Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki fark

Yazarı Olmayan Makaleler Yazar iletisim@ulusal.com.tr

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; bugün düne göre daha sakin geçti. Çünkü başbakan bugün sadece sabah saatlerinde sanayi ile ilgili bir toplantıda konuştu. "Açılımda yalnız kaldık, bize destek" dedi. Nasıl yalnızlıksa bu? Cümle medya, iş dünyası, yandaşlar yalakalar sanki bayram var gibi çoşmuş durumda, daha ne yalnızlığı anlamak mümkün değil.

Asıl bu akşam bir tv kanalında konuşacakmış. Karşısında elbette yine seçmece gazeteciler olacak. Yayını yapacak tv kanalı tam sayfa ilanlar vermiş. Gazeteciler soracakmış Başbakan'dan her şeyi yanıtlayacakmış.

Gazeteciler ne soracaklar merak ediyorum. Çünkü bu soru sorma işi çok farklı. Hele başbakan söz konusu olunca daha da farklı. Çünkü Başbakan'ın gazetecileri aslında soru sormuyorlar, önce Başbakan'ı övüyorlar sonra da başbakan ne anlatmak istiyorsa onu güya soru haline getirip iletiyorlar.

Bu akşamki gazeteciler arasında örneğin bir önceki soru cevap şovunda sorusuna "Vallahi sayın başbakanım size helal olsun diyorum, nasıl başardınız bunca işi demeden edemiyorum, ama şunu sormak istiyorum" diye başlayan gazeteci de var. "Erdoğan gelmeden ne kadar da kötü bir ülkeydik" diyen gazeteci de var.

Ama başbakan bu akşam yine bu tür şova çıkıyorsa, son birkaç gündür söyleyemediği ya da söyleyip de yeterli etkisini göremediği konularda açıklama yapma ihtiyacı içinde demektir. Bakalım göreceğiz, muhtemelen yarına yine malzeme çıkacaktır.

Şimdi bana nerede çıkacağını sormayın. Zapping diye bir şey var arayı bulun. Ne diye bana buradan o yandaş kanalın ve değerli mi değerli gazetecilerin isimlerini söyleteceksiniz ki.

İsterseniz dünden biraz devam edelim. Bugünkü yandaş takımının gazetelerine baktım. Hepsinde manşet Başbakan'ın dünkü grup konuşmasından seçilmişti. Çoğunda "Mustafa Kemal de mi bölücüydü?" cümlesi var.

Başbakan Kürdistan dedi ya, işte ülkenin pek çok yerinden yükselen tepkileri azaltmak için olsa gerek Atatürk'ün arkasına sığınmaya çalışıyor. Bakın burada çok ayıp bir şey var. Atatürk diyemeyen bu ismi sadece Mustafa Kemal olarak telaffuz edebilen başbakanımızın en çok eleştirdiği şeylerin başında biliyorsunuz "sahte Atatürkçüler" dediği kesim var. Aslında başbakan "sahte Atatürkçüler" diyerek Atatürk devrim ve ilkelerine bağlı, cumhuriyetçi, demokrat, özgürlükçü, ayırımcılığa karşı olan herkesi hedef tahtasına koyuyor ya, neyse.

Başbakan genellikle Atatürk'ü çok açık biçimde eleştirmekten her şeye rağmen çekindiği için lafı hep dolandırıp "Mustafa Kemal farklı, onun yeri ayrı, bizim derdimiz O'nun arkasına sığınanlar" der.

Ama genellikle dün söylediğini hatta sabah söylediğini unutup öğleden sonra tersini söylediğinden olacak bu eleştirilerini de unutup bu kez kendisi Atatürk'ün arkasına sığınarak siyaset yapmaya çalışıyor.

Nedir Başbakan'ın söylediği. Efendim Atatürk birinci meclisi açarken Kürtlerden söz etmiş ve "Kürdistan" demiş. Yani "Mustafa Kemal de Kürdistan diyordu, ne var bunda, ben de söyledim, bana bölücü diyorsunuz o zaman Mustafa Kemal (yani Atatürk) de mi bölücü oluyor şimdi."

