İyi akşamlar sevgili izleyiciler. Bugün toplantı odasına ayakkabılarımızla girip kızlı erkekle oturduk ve haberleri konuştuk. Bir ara kulağıma başbakanın bugün mecliste yaptığı konuşmanın sesi gelince “Arkadaşlar böyle kızlı erkekli üstelik karışık oturuyoruz, bu normal değil, bize uymaz, kızlar masanın şu tarafına erkekler şu tarafına geçerse galiba daha iyi olacak” dedim.
Şaka bir yana, şimdi espri diye söylediğim bu sözler sanki giderek gerçekleşecek gibi bir his var içimde.
Başbakan kendini tek “toplum mühendisi” olarak görüyor. Hayatımızın hemen her anında artık başbakan yanı başımızda. Ne yiyeceğimizden ne içeceğimize, ne giyeceğimizden nasıl oturacağımıza yatak odamızın nasıl olacağından kaç çocuk yapacağımıza kadar her şeyi bizlere dikte ettiriyor.
Dikte ettirmekle kalmıyor devletin gücünü kullanarak bunu denetlemeye ve uymayanlara cezalar vermeye yelteniyor.
Bakın sevgili izleyiciler, Başbakan’ı bu gün de canlı yayında dinledim, gözlemler yapmaya çalıştım. Görüntüsü, jest ve mimikleri sanki alarm veriyor gibi.
Yüksek bir özgüveni varmış gibi davranmaya çalışıyor ama durum aslında tam tersi. Endişeli, ürkek, çekingen, ama bunları örtbas etmek istercesine son derece atak, korkusuz gibi davranmaya çalışıyor.
Partisini sürekli uyarıyor, “aman” diyor “Oyuna gelmeyin. Bize her şeyi yapar bunlar, yakarlar yıkarlar, dikkatli olun.” Sonra ekliyor “sakın korkuya kapılmayın.”
Nedir bu korku. AKP’lilerin kapılmaması gereken korku nedir?
Bakın bu korkuyu size söyleyeyim. AKP sürekli eriyor. Sürekli patinaj yapıyor. Kaçınılmaz sonu kendileri de görüyorlar.
Ama diyeceksiniz ki, anketlerde hala yüzde 50 ve üzeri çıkıyor.
Sevgili izleyiciler bu çok normal. Evet AKP eriyor, çöküyor, gidişi kaçınılmaz. Ama sorun şu ki muhalefet henüz kendini gösterebilecek güce ulaşmadı. AKP’ye karşı çok ciddi bir muhalefet var. AKP’nin oyları çoktan yüzde 50’nin çok altına indi. Ne var ki gerçek şu; AKP’den kopanlar, kopmayı düşünenler gidecek yer bulamıyor.
İşte şimdi yerel seçimler var. Herkes oyların birleşmesini, dağılmamasını arzuluyor. Bu nedenle özellikle büyük kentlerde, milyonluk kentlerdeki AKP iktidarının yıkılması gerektiğine inanıyor herkes. “Ne pahasına olursa olsun” mantığı şu günlerde en çok duyduğum söz. Yani “kim kazanacaksa oyumuzu ona verelim, hele şu AKP’yi bir indirelim ondan sonrası kolay.”
Şimdi sevgili izleyiciler, muhalefet deyince doğal olarak herkesin aklına CHP geliyor. Yetersiz muhalefetten kastedilen de elbette CHP. Ama hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım. Muhalefetin zayıf olmasının tek nedeni CHP’ mi?
Peki lafa gelince “Türkiye’de oy dağılımı geleneksel olarak yüzde 60 sağdadır, 30-33 sol vardır, gerisi de bölge milliyetçisi siyasetlerle daha soldaki partilerdir” denir. İşte püf noktası burada. Nerede bu ülkedeki sağ? Kimse sağı hiç konuşmuyor bile. Çünkü AKP sağın bütün kesimlerini içine aldı.
