor zaten. Adam petrol ve doğalgaz satmış. Yani paylaşılan para İran’ın bize bıraktığı yüzde 5’lik komisyon.

Şimdi sanıyorum bu paranın çok önemli bir bölümü AKP’ye gidiyor veya devlete. Örtülü ödenek gibi. 300-500 milyonu bu işleri kotaran, yani İran’a kaçak altın götüren bunun karşılığını göstermek için hayali ihracat yapıp sanki yurtdışından para getirmiş gibi görünen o İranlı adama gidiyor. Kalanı ise bu işlerin yapılması sürecine öyle ya da böyle müdahil olan bakandı, bürokrattı işadamıydı falan gibiler arasında paylaşılıyor..

İşte Tayyip Erdoğan’ı sıkıştıran bu. Para petrol parası. Ambargo nedeniyle resmen açıklanamıyor ama ödeniyor. Komisyon parası yani kalan 4 milyar euro ise gerçek anlamda kayıt dışı para, uluslar arası hukukta kara paradır. Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamak için aslında Türkiye yararına olan bu operasyon bizzat Başbakan’ın bilgisi ve hatta emriyle yapılıyor. Sorun paylaşılan kara paranın ortaya çıkması.

Bu durumda Başbakan da çaresiz kalıyor elbette. “Evet Türkiye lehine bir iş yaptık ama bundan da yüzde 5 kazandık” demek mümkün değil. Ortaya çıkan rezilliğin üzerine gidip “Vay benim bakanlarım yolsuzluk yapmışlar, milletin parasını ceplerine indirmişler” de diyemiyor. Çünkü dese biri çıkıp “Sen vermedin mi emri?” diyecek.

O halde tek çare saldırarak savunma yapmak. Durum budur sevgili izleyiciler.

Çünkü bakın bu iş sadece bu yolsuzlukla bitmeyecektir. Bugün Devlet Demir Yolları’ndaki bir yolsuzluk nedeniyle de savcılık harekete geçti. Şu ana kadar polis baskı altında tutularak bazı gözaltılar önlenmiş gözüküyor. Ama her an operasyon başlayabilir ve örneğin Ulaştırma Bakanı da topun ağzına konabilir. Aynı soruşturmada Başbakan’ın oğlunun da adı geçiyormuş o da gözaltına alınabilirmiş.

Dediğim gibi neresinden bakarsanız bakın çivisi çıkmış bir iştir, dikiş tutmaz.

Başbakan saldırarak savunma yapar bir süre ama, daha fazla gidemez. Üç beş günde hükümet yıkılır demiyorum tabii, o kadar dayanırlar, ama bu uzun soluklu olmaz. O halde Başbakan tek çare olarak henüz halk ne olup bittiğini tam anlamamışken baskın bir seçime gitmeyi görebilir.

Sık sık “30 Mart’ta sandık var” sözlerine dikkat edin. Hiç yerel seçimler demiyor, sadece sandık diyor. Bu sandığı hem yerel hem de genel seçimler için koyabilir.

Bugünlük sürem bu kadar. Yarın yine aynı saatte sizlerle birlikte olabilmek dileğiyle iyilikler dilerim. Hoşça kalın.

Tüm yazılarını göster