Ayıp hem kelime oyunu, hem Atatürk'ün arkasına saklanarak takıyye yapma hem de tarihi bilgisizlik var bunda.

Evet Atatürk 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarken Kürtler'den de Kürdistan'da söz etti. Hatta o sırada yanında Kürdistan'ı temsil eden Diyap ağa oturuyordu.

Cumhuriyet'ten sonra ise Atatürk bir daha Kürdistan'dan söz etmedi.

Değerli izleyiciler, tarihi bile günlük gelişmeler ışığında hatırlayan bir toplum olduğumuz için bu tür kelime oyunları, laf cambazlıkları da ne yazık ki prim yapıyor.

Oysa tarihe bakalım. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir devletin meclisi olarak değil Osmanlı'nın Meclisi olarak açıklandı. Ortada henüz yeni bir devlet yoktu. Osmanlı İmparatorluğu batmış olmasına, Sevr ile paramparça edilmiş olmasına rağmen şeklen ve hukuken ayaktaydı. Başka yerde bir meclisi yoktu. Atatürk ve arkadaşları milli kurtuluş mücadelesini başlatmak için Ankara'da toplanmış ve harekatı buradan yönetmek istemişlerdi.

Osmanlı adı üstünde bir imparatorluktu, emperyal bir devletti. Yani çok uluslu, çok kültürlü, çok dinli ve çok geniş toprakları olan devlet. Bu devletin eyaletleri vardı. Kürdistan da Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları içinde bir bölgeydi, bir eyaletti. Ama bu yeni değildi Kanuni döneminde de böyleydi, ondan sonra da.

Oysa 1923'te ilan edilen Cumhuriyet farklıydı. Artık devlet emperyal bir devlet, bir imparatorluk değil, üniter yapıya sahip bir ulus devletiydi. Emperyal devletin sınırları bile belli değildir. Etki alanları vardır. Çizilmiş net çizgileri olan bir sınırı bile yoktur.

Cumhuriyet'in ilanı ile yeni bir devlet kurulmuş oldu. Bu devlet bir ulus devletti. Bu devlet üniter bir devletti. En önemlisi artık bu devletin fertleri padişahın kulu değil, devletin eşit hakları olan vatandaşlarıydı.

Üniter devlet sınırları belirlenmiş devlet demektir. Devlet bu sınırlar içindeki egemenliğini ilan etmiştir. Diğer devletler ise bu sınırlar içindeki devletin egemenliğini tanır ve saygı duyarlar.

Ulus devlet ise bir ırka dayalı olmaktan ziyade, o üniter yapı içinde nüfüsu en çok olan ulusun adını alması, temel kurallarını oluştururken bu ulusa dayanması demektir.

1920'li yılların koşullarında, Türkiye Cumhuriyeti olarak ilan edilen ve egemenliği tanınan yeni devletin nüfusu en çok olan milletini Türkler oluşturuyordu.

Bakın 600 yıl geriye gidelim. Osmanlı devleti 1299'da Söğüt't e kurulurken bir Türk devleti olarak kurulmuştur. Osmanlı ailesi Orta Asya'dan göç eden Oğuzlar'ın Kayı boyuna bağlı bir aşiretti. Türk olduklarını biliyorlardı ve devleti de bir Türk devleti olarak kurdular.

Daha sonra 600 yıl süren imparatorluk döneminde imparatorluğun itici gücü olan bölgelerdeki ağırlıklı nüfus hep Türk'tü. Nitekim dünya tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'nun adı geçer ama bütün tarihçiler "kimdir bu Osmanlılar?" sorusuna cevap olarak "Türkler" cevabını verir.

600 yıl boyunca Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da, tüm denizlerde Osmanlı adı ile Türkler adı hep yan yana anılmıştır.