Sağ bütünüyle AKP’nin içinde. Ama rahatsız, ama endişeli, ama tedirgin. Buna karşın AKP’yi terk edemiyor, buna cesaret edemiyor.
Hani sık sık AKP eriyor diyorum ya, bugün de söylüyorum zaten, işte eriyen kesim geleneksel sağ oylar. Bu kesimin gideceği yer henüz yok. Sorun budur. Eğer Türkiye’de sağ tekrar organize olabilse, AKP’nin boyunduruğundan kendini kurtarabilse Türkiye’nin de önü açılacak.
Ancak belli ki bu ancak yerel seçimlerden sonra olabilecek. Büyük kentlerde oylar CHP’de toplanacak, eğer AKP büyük kentleri kaybederse parti içindeki çatlama veya kopmalar daha kolaylaşacak.
Yani AKP’nin çatlaması halinde, aslan payı sola değil sağa gidecektir.
Bu durumda ortaya merkezde bir sağ parti çıkar, AKP’nin kalanları tek başına iktidar olacak sayıyı bulamazlar. Böylelikle CHP’nin başkanlığında bir merkez sol merkez sağ hükümeti kurulur. İlk seçimlerde ise merkez sağ daha güçlenir, AKP tıpkı eski MSP veya Refah seviyesine iner. İşte ancak o zaman merkez sol parti CHP de kendi gerçek gücünü temsil edebilir. Bugün ancak 26’larda dolaşan CHP de yüzde 30’u geçen ve iktidar alternatif olan bir parti haline gelir.
Sanıyorum CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bu olasılığı bilerek adımlarını buna göre atmak istiyor. Başbakanlık koltuğuna oturabilmek için İstanbul’u mutlaka alması gerektiğini biliyor. Türbana olan güzellemeleri, herkesi kapsayan lider gibi konuşmaları sanıyorum bu yüzden yapıyor.
Yani diyeceğim şu ki muhalefet deyince sadece CHP’yi düşünmeyin. CHP’yi muhalefet yapamamakla eleştiriyoruz ama, CHP’nin gerçek muhalefet yapabilmesi için karşısında alternatifler olması gerek. Bu alternatifler çıkmadığı sürece CHP AKP’den oy çekebileceğini düşünerek çoğumuza oporütistlik olarak gelebilecek siyasetler izleyecektir.
Sevgili izleyiciler, sırası gelmişken şunu da söyleyeyim. Biliyorsunuz CHP’ye Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ü İstanbul adayı yapması için çok yoğun bir baskı yapılıyor. Bu baskı nereden geliyor. Büyük sermaye sahiplerinden, İstanbul’un hala güçlü olarak ayakta durabilen ama AKP iktidarından da hem çok çeken hem de çok korkan büyük sermaye sahiplerinden geliyor bu baskı. Bir de tabii daha önce Türkiye’ye toplumsal mühendislik yapmaya kalkan ve Türkiye’nin başına AKP’nin gelmesini sağlayan ve bu gücün kendilerinde hala var olduğuna inanan medya sahiplerinden geliyor bu destek.
Halk ise bütün bu karmaşık yapıya düz bir çizgiden bakıyor ve önüne konan anketlerin doğruluğuna yanlışlığına hiç aldırmadan bir görüş oluşturmaya çalışıyor.
Peki CHP’ye baskı yapan büyük sermaye sahipleri Türkiye’nin kurtuluşunu sol bir partide mi görüyor? Hayır onlar da farkındalar ki, AKP çatlamazsa onların da içinde yer alacağı bir merkez sağ oluşum asla gerçekleşmeyecek. O halde CHP öyle bir adayla seçimlere girmeli ki, emanet oyları almalı, ama daha sonra bunlara sahip çıkacak nitelikler taşımamalı. Yani bugün CHP’yi merkez sağda bir oluşuma giden yolda araç olarak kullanan sermaye çevreleri, böyle bir zaferin kazanılması halinde başına bu kez de solu bela etmemek için, solu güçlendirmeyecek bir adayın daha ehven olduğunu düşünüyor.