Elbette emperyal bir güç olduğunuzda farklı uluslardan, dinlerden ve dillerden insanlar da ya sizin tahakkümünüz altında ya da hemen sizinle birlikte, yanınızda olmuşlardır.

Osmanlı tarihindeki ünlü komutanlar, kaptanlar, vezirler, sanatçılar, bilim adamları arasında farklı uluslardan ve hatta dinlerden gelen pek çok isim vardır. Herşeyi bir kenara bırakın bugünkü iktidar temsilcilerinin "bize zaferler kazandıran Osmanlı ordusu" dedikleri ordunun önemli bölümünü oluşturan Yeniçeri'ler biliyorsunuz devşirmelerden oluşurdu. Yani bizim için tarih yazan, can verip şehit olanların çoğu bırakın Türk olmayı doğduklarında Müslüman da değillerdir.

Ancak bu Osmanlı'nın bir Türk devleti olmadığını göstermez.

Bugün Türkiye sınırları içinde, zamanında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, kökenleri çok farklı uluslara dayandığı halde Anadolu topraklarına gelmiş, burada yaşamış, diğer unsurlarla kaynaşmış olan nice insan da kendini Türk olarak tanımlar.

Neyse tarih dersinde değiliz, basit bilgiler vermek hafızaları tazelemek istiyorum; dönelim yine 1923'e. Atatürk verilen kurtuluş savaşından sonra artık Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşayamayacağını görmüştü. Ama bu bize özgü bir durum değildi ki zaten. Birinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa'daki birçok hanedan, yani imparatorluk çökmüştü.

Fransa ihtilali ve ardından gelen sanayi devrimiyle zaten devlet siyasetleri de müthiş bir evrim geçirmiş, demokrasi fikirleri her yerde yeşermiş, halkın gücü ve iradesi artık keşfedilmiş, ortaya yepyeni devlet modelleri çıkmıştı.

Bunların en baskın olanı üniter ve ulusa dayalı devlet modeliydi.

Yani Atatürk Cumhuriyeti ilan edip üniter ve ulusa dayalı bir devlet fikrini icat etmemişti, o günün dünya koşullarını ve geleceği iyi okuyan bir dahi olarak yeni Türkiye'nin temellerini atıyordu.

Sanayi devrimine kadar imparatorluk olan Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya da aynı durumdaydı. Onlar da hanedanlıklara son vermişler ve ulusa dayalı, üniter devletlerini kurmuşlardı.

Almanya'da sadece Almanlar mı yaşıyor? Hayır ama baskın toplum Almanlardan oluşuyor, bu nedenle ülkenin adı Almanya ve dili de Almanca. Fransa da öyle. Orada da pek çok ulustan ve dilden insan yaşıyor ama baskın ulus Fransız olduğu için ülkenin adı Fransa, dili de Fransızca.

Dediğim gibi Türkiye de böyle. Yoksa Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken "Burası sadece Türkler'in devleti" dememiştir. "Ne mutlu Türküm diyene" sözü de öyledir. Atatürk "Ne mutlu Türk olana" değil "diyene" demiştir.

Gelelim tekrar Tayyip Erdoğan'ın "Mustafa Kemal de Kürdistan dedi" sözlerine. Atatürk'ün "Kürdistan" dediği dönemde Osmanlı'nın Kürdistan diye bir bölgesi var. Oysa Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, Osmanlı'nın bir dönem kullandığı eyaletler sistemi kaldırılmış yerine vilayet ya da il dediğimiz, merkeze bağlı yönetimler kurulmuştur. Bu ülkeyi rahat yönetmenin bir formülüdür. Tamam atanan valiler Ankara'dan gelir ama, her şeyi Ankara'dan yapmamak için bulunmuş bir formüldür. Vali devleti temsilen belirlenen ile gider, orada hükümet adına icraatların yapılmasını sağlar.

Ayrıca her ilde bir de seçimle işbaşına gelen yerel yönetimler vardır, bunlar da belediyeler, onlar da merkeze bağımlı olmadan halkın günlük ihtiyaçlarıyla ilgilenir ve hizmet verir.

Yani yeni devlet yönetiminde eyaletler yok. O halde Kürdistan diye anılacak bir bölge de kalmıyor. Lazistan da yok örneğin yeni devlette. Bu durumda Atatürk'ün 1923'ten sonra Kürdistan demesi için de bir neden kalmıyor.

İller dışında bir de yönetimle ilgisi olmayan bölgeler tanımlanmıştı. Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu. Niye? Belli değil mi, Türkiye artık üniter bir devlet, eskisi gibi etnik kimlikleri de belirtecek bölge isimleri yarardan çok zarar getirir diye düşünülmüş. Güneydoğu denmiş Kürdistan denmemiş. Karadeniz denmiş Lazistan denmemiş.

Şimdiki akılla bakınca "Efendim zamanında neden Kürtler, Lazlar, Çerkesler işte daha ne kadar varsa, sayılmamıştır, neden hepsi bir pota içinde eritilmeye hatta asimile edilmeye kalkılmıştır, bu demokrasi midir?" falan gibi akla ziyan sorular soranlar var.

Ama unuttukları şey şu; 1922'deki Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen Cumhuriyet bir devrimdir. Devrimler fiili durum yaratır, devrimciler kalıcı kurallar koyarlar ve bunların korunması için olabilecek en sert önlemleri alırlar. Bu devrimlerin halka rağmen olduğu ya da halka karşı olduğu anlamına gelmez. Ancak gelinen durumda çok hızlı, sert ve kalıcı kararlar alınması gerekir.

İşte Cumhuriyet'in ilanı böyle bir devrimdir.

Şimdi bunları hiç bilmeden ya da hiç konuşmadan, bugün vardığımız bilinç düzeyinden, bugünün dünya konjonktüründen bakarak "o hataydı, bu yanlıştı, şu olmamalıydı" gibi ahkam kesmeler laf-ı güzaftır.

Ksacası "Atatürk'ün de Kürdistan dediğini" söylemek bir aldatmacadan başka bir şey değildir.

Bu Kürdistan, Barzani gibi tartışmalar arasında bir de biliyorsunuz Ahmet Kaya tartışmamız var. Şunu hatırlayalım. Ahmet Kaya öldü. Bu nedenle Ahmet Kaya üzerinden "sağ olsaydı şöyle yapardı, burada olurdu, bunu derdi" gibi tartışmalar da anlamsızdır.

Ahmet Kaya Ahmet Kaya olduğu dönemlerde Kürtler'den çok Türkler'in çok sevdiği bir müzik sanatçısıydı. Şimdi hatırlıyorum da, o ünlü çatal bıçak atma olayından önce Ahmet Kaya'yı sevenler Onun Kürt kimliğini bile o kadar bilmezlerdi. Bugün herkes biliyor belki ama o günlerde inanın bu çok önemli değildi.

Kaya'nın Kürt kimliğinin çok tartışılması o çatal bıçak olayından ve daha da doğrusu akçeli bir dava nedeniyle mahkum mu olmuştu yoksa mahkum olma ihtimali mi ne belirmişti bunun üzerine Türkiye'den gitmişti. Sonra da dönmemişti, dönse hapse girecekti, yani ondan sonra kamuoyunun geniş kesimi tarafından öğrenilmiştir. Acıkçası çok kişinin sandığının aksine Ahmet Kaya'nın yurtdışına gidişi Kürt kimliği ve üzerindeki baskılar değildir. Haaa, gittikten sonra PKK'nın düzenlediği gecelerde söylediği sözler Türkiye'de tepki çekmişti. Bazı gazeteler hakkında ağır eleştiri yayınları yaptıktan sonra da Kaya'nın dönüş hayali galiba iyice suya düşmüştü.

Sonuçta, Ahmet Kaya benim çok sevdiğim bir müzik türü yapmamasına rağmen, kabul etmeliyim ki önemli bir sanatçıydı, halkın sevgisini kazanmıştı. Ancak bugün itibarıyla Ahmet Kaya üzerinden bu kadar vıcık bir kampanya sürdürülmesi de çok acı.