Yani daha açıkça şunu söyleyeyim, CHP öyle biriyle seçim kazanmalı ki, bu süreçte CHP kendi asıl değerlerinden uzaklaşsın, seçim kazanıldıktan sonra CHP kendi ilkelerini uygulamaya kalkmasın, bugünkü sermaye sisteminin güdümünde, onun sözünü dinleyen, söylenenleri yapan, kısacası sistemin parçası olan bir siyaset izlesin. Durum budur. Buna karşı ne yapılabilir. Eh onu da kendini laik, Atatürkçü, devrimlere, demokrasiye, hukuka bağlı olarak tanımlayanlar oturup bir düşünsünler artık.
Neyse, ben diyordum, nereye geldik, evet aslında konumuz Başbakan’ın üstlendiği toplumsal mühendisliğin vardığı nokta.
Başbakan Kızılcahamam toplantılarında bazı illerde yurt sorunu olduğu için öğrencilerin kızlı erkekli aynı evde yaşadıklarını, bunun önüne geçileceğini söylemişti. Konu özellikle sosyal medyada büyük gürültüler koparınca başbakan yardımcısı Bülent Arınç haberleri yalanlamıştı. Ardından Başbakan’ın baş danışmanlarından Yasin Akdoğan’dan da bir yalanlama geldi. Ancak bugün bir baktık ki başbakan Meclis kürsüsünden yine gürlüyor. Arınç ve Akdoğan’ın yalanlamalarını yalanlayarak işi daha da ileri götürüyor.
Sorun şu; bazı yerlerde öğrenciler kızlı erkekli aynı evlerde kalıyor. Başbakan muhafazakâr bir parti olduklarını bunu kabul edemeyeceklerini söylüyor.
Buraya kadar normal. Elbette üniversite yaşlarındaki çocukları olan herkes kızlı erkekli aynı evde kalmalarına razı gelmeyebilir. Ayrıca bunun için ille muhafazakâr olmaya da gerek yok. Son derece ileri görüşlü olduğunu söyleyen pek çok anne baba da buna razı gelmek istemeyebilir.
Ancak bunu eğer polisiye önlemler almaya kalkarak ortadan kaldırmaya çalışırsanız olmaz. “Efendim bizim ahlaki değerlerimize aykırı.” Tamam kardeşim, ahlak kuralları elbette geçerlidir ama kimsenin de ahlak bekçiliği yapmasına gerek yok. Hele 18 yaşını geçmiş, rüştünü ispat etmiş insanların nasıl yaşayacaklarına karar vermek kimsenin hakkı da olamaz haddi de.
Diyebilirsiniz ki “sen kızının başka erkeklerle, üstelik 18-20 yaşındayken hiç bilmediğin erkeklerin de olduğu evde yaşamasını ister misin?” Ben istemeyebilirim, ama benim istememem bunu yapan başkalarının evine polis göndererek “Ahlak kuralı var uyacaksın” deme hakkı vermez.
Üstelik halkı bir ihbar mekanizmasına sokmaya çalışmak, kendi anlayışına uymuyor diye insanları fişlemek bununla da kalmayıp bir de üstüne polisiye önlemler almaya kalkmak kişi hak ve özgürlüklerine indirilmiş bir darbedir.
Bakın sevgili izleyiciler, ahlak kuralları toplumun yaşam biçimlerine, kültür ve inançlarına göre oluşur.. Ahlak kurallarının temelinde aslında din vardır, ancak toplumlar genişleyip geliştikçe ve farklı kültürler, inançlar bir arada yaşamak zorunda kaldıkça ahlak kuralları da esasını din kurallarından alma niteliğinden uzaklaşmıştır.