En komiği de Ahmet Kaya'ya çatal bıçak atılan o ünlü geceye katılanların bugünkü panikleri. Başbakan "Ulan" demişti dün "Hepiniz oradaydınız be" demişti ya, şimdi o geceye katılanların kendilerini savunmak için düştükleri acziyete gerçekten çok güldüm.

Meğer hepsi aslında bir Ahmet Kaya hayranıymış. Hepsi o gece Ahmet Kaya'yı korumak, onu savunmak için çaba harcamışlar. Çocukları üzerine yemin eden mi, vallahi ben gidip boynuna sarılmıştım diyen mi, ben olmasaydım kapıdan bile çıkamıyordu kendimi siper ettim diye ağlaşan mı ne ararsanız var. Bir tek ne yok biliyor musunuz? Yahu kardeşim o gece Ahmet Kaya'ya kim çatal bıçak attı, kim ayağa kalkıp protesto etti, kim üzerine yürümeye çalıştı?

Neymiş sonra bütün sanatçılar toplanıp "Memleketim" şarkısını söylemişler. Bunu da niye söylüyorlar biliyor musunuz, o gece "10. Yıl Marşı" da okunmuştu. Bunlar diyorlar ki "Biz 10. Yıl Marşı'nı okumadık, memleketim şarksını hep birlikte söyledik" Tebrikler, iyi de neden "Memleketim" şarkısı. Ahmet Kaya çıkmış kürsüye ödülünü aldıktan sonra "Bir gün Kürtçe kaset yapmak en büyük hayalim" demiş. Tepkiler olmuş. Sonra kalkıp memleketim şarkısını okumuşsunuz. "Kürdüm" diyen birine "Memleketim" şarkısı söylemek destek midir yoksa karşı atak mıdır? Bunlar çok akıllı ya şimdi herkesi kandıracaklarını sanıyorlar.

Tabii bir de "Ahmet Kaya'ya saldıranlarla Gezi olaylarında hükümeti eleştireler aynı" polemiği var. Başbakan öfkelenince ve en önemlisi promter olmadan ya da promterda yazanın dışına çıkıp konuşunca hep garip şeyler söylüyor, ya hata yapıyor ya tarihsel bir yanılgıya düşüyor ya da öfkesinin kurbanı oluyor, sanıyorum o "ulan"lı sözler de prompterda yoktu, öfkesine yenildi ve olmadık bir yanlış yaptı. Örneğin "biri kalkmış tuvaletteydim diyor" dediği var ya o Kadir İnanır. Başbakan'ın akil adamı. "Gezi'ye gitti" dediklerinin de hiçbiri Gezi'ye falan gitmemiş gitmedikleri gibi bir de aleyhine çalışmışlar.

Ayrıca size bir şey söyleyeyim mi, Gezi'ye gidenlerin hiçbiri Ahmet Kaya'ya çatal bıçak falan atmaz, onu gördüğü yerde linç etmeye de kalkmaz. Neden mi? Çünkü Gezi olaylarına katılanlar bu ülkenin gerçek aydınları, yurtseverleri, demokrasi ve hukuka inanan özgür insanları. Onlar ırkçı, intikamcı, kindar kimseler değil. Kürt konusu ile terörü ayırmasını bilir. Sanatçının kimliğine, diline, dinine, rengine bakmaz, bunu düşünmez bile. Bu nedenle Başbakan'ın "Ahmet Kaya'ya saldıranlar Gezi'de bize saldıranlardır" sözleri tamamen hilaf-ı hakikattir. Gerçeğe de, doğaya da, mantığa da aykırıdır.

Sevgili izleyiciler, bütün bu olup bitenlerin arasında bir de kendi halinde devam eden, toplumda Ergenekon ve Balyoz etkisi yaratmayan ya da henüz yaratmayan bir 28 Şubat davası sürüyor. Birçok tutuklu sanığı serbest bırakıldı biliyorsunuz.

Bugün haberleri okurken gördüm, Tansu Çiller de konuşmuş. "Generalleri görevden almalıydık" demiş. Doğru, o gün bunu yapabilseydiler 28 Şubat da olmazdı, AKP de olmazdı, Türkiye de buralara gelmezdi.

Şurası bir gerçek ki 28 Şubat'ın en büyük sonucu AKP iktidarıdır. O günlerde 28 Şubat sürecine karşı çıkarken de bunu söylüyordum. Şimdi ortalıkta 28 Şubat mağduru olarak gezenler var biliyorsunuz, öyle bir anlatıyorlar ki sanki Türkiye'deki bütün kötülüklerin anası 28 Şubatmış, 28 Şubat'ta dindarlar ezilmiş, horlanmış, işten atılmış. Korkunç bir ortam sanki. Kimse sokaklara çıkamıyor, herkes korku içinde. Hepsi yalan, dolan düzmece.

28 Şubat en basit anlatımıyla şudur; iktidarı ele geçirmek isteyen güçlerin iktidara karşı devletin hükümet dışındaki çarkını kullanarak, hukuk kurallarını çiğneyerek ve önemlisi ahlaksızca yürüttükleri bir yıkma operasyonudur.

Bu operasyonda Cumhurbaşkanı, asker, yüksek yargı, bürokrasinin bir bölümü ile medya ve büyük İstanbul sermayesi vardır, diğer yanında ise hükümet, biraz polis ve bürokrasinin bir bölümü ile İstanbul sermayesi dışındaki sermaye vardır.

Amaç mevcut koalisyon hükümetini yıkmaktı. Bunun için ahlaki hiçbir kural tanınmamıştır. Hukuk dolambaçlı yollardan kullanılarak iktidar sıkıştırılmış ve sonunda istifa etmesi sağlanmıştır.

Asker olayın yürütücüsü, planlayıcısı değil, diğer güçlerin kullandığı bir araçtır o kadar. Ancak NATO-soğuk savaş yani Komünizmle mücadele dönemlerinden kalma caydırıcı gücü nedeniyle en ön planda gibi görünmüştür.

O günkü başbakan Erbakan'ın göremediği budur. Aslında devletten yana ve milli karakterler taşıyan Erbakan askerle kapışma riskini göze alamamış, "güveniyorum" dediği ordunun hukuk dışı bir eylem yapmayacağına inanarak iktidarını sürdüreceğini sanmıştır.

Burada tuzağa düşen kişi aslında Tansu Çiller'dir. Büyük sermaye ve medyadaki aracılar Çiller'e iktidardan fazlaca bir şikâyetleri olmadığını, ancak Erbakan'ın asker üzerinde alerji yarattığını bu nedenle başbakanlığı kendisinin üstlenmesi halinde hükümetin devam edeceği" mesajını vermişlerdir.

Çiller de buna inanıp Erbakan'ı ikna etmiş ve başbakanlık kendisine verilecek umuduyla Erbakan'ın istifa etmesini sağlamıştır. Erbakan istifa mektubunu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verirken Tansu Çiller de neredeyse Köşk'ün kapısında beklemiş ve Cumhurbaşkanı'nın kendisini çağırarak başbakanlığı vereceğini ümit etmiştir. Oysa Çiller kapıda beklerken Demirel Mesut Yılmaz'ı çağırmış ve hükümeti kurma görevini ona vermiştir. İşte 28 şubat budur. Yoksa dindarların ezilmesi, neredeyse Müslümanlığın yasaklanması, inanan herkesin baskı ve şiddete maruz kalması falan yoktur. Bunları nasıl söylüyorlar peki? Başbakan Erbakan ya, o da şimdiki AKP'nin ağababası ya, ona karşı yürütülen operasyon sanki dine karşı yürütülmüş gibi anlatılıyor, o kadar.