Tıpkı hukuk gibi ahlak kuralları da farklı inanç ve kültürlere rağmen ortak noktalarda buluşma olanağı bulmuştur. Toplumlar dinden kaynaklanan ahlak kurallarına uydukları gibi, birlikte yaşamanın oluşturduğu iklimin yarattığı ahlak kurallarına da uyarlar.
Başbakan ise dikkat edin, bütün ahlaki kuralları muhafazakârlık adı altında sadece dini temel alarak uygulamaktan yana. Bugüne kadar yaşam biçimimize müdahale olarak nitelenebilecek ne kadar ahlaki kuralı önümüze koyduysa, bakın hepsinin arkasında inanç faktörü var.
İçki yasağından, kürtaja, kadınların giysi tercihlerinden, eğitim sistemine her konuda dini referans alan göndermelerle toplum mühendisliği yapmaya çalışıyor. Öyle ki dış politikadaki kararlarını bile inanç sistemine göre almaya çalışıyor. Suriye’deki, Mısır’daki siyasetinin altında da hep din faktörünün yattığı bilinmeyen bir gerçek değil.
Tabii bunu yaparken toplumun az eğitimli, kültürü yüksek olmayan, gelir düzeyi de düşük kesimlerini etkileyecek argümanları kullanmaktan, düz mantıkla bakıldığında karşı çıkılamaz gibi görünen faktörleri kullanmaktan geri kalmıyor. Bu da itiraf etmeliyim ki AKP’ye oy da kazandırıyor. Her olaya oy açısından bakarsanız, Başbakan çok haklıdır. Ama ülkenin geleceği, ilerleme, aydınlanma, kişi hak ve özgürlüklerini koruma, hukuka ve demokrasiye sahip çıkma gereği varken, oy kaygısına düşmek de başka bir tuzaktır bunu da bilelim.
Örneğin içki yasağını sanki gençliği kötü alışkanlıklardan korumak gibi göstermeye çalışıyor ama hepimiz biliyoruz ki, içkinin dinen yasak olmasının alınan kararlardaki etkisi çok büyüktür. Kürtaj konusu sanki kadın sağlığı ve doğacak bebeğin bireysel özgürlüğü gibi sunulmak isteniyor ama bunun altında dini anaçların yattığı da bilinmeyen bir gerçek değil. Neden söyleyebiliyorum bunları, çünkü hatırlayın bu konulardaki tartışmaları. Önce konu ortaya atılıyor, sonra bir bakıyorsunuz biri televizyona çıkıyor ve “dinimize göre de bu böyledir” deyiveriyor. Ondan sonra tartışma başlıyor. Eline Kuran’ı Kerim’i ya da bazı din kitaplarını alan ekranlara koşup bunları kanıtlamaya çalışıyor. Kendilerine laik diyen kimileri de bunların karşısına çıkıp aynı yöntemi kullanarak güya savları çürütmeye çalışıyor. Sonuçta her şeyi aslında din üzerinden konuşur hale geliyoruz.
Alın eğitim sistemini, 4+4+4 olarak sunulan yeni eğitim sistemi çocukların gençlerin daha pozitif eğitim almalarını mı amaçlıyor yoksa dindar kindar bir neslin yetişmesini mi sağlayacak.
Başbakan’ın bu toplum mühendisliğinde beni en rahatsız eden şeyse, ahlakı hem bacak arasında arıyor olmaları.
Kızlarla erkeklerin bir arada kalmalarına Başbakan da yanındakiler de elbette “namus” meselesi nedeniyle karşı çıkıyorlar. Kızlarla erkeklerin aynı yerde olmalarına, kızların başının açık, kollarının açık olmasına karşı çıkışlarında da hep aynı mantık hakim.
Oysa ahlak sadece bacak arasından ibaret değildir ki. Ahlak kuralları sadece kadının namusu konusunda geçerli olamaz. Yalan konusu da ahlaki bir kavramdır örneğin. Hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, adaletsiz davranma da hem hukuki karşılıkları olan ama asıl toplum ahlakını oluşturan unsurlardır.