İşte o günlerin, aldatılmış kahramanı Çiller "Keşke generalleri görevden alsaydık" diyor. Aslında keşke de, ona bile gerek yoktu. Erbakan kendileri dışındaki güçlerin ileri ucu olarak ortaya çıkan askeri hiç ciddiye almasa da bir şey olmazdı.

Size bir şey söyleyeyim mi, Erdoğan bunu yaptı aslında. 28 Şubat'ta darbe olacaktı diyenler ahmaktır. Yoktu böyle bir şey. Olamazdı ki. Asker neye dayanarak darbe yapacaktı? Darbe yapsa Demirel'i nereye koyacaktı, yargıya ne yapabilecekti, medyayı büyük sermayeyi hangi kalıba sokacaktı. En önemlisi bunu dünyaya nasıl anlatacaktı? "Efendim daha öncekileri nasıl anlattıysa bunu da öyle anlatırdı." Yok canım. Daha önceki darbeler zaten dünya, daha doğrusu NATO Amerika istediği için oldu. Şimdi bu destek olmadan darbe nasıl olacak ki?

Erdoğan 28 Şubat'ta darbe olmayacağını biliyordu. Tıpkı 2004'te veya 2007'de olmayacağını bildiği gibi. Ve buna göre davrandı. Sanki askerden çekiniyormuş gibi yaptı. Korkuyormuş gibi davrandı. Ama bütün plan program hazırlanmış, asker ve onlarla birlikte görünen kim varsa dinlenmiş izlenmiş. Sonra bir gün geldi, darbe olmayacağının da rahatlığı ile ordu talan edilmeye başlanıverdi. Herkes şaşkındı. "Vay canına, bu adam neye güveniyor?" Güvendiği ordunun darbe yapamayacağı. Amerika'nın olmadığı bir darbe olur mu? Olmadı da? Ama olan orduya oldu. Ordu bir daha medyanın, büyük sermayenin emriyle iktidar devirme oyununa katılamayacak hale getirildi. Ne itibarı ne onuru bırakılmadı. Şimdiki tatlısu demokratlarının "demokrasi geldi, vesayet bitti ordu darbe yapamayacak artık, sivil otoriteye baş kaldıramayacak" çığlıklarına bakmayın. Ordunun yüzde 1 darbe yapma ihtimali bile olsa bunların hiçbirinin sesi çıkmaz.

Ne 28 şubatta ne sonrasında bu gerçekleri defalarca anlatmama rağmen bu karanlık kampanyayı bitirmek mümkün olmadı. Çünkü bugünkü iktidar bütün gıdasını bu olmayan darbelerden alıyor, bunu bırakır mı?

28 Şubat döneminde anlatıyordum "Bu kadar ahlaksızca, hukuk üzerinden dolanarak yapılan oyunlar bir gün gelir üstünüze yıkılır. Şimdi güya yok etmek istediğiniz dinci siyasal akım yarın iktidar olacak farkında mısınız?" diyordum. Şimdinin sözde demokratları, AKP payandaları, yetmez ama evetçileri o gün bana vebalı muamelesi yapıyordu. Beni işimden ettiler, açlıkla imtihan etmeye kalktılar, yeniden kendimi bulup yeniden varlık gösterinceye kadar her şeyi kaybettim, her şeye hatta mesleğime bile sıfırdan başladım. Oysa şimdi mağdur edebiyatı yapıp ağlaşanların hiçbirine bir şey olmadı, onlar günlerini gün ettiler, o gün o günkü iktidarın ayaklarına kapanırken bugün de şimdiki iktidarın ayaklarına kapanıyorlar.

Her şeyimi kaybettim ama onunumu kaybetmedim, azmimi kaybetmedim, fikrimi düşüncemi kaybetmedim. Bugün karşınızda başım dik durabiliyorsam bu yeter bana.

Tamam, yeter. 28 Şubat derken nerelere geldik. Zamanım da bitmiş zaten. Az sonra Ümit Zileli Ana Haberler'le karşınızda olacak. Yarın aynı saatte yine buluşmak üzere hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşça kalın.

Tüm yazılarını göster