Sevgili izleyiciler, örneğin bugün Başbakan meclis kürsüsünde konuşuyor. Ekmek kuyruklarından, tüp kuyruklarından söz ediyor ve “geçmişte bunların yaşandığını” söylüyor. Başbakan bugün dedi ki “Gençlerin çoğu sadece AKP iktidarını gördü bugüne kadar. Bu nedenle geçmişin de aynı şimdi gibi olduğunu sanıyorlar, oysa eskiden kuyruklar vardı, hiçbir mal bulunamazdı.”
Dedim ya, doğru söylememek de ahlaki bir sorundur. Başbakan’ın örnek verdiği ekmek kuyrukları, tüp kuyrukları ne zaman vardı. Haaa unuttum, bir de sana yağından söz etti başbakan. “Şimdi sana yağı deyince de anlamaz gençler” dedi.
Anlamazlar tabii. Ama gençler değil. Yaşı 40 olanlar da anlamaz. Neden çünkü, Başbakan’ın “eskiden” dediği aslında 35 yıl öncesini anlatıyor da ondan. Yani yaşı bugün ancak 45 ve üstü olanlar 70’li yıllarını yokluk günlerini hatırlayabilir.
Peki neydi 35 yıl öncesinin durumu? Türkiye’de sol yükseliyor. Öğrenciler, işçiler ayakta. Aydınlar, entelektüeller, yazarlar Türk halkına kapitalizmin insanı ezen düzenini anlatıyor. Sermaye ise çok rahatsız. Bunun önüne geçilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu nedenle o günün parasıyla yüzbinlerce lira harcayarak gazete ilanları veriyorlar, sol iktidarı yeren, indirmeye çalışan eylemler yaptırıyorlar. İşte bunların en başında bazı tüketim mallarının piyasadan çekilmesi geliyordu. Halkın en çok ihtiyaç duyduğu Sana yağı, tüp, ampül, sigara, çay, kahve piyasadan çekilmiş depolara kaldırılmıştı. Halk bunları almak için mecburen kuyruklara giriyordu. Benzin kuyruklarından hiç söz etmiyorum. Türkiye’yi döviz darboğazına sokmuşlardı. Petrol gelmiyordu, olmayan petrolü nasıl dağıtacaksın ki.
Hani ağzımıza yapışmıştır ya, 12 Eylül’e kadar hergün onlarca kişi öldürülürken, darbeyle birlikte hepsi şıp diye kesildi diye. İşte sevgili izleyiciler, şimdi bunlar hiç söz etmezler ama, 12 Eylül’le birlikte o kuyruklar da bir günde bitivermişti. Olmayan sana yağları, tüpgazlar, ampüller, çaylar, kahveler, sigaralar bir anda ortaya çıkmıştı.
Çünkü zaten asıl amaç Türkiye’yi 24 Ocak kararları doğrultusunda kapitalist sistemin içinde tam anlamıyla oturtmaktı. Sermaye bunun için solun ezilmesini yok edilmesini istiyordu. Bunu başarmak için de solun beceriksiz, yeteneksiz, insanları yokluğa mahkum eden bir zihniyet olduğunu göstermeleri gerekiyordu. İşte o kuyruklar yokluklar onun sonucuydu.
Bütün bunların temelinde de 24 Ocak kararları yatar. 24 Ocak’ı kaleme alan kişi kim? Turgut Özal. 12 Eylül darbecilerinin işbaşına geldikten sonra hükümete koydukları en önemli kişi ki? Turgut Özal. 12 Eylül’den sonra yapılan ilk seçimlerde güya karşı çıkıyormuş gibi yapılan ama tek başına iktidar koltuğu ikram edilen kişi kim? Turgut Özal. İşte şimdiki Başbakan’ın “demokrasi kahramanı” diye tanıttığı siyasi yasakların kalkmaması, 12 Eylül generallerinin yasakladığı Demirel’lerin, Ecevit’lerin, Erbakanların, Türkeşlerin ömür boyu siyasi yasaklı kalması için bir meydan savaşı veren Turgut Özal?
Evet anarşi bitmişti bitmesine de, peki o kuyruklar nasıl bitmişti? Ne olmuştu da bütün tüpçü dükkanları tıka basa tüp dolmuştu, sana yağı dağları oluşmuş, çay kahve içinde boğulacak hale gelmiştik. Hepsi vardı aslında. Ama iktidarın, Ecevit iktidarının bunları ortaya çıkaracak gücü yoktu, çevresi sarılmıştı, nefes aldırılmıyordu.
Başbakan “Şimdiki gençler bilmezler bunu” diye kuyrukları anlatırken, neden bunları da söylemiyor acaba? Yokluklar AKP iktidara geldikten sonra ortadan kalkmadı ki. Son 30 yıldır Türkiye’de neyin kuyruğu var, neyin yokluğunu hissediyoruz. Bu konuda doğruları söylememek ahlaka uyuyor mu?
Ya da haksız olduğu gibi yasalara da aykırı biçimde, muhtemelen birileri görülerek kazanılmış 10 katı yıktırmak yerine “ben o müteahhide küstüm” demek ahlaka uyuyor mu?
Muhalefet partisine parmak sallayıp “Bunların nesebi gayrı sahih” yani “bunların babası belli değil” (bunun halk arasındaki deyimini biliyorsunuz herhalde benim tekrarlamama gerek yok) demek ahlaka uygun mu?
Bir medya patronuna “Kusura bakmayın benim meşrebim bu kadar geniş değil” demek ahlaka uygun mu? Meşrebi geniş ne demek herhalde biliyorsunuz, onu da burada açık açık anlatmam yakışık almaz.
Yani diyeceğim, daha çok örnek verebilirim ama, ahlak sadece kadınların bacak arasından oluşmuyor. Bak şimdi aklıma geldi, örneğin kızdığı kişileri işten attırmak, yapacakları yatırıma engel olmak, bunları da sanki çok iyi bir iş yapılmış gibi böbürlenerek anlatmak ahlaka uygun mudur?
Ama işte sevgili izleyiciler Türkiye böyle adım adım adım geriye götürülüyor. Muhafazakarlık adı altında Ortaçağ karanlığına doğru çekiliyoruz. Evet binalar yükseliyor, teknolojinin yardımıyla dünyayı daha parlak görüyoruz, Marmaray gibi teknoloji harikası eserlerimiz var, ama bunlar gözünüzü boyamasın, Türkiye’nin toplam kalitesi düşüyor hızla, görgüsüzlük, adamsendecilik, bencillik, her türlü ahlaki kuralı çiğneyerek, hatta insanların üstüne basarak yükselme yeni dönemin değerleri artık.
Bütün değerlerimizin içi boşaltıldı, millet olma vasfımız elimizden alındı, Cumhuriyet değerlerini yok etme yarışı bütün hızıyla sürüyor, laiklik geri dönüşü olmayan biçimde ayaklar altına alındı, ama sorunumuz “kızlı erkekli oturanlar, vapurdan inenlerin şehevi duygular uyandıran kıyafetleri, gece ondan sonra içki satışının yasaklanması, ilkokuldan itibaren Kuran Kurslarının resmi okullarda da başlatılması, türbanın meclise girmesi, dindar kindar bir neslin yetiştirilmesi.” Türkiye artık bu illüzyondan kendini kurtarmalı. Üzerindeki öl toprağını atmalı. Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına götürmeye azmetmiş, aslında çok küçük bir siyasi ekibin saltanatına son vermeli. İnanıyorum ki bunu başaracak gücümüz var. Atatürk’ün dediği gibi muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Yeter ki korkmayalım, umutsuzluğa kapılmayalım, yeise düşmeyelim.
Bu akşamlık da bu kadar. Yarın aynı saatte buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar dilerim. Hoşçakalın.